www.kitapsevenler.com Merhabalar Buraya Yüklediğim e-kitaplar Aşağıda Adı Geçen Kanuna İstinaden Görme Özürlüler İçin Hazırlanmıştır Ekran Okuyucu, Braille 'n Speak Sayesinde Bu Kitapları Dinliyoruz Amacım Yayın Evlerine Zarar Vermek Değildir Bu e-kitaplar Normal Kitapların Yerini Tutmayacağından Kitapları Beyenipte Engelli Olmayan Arkadaşlar Sadece Kitap Hakkında Fikir Sahibi Olduğunda Aşağıda Adı Geçen Yayın Evi, Sahaflar, Kütüphane, ve Kitapçılardan Temin Edebilirler Bu Kitaplarda Hiç Bir Maddi Çıkarım Yoktur Böyle Bir Şeyide Düşünmem Bu e-kitaplar Kanunen Hiç Bir Şekilde Ticari Amaçlı Kullanılamaz Bilgi Paylaştıkça Çoğalır Yaşar Mutlu Not: 5846 Sayılı Kanunun "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler " bölümünde yeralan "EK MADDE 11. - Ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaç güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri 87matlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." maddesine istinaden web sitesinde deneme yayınına geçilmiştir. T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı Bilgi İşlem ve Otomasyon Dairesi Başkanlığı Ankara Bu kitaplar hazırlanırken verilen emeye harcanan zamana saydı duyarak Lütfen Yukarıdaki ve Aşağıdaki Açıklamaları Silmeyin Tarayan Yaşar Mutlu web sitesi www.yasarmutlu.com www.kitapsevenler.com e-posta [emailprotected] [emailprotected] [emailprotected] [emailprotected] Marlo Morgan _ Sonsuzluğun Mesajı Uluslararası Bestseller BİR ÇİFT YUREK'in Yazarından Q DHARMA (Sanskrit dilinden bir kelime...) * Gerçek özümüzü belirleyen şeyler; ' Doğruluk; * İnsanlığın manevi niteliklerinin temeli; * Evrensel düzeni oluşturan kanunlar; * Tüm öğretilerin temeli... Dharma Bildirisi ...Oralarda bir yerlerde, Kaderinde, okuyabilmek için bizim yardımımızı alması yazılı olan bir çocuğun, Büyüyüp, yok olan doğaya katkı sağlayarak varoluş amacını gerçekleştirmek için kendisini toprağa ekmemizi bekleyen bir fidenin, Türünün varlığını sürdürebilmek için bizim gibi kişi ve kuruluşların maddi ve manevi desteğine ihtiyaç duyan bir canlı türünün, Başını sokacak bir barınağa ihtiyacı olan bir evsizin varolduğunu biliyoruz. Biliyoruz ki, bu dünyaya çıplak geldik ve bu dünyadan ayrılırken gene çıplak olacağız. Evrenin bize sunduklarının sadece kendimize değil tüm insanlığa ait olduğuna inanıyoruz. Bu nedenle, Dharma Yayınları olarak kazancımızın bir bölümünü yardım amaçlı bir fonda toplama kararı aldık. Bu yardım fonuna hiçbir şekilde kişi ve kuruluşlardan bağış kabul etmiyoruz. Kazancımızdan ayırdıklarımızla kurmakta olduğumuz bu fon, hiçbir dini ya da siyasi amaca
hizmet etmemektedir. Bu, tümüyle Dharma çalışanları olarak bizim, özgür irademizle verdiğimiz bir karardır. Siz değerli okuyucularımız zaten satın almış olduğunuz her kitabımızla bu fona katkıda bulunmuş oluyorsunuz. Bu, tümüyle evrene sunulan bir mesaj ve dilektir. Evreni yöneten ve farklı adlarla anılan Yüce Gücün bu arzumuzu yerine getirmemiz için, önümüzü açık etmesini diliyoruz; "Eğer bu arzunun gerçekleşmesi, bizler ve tüm yaşam adına en iyisi olacaksa..."
İSTANBUL ORHAN KEMAL İL HALK KÜTÜPHANESİ ÖD&4Ç VERME BÖLÜMÜ Bu roman, Wurundjeri Kabilesi'nin yaşlılarından Burnam Burnam 'a ithaf edilmiştir. Teşekkürler Editörüm Diane Reverand'a, temsilcilerim Candice Fuhrman ve Linda Michaels'a, kitabın editörlüğünde ve yazılmasında yardımcı olan iki özel kişiye, Jeannette Grimme ve Elsa Dixon'a teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Ayrıca Rose Carrano ve Cate Cummings'e de teşekkür ediyorum. Russell Thomas Moore'a yolculuğunda sevgi ve desteğimi iletmek istiyorum. Bu öykü aynı zamanda Sean, Michael, Karlee, Derrell ve Abby için de yazılmıştır. On sekiz yaşındaki hamile kızın esmer tenli yüzü, alnından akarak, titreyen çenesinden damlayan terle parladı. Kızın çömelmiş çıplak bedeni, yoğun duman çıkaran bir ot yığınının üstünde bacaklarının arası açılmış bir halde, dumanlı özün bedeninin etrafında kıvrılarak genişlemiş olan doğum yoluna girmesine izin verecek biçimde duruyordu. Kolları şişmiş karnına yapışık, ağrıyan elleriyle, yere çaktığı sağlam kazıkları sımsıkı tutuyordu. Derin ve hızlı soluklar, acının ritmini bir an için hafifletiyormuş gibi geliyordu. Bu onun ilk doğumuydu, tek başına deneyimlememesi gereken bir olaydı. Kız yukarı baktığında, çöldeki boğucu sıcağın neden olduğu ısı dalgacıklarını gördü. Dalgalı biçim kırmızımsı kahverengi topraktan, kahverengimsi mavi renkli gökyüzüne yükseliyor, ikisini net bir sınır çizgisi olmaksızın birbirine kaynaştırıyordu. Güneş ufkun ötesinde her günkü batışına başlamasına rağmen, hava serinlemeye başlamamıştı. Sırtındaki ve karnındaki ağrılar onun bu kutsal yere doğru attığı her adımı gittikçe 9 ¦luarıo iuurgaıı dayanılması daha da zor bir hale sokmuştu. Doğum ağacına varmak ona daha fazla ağrı ve düşkırıklığı getirmişti. Aramakta olduğu ağaç ölmüştü. Aç beyaz karıncaların içini yiyerek boşalttıkları uzun gri kabukta hiçbir yaprak, hiçbir gölge, hiçbir yaşam belirtisi kalmamıştı. Yalnızca kurumuş bir dere boyunca dizilmiş olan dev kayalar güneşten korunmak için küçük, gölgeli bir köşe oluşturuyordu. Büyük ağaç dalını yere derinlemesine çakmak gerekmişti. Genç kadınlar çocuk doğururken her zaman bir destek kullanırlardı. Ya başka bir kadının elini tutar ya da bir ağacın gövdesini kucak-larlardı, ama onun yanında bunların ikisi de yoktu. Bir zamanlar içinde kalbinin bulunduğu ve yaşam gücünün aktığı yerde şimdi kocaman bir boşluk olan ölü aile ağacını görmek, kendisini dünyaya bir çocuk getireceği bu anda yalnız bulmasının onun kaderi olduğunu, ya da Birliğin ellerinde olduğunun göstergesiydi. Bu, büyük kayıba işaret eden bir kehanetti. Kız ağaç ruhun gitmiş olmasından duyduğu üzüntünün varlığını kabullendi. Kendi dinsel inancının bir parçası, toprağın duyguların okulu olduğu üzerine kurulmuştu. Onun halkı asla duygularını saklamaz ya da inkar etmezdi. Onlar kendilerini nasıl hissettiklerinden sorumlulardı ve duygularına eşlik eden edimlerin tümünü disiplin altına sokmayı öğrenmişlerdi. Kız yalnızca bir zamanlar heybetli bir gölge veren ve oksijen üreten bir arkadaş olan çürüyen ağaç kabuğu için üzüntü duymuyor, aynı zamanda onun simgeliyor olabileceği diğer ölümler için de üzülüyordu. Doğum sancıları daha da güçlendi. Totemlenmiş olan 10
çocuğu garip bir biçimdi şiddetli hareketleriyle dışarı çıkmaya direniyordu. Kız otlardan çıkan dumanın üstünden kalkarak sıcak kumda küçük bir çukur kazdı, sırtını bir kayaya yaslayarak çukurun üzerinde yeniden çömel-di. Bebeği itmeye başladığında, aylar önce kendisinin ve kocasının, çölde yaşayan kavimlerindeki her evli çiftin bir ruhun yolculuğunun sorumluluğu için hazır olana kadar kullandığı gebeliği önleyici bitkiyi çiğnemeyi bırakmaya karar verdikleri zamanı düşündü. Birlikte bir çocuk yaparak bir ruh için dışsal bir muhafaza yaratmayı planlamışlardı. Kocası rüyasında uçamayan ve yuva yapamayan garip, yaralı, tek kanatlı bir kuş görmüştü. Kuş yerde hızla çırpınarak kanatlarını öylesine çılgınca çırpınıştı ki, bulanık bir leke, bir çifte görüntü halini almıştı. Bu rüya, adamın kafasını karıştırmıştı. Kız onun eşi olarak, tek başına vahşi doğanın kurak bir yerine daha iyi bir anlayışa ulaşmak için ruhsal bir işaret aramaya gitmişti. Kadın hiçbir özel hayvan ya da sürüngen görmediğinden, karı koca birlikte yaşlı, daha bilge olan kabile üyelerine danışmışlar ve rüyanın onlardan kendisinin anne ve babası olmalarını isteyen bir Sonsuzluk ruhunun sesi olduğunu öğrenmişlerdi. Çoğunlukla olduğu gibi, doğmamış ruh önce isteğinin bilinmesini sağlamıştı; hamile kalma daha sonra gerçekleşmişti. Kızın kabilesindekiler henüz doğmamış olanların isteklerine, mesajlarına ve farkındalık düzeylerine son derece dikkat ederlerdi. Kız ailesinin kutsal yerine gelmişti çünkü çocuğun nerede doğacağı önemliydi. Yalnızca doğumun yapılacağı yerin düşünülmesi annenin 11 Mario Morgan adımlarıyla belirlenmekle kalınmazdı, aynı zamanda doğmamış olan çocuğun doğumun yapılacağı yer üzerindeki fikri de alınmaya çalışılırdı çünkü onun, doğum yapılacak mekan üzerinde hiçbir kontrolü olamazdı. Çocuk, annenin kontrol edemeyeceği ilk hareketi yaparak konuşurdu. Çocuğun ilk hareketinin hissedildiği yer önemli bir unsurdu. İlk yaşam belirtilerinin hissedildiği yer, doğumun yapılacağı yerle birlikte, totem ve şarkı ilişkisini belirlerdi. Gökteki yıldızların yeri henüz doğmamış olan kabile üyesinin karakter ve kişiliğini söylerdi. Bu çocuğun ilk hareketi öyle nazik bir dürtme olmamıştı. Hareket etmeye aylar önce yaptığı bir sarsıntıyla başlamış ve bunu bu ana kadar sürdürmüştü. Genç kadının tüm karnı sık sık iki yana doğru ya da yukarı aşağı dalgalanıyordu, ki bu diğer kadınlar ve grup sağaltıcıları tarafından normal sayılmamıştı. Kız, karnında nadiren hareketsiz kalıyormuş gibi görünen büyük bir şişkinliği olan ufak bir kadındı. Birkaç gözlemci, karnının içindeki bu gücün sürekli olarak ya olması gerektiğinden önce dışarı çıkma ya da derinin esneyerek izin verebileceğinden daha fazla yer isteme savaşı verdiğinin farkına varmışlardı. Son aylarda genç anne yıldızların rehberliğine başvurmuştu. Kadın henüz yıldızlardan gelen mesajları anlamakta bir usta haline gelmemişti, ama bunu öğreniyordu. Bedeninin içinde çok fazla etkinliğin olduğu zamanlarda sık sık gezegenlerin yerlerini incelemek için yukarıya gökyüzüne bakardı, ama başı dönerdi. Gözleri bulanırdı ve her şey netçe 12 . uuıınutuıgıuı görünen noktalar haline gelmek yerine birbirine karışarak büyük aydınlık kütleler haline gelirdi. Eğer kadın kafasını aşağı eğmezse, başı döner ve bayılacakmış gibi olurdu. Bu çocukla ilgili her şey ters gidiyormuş, sürekli olarak değişiyormuş gibi görünüyordu ve bu da kadının kafasını karıştırıyordu. Geçen yıl, anımsanan birçok yıla göre, onun halkı için fiziksel ve ruhsal açıdan en zor yıl olmuştu. Koşucuların taşıdıkları mesaj çubukları, birkaç yıldır beyaz, hayalet tenli insanların, kavimlerin tamamını öldürerek ve kaçırarak büyük zarara yol açtıkları haberini getirmekteydi. Bu yıl, komşu gruplar ve kısa bir süre önce de, onun kendi halkı hayvanlar gibi bir araya toplanmış ve çitlerin, parmaklıkların arkasına hapsedilmişlerdi. Sancı yeniden geldi. Kadın rahatsızlığını kontrol etmek için havayı kısa kısa üfleme çabasında bulunurken, Hoşgeldin küçüğüm, diye düşünebilmeyi başardı. Şimdi gel, bugün doğmak için iyi bir gün. Birkaç kısa soluk ve büyük bir inlemeden sonra, ırkının karakteristik geniş burnuna sahip olan mükemmel biçimli bir kız bebek dışarı çıktı.
Anne yapışkan bir maddeyle kaplı yeni doğan bebeği kollarına aldı. Kadın bebeği önünde tutarak doğrudan doğruya sessiz çocuğun parlak kara gözlerine baktı ve "Bu yolculukta sevildiğini ve desteklendiği bilesin! Gözlerimin gerisinden, Sonsuz parçamdan senin gözlerinin ötesine konuşuyorum," dedi. Kadın çocuğu sağ koluna kaydırdı ve sol eliyle yerden sıcak kumları alarak bebeğin üzerini kumla ovalamaya başladı. Tozlar yere 13 ¦ftiano jiuorgau düşerken, bebeği kaplayan sümüksü sıvı ve kanlı madde gözden kayboldu ve yeni doğan bebeğin narin cildi açığa çıktı. Çocuk kımıldamaya başladı. Annesi onu nazikçe ovmaya devam ederken önce öğrenilecek bilgileri ve sakin bir zihni barındırmaya yetecek kadar geniş yuvarlak kel kafaya, sonra sıcak bir kalbi ve sağlıklı bir iştahı barındıracak olan küçük şişkin göğse ve karına bakarak yarattığı varlığı yokladı. Bebek koşucuların uzun bacaklarına ve iyi geniş ayak parmaklarına sahipti ve yeni kazandığı özgürlükte güçlüce hareket eden küçük elleri vardı. Bedeni mükemmeldi. Bu yaşama meydan okuyacak hiçbir fiziksel kusur yoktu. Kadın ağzını küçük dudakların üzerine koydu ve bebeğe Senin bedenine girmesi için kendi havamı tüm yaşamın havasıyla birleştiriyorum, düşüncesini gönderdi. Hiçbir zaman yalnız değilsin, Birliğin tümüne bağlısın. Kadın bebeğin gözlerinin ve burnunun etrafındaki doğum maddesini nazikçe okşayarak çıkartırken, "Bu gece atalarımızın mezarlarının üzerinde uyuyacaksın ve bir gün onların üstünde yürüyeceksin. Yiyeceğin yemekler büyük büyükbabalarımızın kemiklerinden ve kanından yapılmıştır," dedi. Sonra, bebeğin cinsel organlarına bakarak, Sonsuzluktan gelen ruh, sen bir ana-kız ilişkisine geldin, diye düşündü. Benim yolumla gelme kararma saygı duyuyorum. Anne küçük yaşam parçasının her yerini sıcak kumla ovalamaya, yeni doğan bebek tertemiz olana ye her sinir uyarılana kadar devam ederken bebek sanki ses tellerini denemek istiyormuş gibi küçük çağıldama sesleri çıkarttı. 14 * Kadın yakındaki bir yere koyduğu kenarları kıvrılmış ağaçtan küçük bir tahtayı alarak çocuğu bunun içine koydu. Sonra beşiğe dönüştürülmüş toplama kasesini çocuğun kafası ayaklarından daha aşağıda kalacak biçimde kumdaki kazılmış yere koydu. O anda kadın rahmindeki artıkların kalanının dışarı çıkması için yeniden sığ soluk alıp vermesi gerektiğini anımsadı. Beklenen artıkların dışarı atılması yerine, dışarı bir kafayla, kol ve bacaklar çıktı. Bu biraz daha büyük olan bir başka çocuk, bir oğlandı. Kadın, Sen de nereden geldin, diye düşündü, ama yüksek sesle, sanki programlanmış gibi otomatik olarak, zamanın başlangıcından beri tüm kabile üyelerinin duydukları ilk sesler olarak kullamlagelen kadim selamı tekrarladı. "Bu yolculukta sevildiğini ve desteklendiği bilesin!" Kadın en yeni gelenin ağzına üfledi ve onu kumla iyice ovaladı. Kadının düşünceleri ve yüz ifadesi gülümsemeyle şaşkınlık ve hayret arasında gidip geldi. Bir defada iki bebek. Çok güzeller! Ama bir defada iki bebek. Bu insanların başına gelmez ki. Kadın beklenmeyen çocuğun üzerinde sıcak kumlan ovalamaya devam ederken, oğlan, kafasını ender rastlanan bir güç ve kararlılıkla yukarıda tutuyordu. Bu bebeğin bedeni de fiziksel açıdan meydan okunamaz gibi görünüyordu; kusursuzdu. Erkek bebek kol ve bacaklarını uzattı ve kelebeğe dönüşen bir kurta mahsus olan doğum töreninde olduğu gibi tekmeler attı. Çocuk hareket alanında kısıtlayıcı bir şeyin olmamasını çok sevmişti. Doğumdan önce kadının karnındaki karışıklığı çıkartanın kız kardeşi değil bu küçük adam 15 olduğu belliydi. Genç anne, normalde belinin etrafında taşıdığı ama şimdi yanında yere koymuş olduğu çantaya uzandı ve içinden örülmüş ince bir insan saçı çıkardı. Kadın yaşam bağını dişleriyle ayırarak ilk doğan bebeğin göbek bağının etrafına bir düğüm atmaya başladı, daha sonra kuruyup düşecek ve ileride değiş-tokuş edilebilecek bir eşya haline gelecek olan uzun bir parçayı bıraktı. "Babanın halkının saçı seni, annenin halkının bağından serbest bırakıyor. Kızım, sen yaşamı, arkadaşlığı ve amacı tüm kabilemizle paylaş."
Kadın oğluna şunları söyledi: "Neden, ben kalbimi ilk doğan çocuğuma verdikten sonra, önde değil de kızımı izleyen biri olarak, kendi yolunda ve kendi zamanında değil de, bir başkasını izleyerek dışarı çıktın? Bunu anlamıyorum. Neden benim yolumla gelmeyi seçtin? Yaptığın seçime saygı duyuyorum, ama bu seçimini anlamıyorum. Sen en büyük olansın, ama yine de sanki zamanın, yerin ve koşulların hiçbir anlamı yokmuş, yalnızca buraya varmak önemliymiş gibi geldin. Sanki bunun gerçekten olduğunu kanıtlamaya gerek duyar gibi hareket etmeye devam ediyorsun. Ruhun bu insan deneyimine girdi. Yaptığın seçime saygı duyuyorum, ama onu anlamıyorum. Daha önce aynı doğumda bir bebeğin bir başkasını izlediğini görmedim. Senin törenini yapmak için hazırlıklı değilim. Çantamın bir parçasını kullanacağım. Bu, birçok insanın saçından ve hayvanların parçalarından yapıldı. Bu daha büyük, daha güçlü, daha kaba. Belki de kendimi karnımdan ayırmak ve seni 16 dünyaya hazırlamak için buna ihtiyacın var. Sen yaşamdaki her şeyin daha fazlasına gerek duyuyor, daha fazlasını istiyor gibi görünüyorsun, çünkü dünyaya alışılmışın çok dışında bir biçimde geldin." Kadın aniden bu anormal durumun yarattığı ilk büyük sorunu, çocuklara ne ad verileceğini, düşündü. Kadının tüm planlan bozulmuştu. Ne yapması gerektiğini anlamak için birilerine akıl danışması gerekecekti, ama onun yardım isteyebileceği kimse kalmamıştı. Doğumun kalan bölümünün devam etmesiyle anlık endişe ve kaygısını çabucak bir kenara bıraktı. Kadının bedeni en son artıkları dışarı çıkarttığında, bunu anne hayvanların onun halkına öğretmiş olduğu gibi gömdü. Yeni doğan çocuğun güvenliği için, tüm işaretler ve kokular yok edilmeliydi. Sonra kadın çocuklarıyla birlikte yere yattı. Oğlana baktı ve Umarım bilgece bir seçim yapmışsmdır, burada olman birçoğu için rahatsızlık verici olabilir, diye düşündü. Birkaç saniye sonra, yorgun anne uyumuştu ve ilk doğan çocuk onun yaşam veren sıvısını tüketmeye başladı. Güneş batıyor ve gökyüzü kararıyordu. Evren bunu bu anneyle çocuklarının birlikte olacakları ilk, son ve tek gece olarak kaydetti. 17 Mario Morgan Sabahleyin, gökyüzünün rengi ışığın görünmeye başlamasıyla değişir gibi olurken, kadın, bebeklerini aldı, yüzünü doğuya döndü ve "Bugün orada olan her neyse onun var olma amacına saygılarımızı sunmak için yürüyeceğiz. Bizim için ve her yerdeki tüm yaşam için en iyi olan her neyse, onu deneyimlemeye açığız," dedi. Kadın sabah törenini tamamlamış olarak yeni kaçmış olduğu yere geri dönmek için yürümeye başladı. Gidecek başka bir yer yoktu. Ülkesi yok edilmişti, kocası öldürülmüştü ve şimdi bir defada iki çocuğu birden doğmuştu. Yorgun kızın üzerinde yalnızca iyice eskimiş bir paçavra vardı, bu elbise kızın üzerine sarılmıştı ve düşmesini, biraz saçla beline bağladığı kanguru derisi torba önlüyordu. Kadın yürürken göğüslerinin dolduğunu hissetti ve bebekleri teker teker emzirdi. Kadın önce bir bebeği tahtadan kasede, diğeriniyse paçavradan yapılmış askıda taşıyarak saatlerce yürüdü. Sonra ikisini de kaseye koydu. İnsanların iki bebeği olmaması gerektiği doğru, diye düşündü. Sıcaklık en üst noktaya çıktığında, durdu, paçavrayı kafasının üzerine koydu ve böylece her üçünü de güneşten korudu. Kadın tıka basa doymuş iki bebeği birlikte ağacın üstüne koydu çünkü kum onlar için çok sıcaktı. Öğle zamanı, pullarla kaplı gri renkte yirmi santimetre boyunda bir kertenkele koşarak kadının önünden geçti ve geri dönerek ayağının yanında durdu. Kadın onu bir eliyle tuttu ve diğer eliyle sürüngenin kafasını büktü. Kertenkele hemen ölmüştü. Kadın yaratıkla düşünceleri 18 • Sonsuzluğu» Mesajı yoluyla konuştu: Bana geldiğin için sana teşekkür ederim. Sen bugün buluşmamız için doğdun. Senin yaşamın bu iki küçük çocuğu beslemek için benim beyaz suyumla karışacak. Onlar senin etin için minnettarlar. Senin gökyüzü suyunun olmadığı bu zamandaki dirençli ruhun onları önümüzdeki günler için güçlendirecek. Onlar senin enerjini senin amacına saygıyla ve onurla taşıyacaklar. Kadın
kertenkelenin testere gibi pürüzlü olan yerini ısırdı ve onun etini kemirirken suyunu emdi. 19 Güneş gökyüzünün uzak tarafına doğru kaymaya başladığında, ayağa kalktı ve yeniden yola koyuldu. Kadın, misyonerlerin yardım evine yaklaştığında hava neredeyse kararmıştı. Kamptaki bir su kulesine tırmanmakta olan çocuklardan biri onu gördü ve onun geri döndüğünü diğerlerine duyurdu. Kızkardeşlerinden üçü onu karşılamaya gelirken kadın paçavrayla göğüslerini örtmüştü. Onun ülkesinde aynı nesildeki kadınların hepsinin birbirlerinden kızkardeş olarak söz etmeleri bir gelenekti. Aralarında kan bağı bulunmamasına rağmen, bu kadınlar onun geriye kalan tek ailesiydi. Devlet memurları onları bulup buraya gelmeye zorladıklarında onlar çölde tatlı patates arıyorlardı. Bu, beş ay önce olmuştu. O zamandan beri kadına onun tüm halkının öldüğü söylenmişti. Kız kardeşlerden birisi kadının ona hediye edilmiş olan bir çocukla değil de içinde iki kafa ve birçok kol ve bacak olan bir kaseyle geri döndüğünü gördüğünde durdu. Kolları, diğerlerine durmalarını işaret edermiş gibi aşağıya indi. Diğerleri itaat ettiler. 21 İki bebeği görmüşlerdi. Sırtını dikleştirip kendine güvenir bir ifadeyle çevresi çitlerle çevrilmiş alana doğru ilerledi. Çevresi binalar ve duvarlarla çevrili alanın içinde Başkan'in karısı Bayan Enright yanma yaklaştı ve çocuklardan birini aldı. İfadesiz bir yüzle, yalnızca iki bebekten daha iri olanı alıp, "beyaz adamın hastalık mekanı" olarak adlandırılan kıvrımlı saçtan yapılmış kulübeye girmişti. Genç anne onu izledi. Bütün bunlardan sonra konuşmaya başladı. Kapıda ve pencere görevi gören deliklerde kendilerini gözetleyen kafalar belirdi. Beyaz kadın, köşedeki bir çatlaktan kendine bakan bir çift göze doğru, "Canınızı sıkmayın sayın Rahip Enright," dedi. Bir fener yaktıktan sonra, bebeği kaba bir şekilde oyulmuş çıplak masanın üzerine koyup ikinci bebeği de onun yanma bırakırken, "Şimdi bakalım burada neler varmış," dedi. "İki bebek; biri kız biri erkek. Neyse, daha kötüsü de olabilirdi. Siyahilerin üçüz doğurduklarını duymuştum. Yeterince sağlıklı görünüyorlar." Anne, "O, ilk doğan," diye atıldı. "Ne?" Daha küçük olan kız bebeği işaret ederek, "O, ilk doğan bebek!" diye tekrarladı. Şişman, yumuşak yüzlü kadın, "Ah, bu önemli değil, hayatım," dedi. "Hem de hiç önemli değil." Anne, anlamıyorsunuz, diye düşündü. Hatta anlamaya bile çalışmıyorsunuz. Topraklarımıza kendinizle 22 birlikte, tıpkı kendiniz gibi zincire vurulmuş insanları getirdiniz. Ardından bize yolumuzun yanlış olduğunu söylediniz. İnsanlarımı tepelerden aşağılardaki sınıra ölüme yoUadmız, ya da çoğu sizin hastalıklarınızla hastalandı ve öldü. Hayatta kalmayı başaranlar sizin dilinizi konuşmaya, sizin yaşadığınız şekilde yaşamaya zorlandı. Şimdiyse bana, bebeklerimi belirlememin bile önemli olmadığını söylüyorsunuz. Bunlar garip ve zor zamanlar ve siz anlamaya bile çalışmıyorsunuz! Köşede, ortasına yırtık pırtık, lekeli, zeytin yeşili bir branda gerilmiş olan katlanır, paslı bir karyola duruyordu. Bayan Enright'in gözleri karyolaya doğru yöneldi ve genç kadına başıyla o tarafa gitmesini işaret etti. Kapalı bir yerde bulunmak dayanılmaz bir duyguydu. Genç anne, bebeklerinin yanında kalması gerektiği için, beyaz adamın dinlenme mekanı konusundaki görüşlerine şaşırarak uykuya daldı. Bayan Enright, bitkin düşmüş kızı misyon arazisindeki binaların köşesinde bulunan revirdeki soluk ordu karyolasının üzerinde uyur halde bıraktı. Kızın uyuduğunu mu yoksa bitkin halde kendinden mi geçtiğini bilmiyordu. Zaten bu önemli değildi. Genç kızın yüzünü ve kaba elbiselerinin üstündeki göğsünü boncuk boncuk ter kaplamıştı Burnunun kenarlarına, oradan boynuna akıyor ve en sonunda da kötü kokan brandanın üzerine damlıyordu. "Onunla daha sonra ilgileneceğim."
Gece, genç anne göğüslerinin dolduğunu ve yanındaki bebeklerini beslediğini anımsıyordu. Sesler duydu, ilk 23 l 1U .İT11S1 önce odadaki bir kabile büyüğünün sesini ardından da başka kabileden bir başka insanın sesini duydu. Bu adamlardan hiçbiri kendi ulusundan değildi. Ayrıca, Başkan Enright'ın kulak tırmalayıcı sesi de sürüklenen zihninde asılı kalıyordu. Gecenin bir yarısında uyandı; bir an için nerede bulunduğunu anımsayamadı. Göğsü ağrıyordu. Odanın içi karanlıktı ve tıpkı bir yarasa mağarası gibi kokuyordu. Ay ışığının dikdörtgen bir şekilde vurduğu açık kapı girişini kestirebiliyordu ve masanın sağ tarafta olduğunu biliyordu. Masayı bulup elleriyle üzerini yoklayarak bebeklerini aradı. Masanın üzeri boştu. 24 Misyon, bir kilise arazisiydi. Burası ilk olarak, Avustralya kıtasının bu tanrının terk ettiği kısmına, kafir siyahi yerlilerin ruhlarını kurtarmak için gelen misyonerler tarafından ortaklaşa kurulmuştu. Daha sonra, hükümet tarafından vatandaşları bir örnek yapmak için uyguladıkları programın bir parçası olarak burası kullanılmaya başlanmıştı. Bu kıtanın ilk sahibi olan yerlileri hiçbir zaman gerçek birer vatandaş olarak kabul etmeye yönelik bir niyetleri olmamıştı; bunun yerine yasal olarak oy birliği ile Hayvan ve Bitki Topluluğu Kanununun içinde yer almaları kararlaştırılmıştı. Bu mülk, çevresi çitlerle çevrili ve itaatsizliğin fiziksel olarak cezalandırıldığı kiralanmış bir araziydi. Bu yerleşimde ziyaretçiler için düzenlenen geziler önce "Açık Hava Okulu" olarak adlandırılan ve basitçe kaba ahşap sütunların üzerine yerleştirilmiş bir çatıdan oluşan mekanın ziyaret edilmesiyle başlıyordu. Bütün yerlilerin, hangi yaşta olurlarsa olsunlar eğitilmeleri gerektiğini söylemekten büyük bir gurur duyuyorlardı. Eğitimde kullanılan temel kitap İncildi. Üzerinde durulan en önemli konu, 25 yerlilerin kabilelerine ait geleneklerinin şeytanın işi olduğu ve bu nedenle de yasaklandıklarının iyice anlaşılmasıydı. Bunun ardından, yerleşimi gezen kodamanlar küçük bir şapele götürülüyorlardı. Bu üç tarafı kapalı bir yapıydı. Ön kısmı tümüyle açık olan yapının içinde ilk görülen, bir çarmıha gerili kanlar içindeki İsa heykeli ve onun hemen altında da ortasında küçük bir kürsünün bulunduğu dört tane kırmızı kromdan mutfak sandalyesiydi. Cemaat üyelerinin ayakta durmaları ya da toprak zemine oturmaları gerekiyordu. Ziyaretçiler bundan sonra içinde ne tıbbi bir aracın ne de donanımın bulunmadığı bir kliniğe götürülüyorlardı. Bütün sargı bezleri, merhemler ve ilaçlar, şartlar gerektirdikçe içeriye ya da içeriden dışarıya taşınıyordu. Bu bina göstermelik bir yerdi ve üzerine özel bir yer olduğunu belli etmek için beyazla bir § işareti konmuştu. Kabilenin insanları, çoğunlukla buraya yürüyerek girdiklerini ama taşınarak çıktıklarını farketmeye başlamışlardı. Arazinin içinde aynı zamanda, başkan yardımcısının ailesinin kalması için iki küçük yapı ve Enrightların yaşadığı büyük bir ev de bulunmaktaydı. 1930'larda, medeniyetten uzakta iyi kötü bir takım binalar yapılıyordu ve bunlar hem görünüş hem de yapısal olarak, kentlerde oldukça geleneksel bir hal almış olan krem sarısı kum taşı meydanlardan bir hayli farklı oluyorlardı. Misyon yerleşimindeki mimaride hiçbir tür süsleme kullanılmamıştı. Ev, tek katlı, öne doğru hafifçe eğik teneke kaplı çatısı olan ve dört tarafında veranda bulunan kübik bir binaydı. Enrightlara, sıcak havanın 26 L, 11 iti illi deveran etmesi için açık bırakılması gereken pencereleri gölgeleyen sundurmalara ihtiyaç duyacakları söylenmişti. Mevsimler, rüzgarlar ve rüzgarların nereden geldiği konusunda hiçbir şey bilmedikleri için işçilere, binanın her yanını kaplayan bir sundurma inşaa etmelerini söylemişlerdi. Ön kapıdan girişteki ilk oda, ilk başta şapelde bulunması düşünülmüş olan ve iç dekorasyonun ana bölümünü oluşturan siyah ayaklı bir körüklü orgun durduğu resim odasıydı. Müzik aleti gelmeden önce, aletin büyüklüğü ve üzerindeki "Kırılacak
Eşya" ibaresi nedeniyle gecikmiş ve yönetim, böyle bir sanat şaheserinin, en azından beyaz rahiplerin bildirdiği kadarıyla nota ve ritim duygusundan uzak yerlilere gönderilmesinin bir kayıp olacağı yargısına varmıştı. Aslında, bu ırkın dini içerikli hiçbir şarkısı yoktu. Bütün tarihleri boyunca, kültürel açıdan pek az gelişim göstermiş gibi görünüyorlardı. Yerlilerin müziklerine ekledikleri sözler son derece saçma sapan hikayeler olarak görüldüğü için de, org, beyaz resim odasında korunaklı bir şekilde kaldı. Evin zemini çıplak ahşap döşeme kaplıydı ve Avrupa tarzı mobilyalarla döşenmişti. Yatak odalarında geleneksel yıkanma leğeni ve çömlek taslar bulunuyordu ama yalnızca misafir için ayrılmış yatak odasındaki çömlek kap erkek misafirler için bulunan traş tası ile uyumlu olacak şekilde elle çizilmiş güllerle boyanmıştı. Evin kuzey tarafında, yüksek bir tezgahın üzerinde bir su fıçısı duruyordu. Su fıçısından eve su boruları uzanıyordu. Mutfakta musluktan su akıyordu ki bu, 27 böyle ıssız bir yer için oldukça modern bir donanımdı. Burada yaşayan topluluk için kullanılan su deposu daha yüksekte bulunmasına ve daha fazla miktarda su depolayabilir halde olmasına karşın, Enrightların kişisel su depolarında daima daha fazla miktarda su bulunurdu. Binaların tam ortasında, herkesin ortaklaşa yemek yemesi için kullanılması düşünülen ama başarılı olunamayan, dört çıplak ahşap sütun üzerine çatı kaplanmış bir alan bulunuyordu. Yabancı idareciler, küçük gruplardan oluşan kabile insanlarının bir araya gelmeye zor-lanamayacaklarını ve bir gecede beyaz adamların uyum ve barış standartlarına uyamayacaklarını anlayamamışlardı. Enrightlar ve Avrupalı arkadaşlarına göre, bütün siyahiler, hangi kabileye ait olurlarsa olsunlar birbirlerinin aynıydılar. Onlara kaşık, çatal ve kap kullanmayı öğretmek aynı derecede sabır gerektiriyordu. Bıçak kullanmaya izin yoktu. Çevresi çitlerle çevrili alanın içinde, yerlilerin kendileri için yaptıkları ve beyaz adamların "hörgüç" olarak adlandırdıkları yapılar vardı. Bunlar ince kartondan yapılmış gibi ya da gökten kümeler halde düşmüş gibi duran derme çatma dairevi kulübelerdi. Yerliler için odalar ya da duvarlar önemli değildi. Bu kulübeler onlara gölge sağlıyordu. Tarihsel olarak, gezgin kabileler çok ender olarak bir şeyler inşa ederlerdi çünkü yaşamları sürekli bir yolculuktan oluşurdu. Bu yerleşim on farklı grup insandan arta kalanlardan oluşuyordu ve bu gruplardan her birinin kendilerine özgü giyinişleri, inançları ve dilleri vardı. Bu tutsaklar, birbirlerini pek iyi 28 sonsuzluğun Alesajı anlamadıkları gibi, izin verilen tek konuşma dili olan ingilizceyi de yalnızca birkaçı biliyordu. Genç anne gibi bazıları, sıra dışı bir şekilde zekiydi ve çabuk öğreniyordu ancak büyük bir çoğunluğu bilgiyi pek kavrayamıyor gibiydi. Genellikle uysal ve cana yakındılar ve büyük bir kısmı dürüst ve güvenilir olduklarını kanıtlamışlardı. Beyaz dünyanın anlamadığı şey, bu kabile insanlarının başka bir kabilenin topraklarında, şarkı sınırlarıyla çevrilmiş ve kendi yöneticilerini kaybettikleri topraklarda bulunduklarına inanmalarıydı. Şimdi denetim beyazların elindeydi ama onlar kesinlikle kendi yöneticileri, kendileriyle ilgilenen kişiler değillerdi. Yerliler, burada birer tutsak olduklarını biliyor ama gene de sanki başka bir kabileye davet edilmiş misafirler gibi davranmaları gerektiğine inanıyorlardı. Bunun yeni bir kanun olduğunu anladıktan sonra ve kendilerine İsa'nın bir kahraman olduğu iyice açıklandığında Hıristiyanlığa döndürülmeleri zor olmuyordu. Kilise kadrosu bunun pek farkında olmasa da Aborijinler kahramanlara büyük bir saygı duyuyorlardı. Binlerce yıldır ağızdan ağıza aktarılan şarkılarında ve danslarında pek çok kahraman ve kahramanca eylem anlatılıyordu. İsa, ölüleri canlandıran büyük bir şifacıydı. Onlar kendi şifacılarınm da ölüleri canlandırdıklarını görmüşlerdi. Ayrıca İsa'nın babası dünyayı yarattığına göre, bu baba, kendi atalarından bir tanesi olmalıydı. Rahip Enright, kızıl saçları ve sakalıyla, sonsuzluk düşünüldüğünde yalnızca bir tek
seçenek olduğunu söylerken son derece ikna ediciydi. Bir insan yalnızca İsa aracılığıyla Cennete girebilir ya da eğer ona 29 Mario Morgan karşı çıkarsa, sonsuza kadar cehennemde kalmaya lan-etlenirdi. İnsanlar sonsuzluğun ne olduğunu anlayabiliy-orlardı ama cehennem gibi bir mekanın varlığından hiç hoşlanmıyorlardı. Genç anne, sabahı endişe ve akıl karışıklığı içinde geçirdi. Ne bebeklerini ne de kız kardeşlerini bulamamıştı. Bu konuda kendisiyle konuşacak hiç kimse yoktu. Enrightların evinin çevresindeki beyaz kazıklı çitin içine girmesi yasaklanmıştı. Sabahı, çılgına dönmüş bir şekilde bir mekandan bir mekana, bir insandan diğerine koşarak geçirmişti. Sonunda yürümeye başlamış ve sevdiği herkesin kaybolması ile ilgili olarak ipuçları bulmaya çalışmıştı. O gün hiçbir şey yemedi ve saatler boyunca fiziksel ve zihinsel bir ıstırap içinde kaldı. Göğüslerinden damla damla süt geliyordu. Bir grup sinek bedeninin çıplak ve örtülü kısımlarında aynı derecede ilgi ve rahatlıkla dolaşıyorlardı. Neler olduğunu bir türlü anlayamıyordu. Bütün bunlar, kendi insanlarından öğrendiği her şeyle çatışıyordu. Bir zamanlar Yaşlı Kişinin kendisine söylediklerini hatırladı: "Beyaz derililer kötü değildir. Onlar yalnızca kendi özgür iradelerini, bizim insanlarımız için iyi kokmayan ve tadı iyi olmayan şeyler yapmakta kullanıyorlar." Ama bu genç kadın için onları yargılamamak kolay bir şey değildi. Yaşlı Kişi aynı zamanda şunları da söylemişti: "Onların, bizim için dünyevi bir sınav olduklarına inanıyorum. Her birimiz bu sınavı geçmek için birbirimize destek olmalıyız!" Ama ona destek olacak kimse yoktu. Yalnızdı! 30 Sonsuzluğun Mesajı Gün sona ererken, daha önceden varolduğunu bilmediği bir zihinsel ve duygusal durumdaydı. Geçmişte yaşayabildiğini fark etti. Şu an onu hiç ilgilendirmiyordu. Baktığı her yerde, yaşamın anlamına ilişkin olarak bildiği pek az şey buluyordu. Ama daha. da eksilmeyeceğim, diye düşündü. Dün, "Bizim için ve her yerdeki tüm yaşam için en iyi olan her neyse, onu deneyimlemeye açığız," dedim. Bugünse benden aldılar. Her şeyim benden alındı. Üzüleceğim, yas tutacağım. Böyle davranmam doğru çünkü hissettiğim şey bu, ama kalbimin daima, Sonsuzluğun çok, çok uzun bir zaman olduğunu tekrarladığını duyacağım. Çocuklarım ve ben sonsuza kadar birer ruhuz. Bu gizemli ve acı dolu karmaşık yolculukta, bir şekilde görülmeyen ve hissedilmeyen bir sevgi ve destek var. Yaşamlarımızın amacı ne? Bilmiyorum! Ama mükemmel bir amacı olduğunu biliyor ve onu üzüntüyle kabul ediyorum. Onu birkaç ay sonra bir sığır çiftliğinde çalışmaya gönderdiler ve kadın günlerini pamuklu bir elbise ve boynunun ve belinin arkasından bağlanan kolalanmış bir önlük giyerek geçirmeye başladı. Gün doğumunda siyah ayakkabılar giyiyordu, bu ayakkabılar onu ocaktan çamaşırhaneye çamaşırların asıldığı yerden sebze bahçesine ve sonra yine mutfağa götürüyordu. Kadının günlük programı yıllar geçtikçe biraz değişti. Kadın artık günü asla atalarından kalan sabah ritüeliyle karşılamayan sakin birisi olup çıkmıştı. Onun için yeni bir gün yoktu. Artık konuşmuyor, rüya görmüyor ve işi dışında bir etkinliğe katılmıyordu. Dışarıdan bakıldığında, kadın tüm 31 ¦inarıo iiıorgan umudunu, yaşama duyduğu tüm ilgiyi yitirmiş, belki de bazen aklını kaçırmış gibi görünüyordu. Gerçekteyse, o yalnızca kontrol edemeyeceği bir duruma boyun eğiyordu ve dinsel inançları doğrultusunda, gelişmesini istemediği bir şeye enerjisini vermeyecekti. Duyduğu keder duygusunu kabul ediyor ve bir başkasının yaşamını ne etkiliyor ne de engelliyordu. Kadın bunun ruhsal gereksinimlerini yerine getireceğine inanarak, yalnızca belleğindeki geçmişe ait sessiz, huzur dolu olaylarda yaşıyordu. Bu, onun yaşamayı sürdürmesi için tek neden haline gelmişti. Olanların doğru olduğunu düşünmüyordu. Olanları anlamıyordu, ama yaşadıkları, duygularıyla çelişki içindeki bir şeye inanmanın ötesine geçmişti. Onun halkı için inanmanın ötesindeki adım bilmekti. Kadın olanları kabul ediyordu çünkü her şeyin, evrenin mükemmel amacı doğrultusunda gerçekleştiğini biliyordu. Yalnızca gelecek zaman içerisinde bir yerde tarih, her yerdeki
yaşamın tümü için en iyi olanın dünyanın bu küçük parçasında kendisini göstermesine her nasılsa bir fırsat tanındığını kaydedecekti. 32 Bayan Enright'ın yeni anneyi, onun yaşayıp ölmesine aldırmayarak yorgun bir halde, yeşil ordu işi sığınakta tek başına bıraktığı gece, papazın eşi bebekleri ne yapacağına karar vermeye çalışarak telaşla koşuşturdu. Bayan Enright, bu çocukları koyacağım bir sepet gerek, diye düşündü. Mutfakta bu işi görecek bir tane vardı. Kadın eve doğru gitmeye başladı, sonra yeni doğmuş iki bebeği almak için geri döndü. Tahta masadan düşmek için henüz çok küçüklerdi, ama oğlan alışılmışın ötesinde güçlü görünüyordu. "Bu garip yerlilerin ne yapacağı asla bilinmez. Onları bizimle karşılaştırmak çok zor. Bebekleri eve götürsem daha iyi olur." Kadın, yakındaki evinin tahta çitlerle çevrili ön kapısına doğru kıraç tozlu arazi boyunca yürüdü. Taşımakta olduğu bebekleri güçlükle dengede tutmaya çalışarak, kapının kolunu çevirmeyi başardı ve kapıyı poposuyla iterek kapadı. Kadın içeri girdiğinde, yatak odasına geçti, çıplak çocukları sahip olduğu en değerli şeyin, birkaç yıl önce İngiltere'den Avusturalya'ya 33 gelmek için yola çıktığında ona büyükannesinin verdiği rengarenk, el örgüsü yorgan örtüsünün üzerine koymadan önce bir an için tereddüt etti. Kadının aradığı sepet mutfakta, yüksekteki bir rafın üstünde duruyordu; onu indirmek için bir sandalyenin üstüne çıktı. Sepeti törensel bir edayla misafir odasına taşıyarak yataktan bir minder aldı ve onu boş sepetin içine koydu. Evin arkasındaki verandada son un ve şeker dağıtımından kalan karton bir kutu duruyordu; kadın onu içeri soktu. Başka bir minder alıp ikinci bebeğin içinde taşınacağı kutuyu hazırlarken derin bir iç geçirdi. Kaz tüyü minderlerinin yerine yenisini koyması kolay olmayacaktı, ama bu, ileride bir gün üstesinden gelinecek bir sorundu. Kadın bir havluyu ikiye kesip her bir yarısını uyuyan bebeklere sararak çocuk bezi yaptı. Hiç battaniyeye sarılmış bir Aborijin bebeği görmemişti. Bu sefer de buna gerek yoktu. Alice Enright zaman zaman çıkan küçük sorunları çözme sorumluluğunu üstlenmişti. Kocası bir papaz olduğundan dinsel yaşamın getirdiği genel politikayla ilgilenmekle meşguldü. Adam ona sık sık bu işlerin kendisinin gelecekte mesleğindeki gelişmesi için ne kadar önemli olduğunu ve önemsiz işlerin kendisine yüklenmemesi gerektiğini anımsatıyordu. Kadın bu uzak ve yabancı yerde, sevgili İngiltere'lerinden o kadar uzakta, kocasının yaşamını elinden geldiği kadar rahat ve stressiz hale getirmek için çok çalışıyordu. Evlendiklerinde, onun fazla genç olması ve kendinden yaşlı bir adam için duygusal açıdan yeterince olgun olması nedeniyle, din34 dar bir çiftin kendisine düşen yanını temsil etmeye hazır olmadığından endişe edilmekteydi. Kadın her gün değerli biri olduğunu kanıtlamaya çalışmıştı. Kocasının kendisini hiçbir zaman sevmediğini biliyordu. O, cinsel arzuları olmayan bir erkekti ama kadın kendisinin de onu sevmediğini itiraf etmek zorundaydı. Kadın gençti ve umutsuzca evi terketmek, gezmek ve dünyayı görmek istiyordu. Papaz Enright'la evlenmek ve Avusturalya'ya yolculuk yapmak, karşısına mükemmel zamanda çıkan bir fırsattı. Kadın telefonun yanma gitti ve ahizeyi kaldırdı. Telefonu elinde tutarak operatör yanıtlayana kadar yandaki mandala basıp durdu, sonra uzaktaki bir yere bağlanmak için bekledi. Alice yerel operatörün misyonun duvarlarının ötesinden gelen en son haberleri dinlemek için hatta kaldığını biliyordu. Neyse ki çok uzaktalardı da onun dedikodularının çoğu daha çok yakındaki topluluğun günahlarıyla ilgilenenlerin kulaklarına çalınıyordu. "Birdie, benim; Bayan Enright. Seni yeniden yardım istemek için aradığıma üzgünüm, ama acil olarak yardıma ihtiyacım var. Elimde kurtulmam gereken yeni doğmuş bir oğlan var. Aslında, iki çocuk var, ikizler, ama Katolik öksüzler yurdu kızı alacak. Onlarla geçen hafta konuştum ve yerleri olduğunu öğrendim, ama tabii ki bir bebeğin doğacağını sanıyorduk, iki değil. Misyonun haftalık erzak kamyonu yarın yola çıkacak, ama Alex'i bu gece oğlanı getirmesi için senin oraya gönderebilirim. Ondan kurtulmama yardımcı olur musun? Onun için bir yer bularak bize yardım edebilir misin?" Telefonun öbür ucundaki Birdie, Papaz Enright'ın
35 meslektaşı ve kilisenin önde gelen bir kişisi olan Papaz Willett'in eşiydi. Birdie Alice'in ve diğer papaz eşlerinin kendisini aramasına alışkındı. Ne de olsa, kocası bu yabancı ülkedeki görev için İngiltere'de atanan delegasyonun en başta gelen üyesiydi. Bu otomatik olarak Birdie'yi de en önemli kadın haline getiriyordu. Birdie asla zor bir işi geri çevirmemesi ve başarısız olmamasıyla övünürdü. Kendinden genç kadınların, "Birdie Willett'in halledemeyeceği hiçbir şey yoktur," demelerine bayılıyordu. Kilise kırk yıldır vahşi dünyadan çıkarılıp getirilen' yetişkin yerlilerin oturmaları, onların uygarlaştırmaları, eğitilmeleri ve ruhlarının kurtarılması için misyoner kampları kurmaktaydı. Katolikler çocuklar için yetimhaneler açmışlardı. Şu anda, kurumun çevrelediği alanlarda yetiştirilmiş ve on altı yaşına geldiklerinde topluma kabul edilmiş olan yetişkin Aborijinler vardı. Şimdiye kadar, İncil'de söylendiği gibi açları doyurmak ve susuz olanlara su vermenin dışında projede herhangi bir toplumsal başarı belirtisi görülememişti. Ama on altı yaşından sonra, Aborijinler hala aç ve susuz kalıyorlardı ve hala gereksinimlerini sağlamak için beyazların eline bakıyorlardı. Bunun sonunun ne zaman geleceğini, en son vahşinin ne zaman uygarlığa kazandırılacağını, onların dinsiz törelerinin ne zaman sona erdirileceğini ve nüfuslarının ne zaman mucizevi bir biçimde kontrol altına alınabileceğini kimse tahmin edemiyordu. Telefon konuşması Birdie'nin çocuk için bir yer bulmayı kabul etmesiyle sona erdi. Alice kapıya gitti ve kollarını salladı. Orada alıkoyu36 Sonsuzluğun Mesajı lanlardan iyi izlenim bırakmak isteyen birinin verdiği emri yerine getirerek onu memnun etme şansını havada kapacağını bildiğinden, karanlık gecenin içinden, "Git Alex'i getir," diye bağırdı. Kime söylediği fark etmezdi. Her zaman çitin etrafında gizli gizli dolaşan bir iki tanesi bulunurdu. Alice'in kafasında bunların hepsi bir tek garip ve zorlu insan paketi oluşturacak biçimde üstüste yığılmıştı. Birazdan Alex mutfak kapısını çaldı. İnce yapılı, altmış yaşında olduğu halde daha yaşlı gösteren ve her zaman banyo yapmaya ihtiyacı olduğu izlenimini veren biriydi. Alice ona planını anlattı. Alex bir saat dinlendikten sonra Sydney'e uzun süren bir yolculuğa çıkmayı kabul etti. Alice ona bir bardak limonata koydu. Geçenlerde ölmekte olan bir yavru kangurunun hayatını kurtarmakta kullandıkları biberonla sepeti ve kutuyu Ford'un bagaja dönüştürülmüş ön koltuğuna yerleştirmeden önce ikizleri besledi. Alex eski bir mahkumdu; babası da, dedesi de birer mahkumdu. Hırsızlıktan on sekiz yıl yattıktan sonra hapishaneden çıktığında, kendisini evsiz barksız, işsiz bulmuştu ve çevresinde yardım isteyebileceği hiçbir arkadaşı ya da akrabası yoktu. Başı fazla içki içmekten, eğlenceye düşkün olmaktan ve aklı hep uğradığı barların ve gece klüplerinin kasalarını boşaltmakta olduğundan defalarca belaya girdi. Sonra Tanrıyı buldu, ya da en azından Tanrıyı bulmuş olanları buldu. Belli ki onların sorularına doğru yanıtları vermişti, çünkü ona kendisini yanlarına almayı ve iş bulmayı önerdiler. Misyonun acilen bir şoföre ihtiyacı olduğunda, Alex onlara, geçici 37 JVlarlo Morgan de olsa, iyi bir çözüm gibi görünmüştü. Alex her kasabaya indiğinde viski alırdı, ama bunu asla herkesin gözü önünde içmezdi. Şimdiye kadar her şey yolunda gitmişti. İki bebek, öksüzler yurduna gidecek olan kutudaki kız ve kente gidecek, daha etkileyici bir sepete konulmuş olan oğlan, arabaya yüklendiğinde, Alex sekiz saatlik yolculuğa başladı. Misyonun arazisinden iki kilometre kadar uzakta iki kulağını da koyun yünüyle tıkamak için durdu. Bebekler uyuyor olduğu halde, Alex yolculuğun gürültülü olmasını bekliyordu. Koltuğunun altına uzandı ve bir şişe çıkardı, ona güç verecek olan bir iki yudum çekti ve şişeyi kendisiyle ufaklıkların arasına koydu. Arabayı kıraç, boş arazide tek şeritli, kısmen taşla döşenmiş patika boyunca sürdü. Hava akımındaki değişmeler rüzgarın aracın sağ tarafındaki pencerelerinden girmesine neden olacaktı. Böylelikle hiç esinti olmayacaktı.
Birkaç kilometre sonra rüzgar sol pencerelerden esmeye başlayacaktı. Görünmeyen dünya arabanın içindekileri çevreliyormuş gibi görünüyordu. Arazide otomobil motorunun gürültüsü dışında hiçbir ses yoktu. Gecenin karanlığını, arabayı izleyen ince kızıl bir toz bulutundan oluşan, bir çocuğun kafasının üstündeki dönen saçı andıran bir girdap bozuyordu. Yukarıdaki bulutlar, aşağıdaki dünyaya ait araçtan daha hızlı ilerliyordu. Kara bir bulut bir süre için ayı kapladığında, gecenin ışığının tek kaynağı, uçsuz bucaksız ufuk tümüyle karanlığa gömülüyordu. Alex'e sanki gökyüzündeki dev bir el, gökteki fener ışığının 38 üstünü örtüyormuş gibi geliyordu. Bulut çabucak geçiyordu ve ışık kaynağı yeniden görünüyordu. "Bu neredeyse doğadan gelen, Morse alfabesiyle yazılmış bir yazı; nokta, nokta, çizgi." Viskisinden bir yudum daha aldı. Bu düşüncenin yarattığı tekinsiz duyguyu sevmemişti. Kendi kendine "Umarım bu bir SOS sinyali değildir!" dedi. Öksüzler yurdu yolun yarısında olduğundan, Alex önce kız çocuğunun içinde olduğu kutuyu yerine ulaştırdı. Gece görevindeki rahibenin ikram ettiği bir fincan çayla iki Arnott bisküitini kabul etti, ama orada fazla oyalanmadı ve içki kokusunun alınmayacağı bir mesafede durmaya dikkat etti. Araca geri döndüğünde, öbür çocuğun derin bir uykuda olduğunu gördü, ama toz, havayı kirleten dumanlar ve besin eksikliği çocuğu etkilemeye başlamıştı. Çocuk yolun geri kalanında en ufak bir ses bile çıkarmadı ve sadece gün doğarken biraz kımıldandı. Sonunda, araç dünyanın en güzel limanına bakan kayalığın üzerine kurulmuş olan bir dizi harika evin önündeki kaldırım taşlarıyla kaplı eşsiz bir yola geldi. Willett'lann malikanesi, önünde dört uzun, beyaz sütun olan baklava biçiminde elle kesilmiş taşlardan yapılmış bir evdi. Evin önünden geçenler uzaktan gelen, aşağıdaki koyun kıyısına vuran okyanus dalgalarının çıkardığı sesi duyabilirdi. Görülmeye değer bu manzara, üst katın arka pencerelerinden bakabilecek kadar ayrıcalıklı kişiler ya da kayalığa oyulmuş olan eski zamana ait taşlardan oluşan avluda oturup rahatlamak için davet edilenler içindi. Çimenlik ve öndeki çiçek ekili 39 açıklık, araba yolunun girişini daha sonra da iki garajın etrafını çeviren ve kuzeye bakan süslü bir revağın altında sona eren bir dizi uzun ağaca çıkıyordu. Alex daire biçimindeki yola girdi ve sonra malikanenin, üzerinde TESLİMAT yazılı pirinç bir levha olan tahtadan oyulmuş bir kapının olduğu yan tarafına gitti. Bebek şimdi temiz hava almak için soluk soluğa kalmıştı, karnı sindiremediği sıvıyla şişmişti ve bedeni acı içinde kıvranıyordu, ama oraya vardığında sessizdi ve kendini içinde bulunduğu koşullara bırakmış durumdaydı. Birdie Willett kendini Avusturalya'daki kilise organizasyonunun en güçlü kadını sayıyordu. Her şey onun kontrolü altındaydı. Papazların eşleri hep onun emrinde çalışıyordu. Birdie onlardan birini ikinci defa olarak bir komitenin başkanı yapmamayı alışkanlık haline getirmişti. Kadınlar yönetimle ilgili biraz deneyim kazanabilirlerdi, ama güven kazanacak, kendilerini izleyecek kimseleri bulacak, ya da daha uzun süre çalışmak için gönüllü olacak deneyimi kazanacakları kadar değil. Birdie tüm Avusturalya'daki Pazar Okulu'nun müfredatını idare etmekle ve inşaat alanları da dahil tüm yeni misyon yerlerini belirlemekle uğraşıyordu. Yaşlılar için yapılan tüm programlar, tüm hayır işleri, tüm kilise gezileri ve dekorasyonları onun onayına sunuluyordu. Birdie papazların ve eşlerinin giyinişleri dışında her şeyi kontrol ediyordu, ama bunu da gri çoraplara ve iç çamaşırlarına kadar baştan ayağa Papaz Willett'in giydiklerini ısmarlayarak halletmişti. Birdie toplantı komitelerinde ve kilise korosu 40 komitelerinde hizmet vermekle ve tatil planlarını aylar öncesinden hazırlamakla o kadar meşguldü ki, gerçekten de kimsesiz bir Aborijin bebeği yerleştirmekle uğraşamazdı. Birdie onu taşraya gönderecek ve onunla daha sonra ilgilenecekti, ama itibarini korumak için, Alice Enright'a yüzde yüz etkili görünmek zorundaydı. Birdie kocasına çocuğu o gün vaftiz etmesini önerdi. Bu iş onların mutfak lavabosunda yapılabilirdi. Birdie bu vahşiye bir Hıristiyan adı takmak için
hiçbir neden göremiyordu, onun için Geoff adında karar kıldı. Bu yeterince nötr bir addı. Soyadı daha sonra belirlenecekti, tabii eğer buna gerek duyulursa. Çoğunlukla buna gerek olmazdı. Aborijinler için kanuni işlemler yapılmasına gerek yoktu. Papaz Willett duaları okudu ve suyu bebek Geoff'un yaşamıyormuş gibi duran kafasının üstüne döktü. İkisi de bebeğin neden bu kadar tepkisiz göründüğünü bilmiyordu. Birçok yerli bebek ölmüştü, onun için belki bu çocuk da ölecekti. Papazın acelesi vardı. Vaftiz ettiği çocuğu kilise kütüğüne kaydetti ve sonra Birdie'nin o gün yapılması gereken her şeyi yapacağını ve bunu yapmaktan zevk alacağını bildiğinden derhal dışarıya çıktı. Papaz fahişelikle geçen bir yaşamdan sonra iyi bir kız olmaya çalışmakta olan Shirley adlı zavallı kaybolmuş bir ruha yardım etmeye gidiyordu. Bu, onun altıncı ziyaretiydi. Şimdiye kadar, Shirley karışıklıktan uzak duruyormuş ve sevgili papazın kendisine eşlik etmesine izin veriyormuş gibi görünüyordu. Geoff bu şahane evde yalnızca vaftiz edilene ve 41 Sydney'de altı ayda bir yapılan büyük alışverişte, Aborijin çocuğun sepetini taşradaki bir topluluğa yapılacak gidiş-dönüş yolculuğa çıkacak olan trene yüklenen diğer paketlere eklemeyi isteyecek olan taşralı bir aile bulunana kadar kaldı. Hanover'ların dokuz yaşında bir kızları vardı, adı Abigail olan bu kız, küçük siyahi oğlanın doyurulmasını ve bakımını, çok sevdiği oyuncak bebeğine olduğundan daha büyük bir bağlılıkla üstlendi. Oğlan ona dikkate değer derecede tepki verdi. Uzun tren yolculuğuna rağmen, eve varmalarından hemen sonra, bir işçiye neredeyse iyileşmiş olan çocuğu bir sonraki yolculuğuna çıkarma görevi verildi. Henüz yetmiş iki saatlikken, ikiz olarak doğan çocuğun kan bağı olan insanlarla tüm bağları koparılmış, çocuk yüzlerce kilometre yolculuk yapmış, Geoff adını almıştı ve şimdi de varlıklı beyaz bir taşralı ailenin vesayeti altına girecekti. Çocuk Birdie'nin kayınbiraderiyle eşi Howard ve Matty Willett'a gidecekti. 42 Kız çocuğun en eski anısı o tuğladan zeminden alınıp yuvarlak ince bir soğuk su tübüne koyulurken Doreen'in çenesinin altındaki beyaz ete bakmasıydı. Ayakta durup bir kenara tutunurken, Doreen'in boğazıyla aynı hizada olan kir bağlamış yüzeye hayran kalmıştı. Suyun içindeki yağ suyun parlak gökkuşağı renklerinden oluşmuş gibi görünmesine neden oluyordu. Kız ya bu parlayan görüntüye ulaşmaya çalışırken tuttuğu yeri bırakmış ya da bir adım atmaya çalışmış olacaktı ki birdenbire ayakları kaydı ve kendini suyun dibinde buldu. Daha sonra soluk almak ve tutunacak bir şeyler bulmak için verdiği çabayı anımsadı. Bilinmeyenin korkusu kalbini ve akciğerlerini doldururken gördüğü gri renkli bulanık görüntü aklına geldi. Bir mucize eseri olarak, küvetin kenarını buldu. Doreen odaya dönene kadar öksürdü ve ağladı. Kızın bu dünyaya ait ilk anısı dehşet duygularıydı. Bu anı, iki yaşındayken hafızasına kaydedilmişti. Kız, Merhametli Rahibeler Öksüzler Yurdu'nun bakımı altındaki, suya batırılan ya da daha doğru tanımlanacak olursa, banyo yaptırılan bir grup küçük 43 kızın sonuncusuydu. Doreen onun en kısa boyluları olduğu için her zaman en sonuncu olduğunu söylemişti, ama diğer kızlar onun en çirkinleri olduğu için en sona bırakıldığını söylüyorlardı. Hepsi de çirkindiler. Kız bunu büyüklerin sürekli olarak söylediğini duyduğu için biliyordu. Şimdi en çirkinleri olarak seçildiğini anlamaya başlamıştı. Hepsi farklı renklerdeydi, aynı Doreen'in her gün içtiği ve rengini değiştirmek için krema damlaları eklediği çay gibi. Onun ten rengindeki koyuluğa neden olan şey, kayıp bir anneyle bilinmeyen bir babaydı. Kız, doğumundan yalnızca saatler sonra kilisenin vesayeti altına girmişti. Kilisede yapılan işlemlere göre her yıl "A" harfinden başlamak üzere kızlara alfabetik sıraya göre ad veriliyordu Avlardan Ocak olduğu ve kız 1936'da gelen ikinci çocuk olduğu için, onun adı Beatrice koyuldu. Annesi ile babası ya da ailesinin diğer üyeleri hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Sonraki yıllarda, bir ebeveyne, sevgi dolu bir anneye, ona bakan bir babaya, belki de bir kız ya da erkek kardeşe sahip olmanın nasıl bir şey olacağını hayal etmeye çalıştı, ama bunu hayal etmeye çalışmak gözleri açıkken uyumaktan bile daha zordu. Kız tüm
varlığını kimsenin kızı olmayarak yaşadı ve kendini her zaman çok yaşlı hissetti. Ayinlerde ya da yemeklerde dua ettiklerinde, o, diğer küçük kızların dua etmek için kaldırdıkları ellerinin arkasını incelerdi. Onların ciltleri güzel ve pürüzsüzdü, ama kendi ellerinin yüzeyinde kurum binasının çevresindeki yüksek arazideki gibi dalgalı damarlar vardı ve elleri yönetici konumundaki yaşlı, solgun Başrahibe 44 sonsuzluğun Mesajı Agatha'nınkiler gibiydi. Rahibeler uzun siyah giysiler giyiyorlardı, kafalarında kolalanmış beyaz askıyla tutturulmuş siyah peçeler vardı. Rahibe Agatha'nın saçları görünmüyordu, ama yaşını ele veren yaşlı bir yüzü ve ağarmış kaşları vardı. Beatrice üstlendiği uzlaştırıcılık rolünün küçüklüğünden beri farkındaymış gibi görünüyordu. Çocuklar arasında tartışmalar çıktığında ya da birisi grubun dışında bırakılıp kendisini yalnız hissettiğinde, Beatrice'in onları yatıştırmak, her iki tarafın da anlayışlı olmasını sağlamak için müdahele etmesi doğal bir şeydi. O, her zaman başka insanların hislerinin farkında olmuştu; başkalarının hislerini onların sözlerini değil, seslerini dinleyerek ve gözlerine dikkat ederek anlayabiliyordu. Beatrice bu duyarlılığını anlamadan ve bunu bir armağan olarak kabul etmeden çok önceleri de başkalarının duygularını hissedebiliyordu. Çevresinde her zaman başkaları vardı. Kendini nadiren bir odada yalnız buluyordu, ama bu onun hissettiği boşluğu doldurmuyordu. Beatrice eksik olanın ne olduğunu ya da kendisinde neden bir eksiklik hissettiğini bilmiyordu ama eksiklik duyuyordu. Bir gün ziyaretçilerden biri, öksüzlerin zaten hiç bilmedikleri bir şeyi özle-memelerinin de daha iyi olacağını söylemişti. Beatrice bu sözleri duymuştu, ama bu doğru değildi. Kız eksik olanın ne olduğunu bulamıyordu, ama kesinlikle kendisini eksik hissediyordu. Bir gün bir rahibenin bir diğerine Beatrice'in diğer kızlara gösterdiği alışılmamış ilgiden dolayı garip bir kız 45 ¦inan o iuorgan olduğunu söylediğini duydu. Rahibe onun ileride bir lezbiyen olabileceğini ima ediyordu. Beatrice'in bu sözcüğün ne anlama geldiği konusunda hiçbir fikri yoktu, ama bu sözler Beatrice'in ruhunun derinliklerine işlemişti. Rahibenin tavırlarından, bunun iyi bir şey olmayacağını anlamıştı. 46 Papaz Willett'in erkek kardeşi Howard ve eşi Matty'nin, oldukça derece büyük bir koyun ve sığır çiftlikleri vardı. Herkesin saygı duyduğu ve korktuğu Howard, ailenin reisi, kendi çiftliğinin ve çiftliği çevreleyen arazinin yöneticisiydi. Howard uzun boylu, kaslı, her zaman taranmaya ihtiyacı varmış gibi görünen kum rengi sarı saçlarla kaplı büyük kafası olan bir adamdı. Bacakları ata binmekten bükülmüş gibi görünüyordu. Hava nasıl olursa olsun her günü dışarıda açık havada geçirdiğinden, cildi insan derisinden çok buruşuk bir kayışa benziyordu. On yıl önce İngiltere'de evlendiklerinde, Matty kısa boylu, narin, bedeni mükemmel bir kadındı; erkekler ve kadınlar ona bir defa daha bakmak için dururlardı. Şimdiyse, yıllardır lüks yaşamdan uzak kaldıktan, her gün çiftliğin günlük işleriyle uğraştıktan ve iki oğlunun, üç yaşındaki Abram ve yedi yaşındaki Noah'nın doğumundan sonra, Matty'nin koruduğu tek fiziksel özellik kısa boyluluktu. Matty, komşuların Willett hanedanının sert, acımasız, erkek zihniyetini dengelediğine inandıkları sıcak ve hoş iuarıo bir kişiydi. Matty, kendisine terk edildiği söylenilen yerli çocuğu, kocası Howard'a onu bir süreliğine aldığını ve çocuğun bir sorun çıkartmadığı sürece ve zamanla işlere yardım etmeye başlaması koşuluyla çiftlikte kalabileceğini söyledikten sonra, almayı kabul etmişti. Aborjin ırktan kimselere ilişkin hiçbir tecrübeleri yoktu. Ne de olsa, onlar ülkenin Aborjinlerin yaşamadığı bir bölgesinde yaşıyorlardı. Willett'lar başkalarından öyküler duymuşlar ve olumsuz
bir kanıya kapılmışlardı. Özet olarak, duydukları şeye inanıyorlardı, "Hiçbir Aborjin akıllı değildir. Çoğunluğu tembeldir ve yetişkinleri bile bir çocuk gibi kaygısız ve tasasızdır. Aborjinler asla büyümeyen, asla sorumluluk almayan bir ırktır." Geoff a gelince onun evlat edinilmesi ya da resmi bir kayıt yapılması düşünülmüyordu. 1930'larda bir çocuğun kaderi telefon görüşmeleriyle, el sıkışmalarıyla, kilise gazetesindeki üç satırlık bir yazıyla ve kilisenin vaftiz kayıdmdaki bir tek satırla idare ediliyordu. Geoff çiftliğe vardığında, sonunda dördüncü gün sindirim sistemi buna alışana kadar, onu eline geçen her türlü hayvan sütüyle beslemeye başlayan bir mutfak görevlisine verildi. Ondan sonra, her gün ona banyo yaptırıldı, altı değiştirildi ve mutfak kapısının hemen dışındaki büyük, yaşlı bir biber ağacının gölgesindeki bir çocuk karyolasına konuldu. Geoff gün doğumundan gün batımına kadar her günü, ta ki karyolaya tırmanıp dışarı çıkmayı öğrenene kadar, orada yanından geçen ve onunla konuşan işçilerle geçirdi. Bir süre sonra, bir ucu belinin etrafına diğer ucuysa bir ağaç gövdesine bağlanan bir 48 . Sonsuzluğun Mesajı ipe ve yere konulan yeşil bir örtüye terfi etti. İki yaşma geldiğinde, ağaç onun tek güvenilir arkadaşı olduğu halde, onu esir tutan düğümü çözmeyi öğrendi ve bunu kasıtlı olarak bir amaç haline getirdi. Çocuk koşarak ağacın kendisini kucaklayan ve uyuduğunda onu özenle koruyan kollarına atlamayı öğrendi. İçinde dolaştığı beş metrelik alan ona küçük gelmeye başlamıştı. Çocuk yeni dünyasını özgürce keşfederken bulunduğunda, orta yaşlı işçilerden biri, Maude adında bir kadın, ona çiftlik işlerini öğretti. Çocuk bahçedeki sebzeleri çıkarmayı, kümesteki yumurtaları toplamayı ve küçük odun parçalarını yığmayı öğrendi. Kadın ona sapı kırık, onun kullanabileceği kadar kısa bir süpürge verdi. Geoff iki yaşındayken meşgul, çoğu zaman kendi başına bırakılan bir çocuktu. Maude, Howard Willett için İngiltere'den evli bir adam olarak dönmeden önce çalışmıştı. Kadın onunla birlikte büyüdüklerini düşünmekten hoşlanırdı. Aslında, Howard ondan altı yaş büyüktü ve her zaman varlıklı olmuştu. Howard aile topraklarının idaresini babası öldüğünde eline almıştı, çünkü görümcesi Birdie, Howard'in erkek kardeşinin evinde sürücü koltuğundaydı. Birdie kent yaşamını bırakmayı kesinlikle istemiyordu, onun için kocasını aile mücevherleri, güzel porselenler, zarif keten kumaşlar ve ithal malı elbiseler karşılığında mirasın büyük bir bölümünden vaz geçmeye zorlamıştı. Howard anne ve babasının cenazesinden sonra onlardan kalanları serbestçe idare eder hale gelmişti ve Birdie de eşyaları Sydney'deki evine taşıması 49 Mario Morgan için kiraladığı bir kamyonun arkasını doldurmaya yetecek kadar güzel eşya bulmuştu. Maude daha az zengin bir aileden geliyordu. Onun anne ve babası evlerini ve çiftliklerini, sığırların geçtiği bölgesel bir yol haline gelen araziye bitişik olan topraklarının üzerine kurmuşlardı. Burası eskiden güzel bir yerdi, etrafında görkemli gölgeleri olan ağaçlar ve ürünleri sulamak için bolca su bulunan bir ırmağın yanındaydı. Ev aynı zamanda ülkenin o bölgesindeki büyük sığır sürüsü sahiplerinin sürülerini tren istasyonuna ve pazar yerine götürürken kullandıkları doğal, neredeyse dümdüz bir hattın da üzerindeydi. Genç çiftin tek yapabildiği küçük bir alanı kendilerine sebze bahçesi olarak ayırmaya çalışmaktı. Çift, sürekli olarak evin etrafındaki ve ön taraftaki verandayla ırmak arasındaki her şeyi çiğneyen toynaklarla uğraşmak zorundaydı. Tavukları hayatta tutmak bile neredeyse olanaksızdı. îki sene boyunca yağmur yağmayıp su düzeyi bir hayli alçaldığında, sorun daha da karmaşık bir hale geldi. Oraya yerleşmiş olan diğer göçmenler, herhangi bir baraj ya da su kanalının yapılmasını önleyen hükümetin kendilerine iltimas geçmesini sağlamışlardı. Maude'nin anne babasının ekinleri, bitkilerin her birine kovalarla verilen sularla zar zor hayatta kalabiliyordu. O bölgeden taşınabilecek ya da başka bir ev inşa edecek paraları yoktu. Onların tek çocuğu olan Maude, Willett kardeşlerle birlikte kiliseye ve okula gitmişti. Maude,
kendisi sekiz, Howard ise ondört yaşındayken ona aşık olmuştu. Okulda bu seçimi zorlaştırabilecek başka bir ORHAN KEMAL 50 * İL HALK KÜTÜPHANESİ sonsuzluğun Mesajı erkek çocuk yoktu. Yıllar boyu, hiçbir yeni aday gelmedi. Howard'in annesi hastalandığında, Maude onun ailesi için çalışmaya çağırıldı ve evin hanımının, sonra da onun kocasının ölümüne kadar orada kaldı. Howard, Maude'a her zaman kibar ve resmi davranmıştı. Maude odaya erkek arkadaşlarına hizmet etmek için, gruba göre, çay ya da birbiri arkasına bira getirmek için girdiğinde, Howard küfür etmeyi bırakırdı. Howard, Maude'a hiçbir şekilde yaklaşmamıştı. Howard İngiltere'ye yaptığı yolculuktan önce bir defasında mutfağa gelmiş ve evdeki uşaklarla konuşurken komik bir öykü anlatmıştı. Maude onun kendisini görmezden geldiğinden emindi. Howard anavatandan eve bir gelinle geldiğinde, bu, beklenmedik, darmadağın edici bir deneyim olmuştu. Maude, bir anneye ait duygularla başbaşa kalmıştı ama ufukta onun için hiçbir evlilik görünmüyordu. Bu durumda da onun iki yaşındaki Geoff'a ilgi göstermesi doğaldı. Maude, çocuğun siyah derisinden dolayı kendisini onu kabul etmeye pek zor-layamıyordu, ama onu meşgul etmek ve tehlikelerden uzak tutmak için elinden geleni yaptı. Maude onun özgürce dolaşabiliyor olmaktan mutlu olduğuna ve bir annesi, ailesi ya da tutabileceği sıcak bir el olmadığı için birilerini özlüyormuş gibi görünmediğine inanıyordu. Geoff bir başkasını öpmeyi ya da kucaklamayı hiçbir zaman öğrenmedi. Geoff, bebekken yüksek bir sandalyede beslendi. Daha sonra ana binanın mutfağındaki bir tabureye tırmanarak çekmece biçimindeki bir ekmek tahtasını 51 kendi masası olarak kullanıp kendisini beslemeyi öğrendi. Geoff, Abram ve Noah'nın Matty'ye "Anne" ve Howard'a "Baba" dediklerini duymuştu, ama ona çiftliğin bu iki sahibine herkesin yaptığı gibi bayan ve bayım diye hitap etmesi öğretildi. Geoff'un aile üyeleriyle çok az doğrudan ilişkisi oluyordu. Geoff'u çoğunlukla sıkıntı veren bir böcek gibi kovalıyorlardı. Asla Geoff'tan sorumlu olması kararlaştırılan birisi olmadı. Kadın işçiler mevsimlik olarak gelip gittikleri için, sürekli olarak anneye benzeyen birileri oluyordu. Geoff her zaman tek başınaydı, ama her nasılsa fiziksel olarak ona bakılıyordu. Üç yaşındayken tüm öğünlerini diğer kiralık işçilerle birlikte ya geniş sundurmada ya da dışarıdaki ağaçların altında duran kabaca yapılmış piknik masalarında yemeye başladı. Geoff her gün, o gün olmuş olayları duymaya bayılıyordu. Çoğu zaman bir günlük iş ve bir gecelik konaklama karşılığında kuzu etli güveç, kızarmış patates, taze sebzeler, bisküitler ve reçelle baldan oluşan yemeği yemek için gelen misafirler oluyordu. Yabancılar her zaman uzak yerlerle ilgili büyüleyici öyküler ve heyecan verici olaylar anlatırdı. Gezginlerin çoğu at sırtında bir uyku tulumu ve eğerlerinin arkasına bağlanmış ince bir tavayla tek başlarına yolculuk eden davar tüccarlarıydı. Bazen, yolcular bir otomobille ya da bir at ve üzerinde kaplarla tavaların metal askılar gibi asılı olduğu ve acemi bir davulcununki gibi sesler çıkartan yüklü bir vagonla gelirlerdi. Bazen davar tüccarlarına iyi bir temizliğe ve ayakkabılarını değiştirmeye ihtiyacı olan bakımsız 52 . Sonsuzluğun Mesajı kadınlar eşlik ederdi. Eğer yanlarında çocuklar varsa, bunlar son derece içine kapanık görünüyor ve çiftin ziyareti boyunca sürekli olarak saklanıyorlardı. Bir defasında iki çocuk babalarıyla gündelik olarak çalışmaya geldi, ama Geoff onları asla konuşturamamıştı. Babaları oturup bira içer, öyküler anlatırken ve Willett'lann işçilerinin akrabalarına mesajlarını ileteceğine söz verirken bile, çocuklar bir ağacın arkasında durdular ve oradan çıkmayı reddettiler. Geoff'un onlara birkaç harika ve nadir iribaş gösterme teklifini bile duymazdan geldiler. Geoff ilk kez olarak böylesine üzgün gözler görmüş ve sessizlikte bir başka insanın iniltilerini duymuştu. Willett çiftliği insanların sürekli olarak çalıştıkları bir yerdi. Ev üç katlıydı; en üstteki katta nadiren kullanılan dev balo salonunu aydınlatan altı
küçük çatı penceresi vardı. Bu, alttaki iki katında, her birinde yaz sıcağında ve daha sonra yağmur mevsiminin şiddetli yağmurlarında kapatılan yeşil tahta pancurlar asılı uzun dar pencereleri olan, etkileyici kare bir binaydı. Ön tarafta boydan boya uzanan bir veranda vardı ve Avrupa işi sandalyeler çay partileri için iki ayrı alan oluşturuyordu. Evin dört yanı da parlak renklerle çevrilmişti. Güller eve beyaz, pembe ve kırmızı, kadife çiçekleri ise parlak limon rengiyle solgun bir sarı arasındaki tonlar veriyordu. Giriş, iki yanında on beş metrelik kafur ağaçları olan çakılla kaplı bir yoldu. Evin arkasında iki büyük su deposu vardı. Bunlar içme, yemek ve Willett ailesinin banyo yapmasında kullanılıyordu. Yağmur suyu hayvanlara ver53 I juarıu mek ya da tarlaları sulamak için fazla seyrek ve nadirdi, onun için derin kuyulardan içindeki yoğun sülfür nedeniyle kötü kokan su pompalanıyordu. Bu su çiftlik hayvanları ve ürünler için kullanılıyordu. İnsanlar bu kuyu suyunu içemiyordu, ama suyun artıklarını içeren yumurtalar ve kesilen hayvan etleriyle uğraşmak zorundaydılar. Aslında çiftlikte mevsime göre kötü ya da biraz daha az kötü olan sürekli bir keskin koku vardı. Evde tozlu duran on iki oda ve çarşaflan temiz tutulan beş yatak odası vardı. Ayrıca her zaman, elektrikle çalışan ilk çamaşır makinası gibi yeni, modern makineler ve aletler bulunurdu. Toz, mücadele edilmesi gereken önemli bir unsurdu. Kurak mevsimde toz o kadar ince oluyordu ki temizlemek olanaklaşıyordu. Toz, döşemelerin ve mobilyaların üstünde ve perdelerle havluların kıvrımlarında birikirdi. Uyuyan birisi uyandığında kafasının izi yastığa çıkmış olurdu. Günlük görevlerden birisi sinek kağıtlarını değiştirmekti. Her odanın tavanında üzerine konmaya cesaret eden tüm böcekleri yakalayan uzun spiral yapışkan bir kağıt asılıydı. Bu şeritler her sabah değiştirilirdi, çünkü günün sonunda kağıdın üzerinde başka bir yaratığın konabileceği en ufak bir yer bile kalmazdı. Çoğu böcek hemen ölürdü, ama Geoff çöp tenekesine atıldıktan sonra kıpırdamaya devam eden kağıda baktığında hep üzülürdü. Ana binanın arka tarafında, su depolarının arkasında, neredeyse kendi başına bir kasaba olan Willett imparatorluğunun geriye kalan bölümü bulunuyordu. Burada demircilik ile makinalarm tamiri ve korunması için kul54 lanılan barakaları birbirinden ayıran yollar; besinlerin saklandığı ambarlar, depocuların yerleri, atların durduğu bir ahır, evdeki hizmetçiler için bir yatakhane, köpek kulübeleri, domuz ağılları, tavuk kümesleri, eşşek ağılları, domuzlar ve sığırlar için ayrı birer mezbaha ve kilometrelerce uzunlukta hayvan ağılları vardı. Koyunlar kendi ağıllarında tutuluyordu ve bir başka bölümde büyük bir mandıra vardı. Bu yapılar, inşa edildiği yıllar boyunca stratejik olarak kurulmuştu ve biber ağaçları onlara gereken gölgeyi sağlıyordu. Koyunlar için kendilerini onları yetiştirmeye, yavrulat-maya ve hastalıklarla mücadeleye vermiş olan kalıcı işçilere gerek vardı. Kırkma mevsiminde fazladan yardımcılara gerek duyulurdu ve bu, yılın en büyük atletik olayıydı. Sonuç olarak, ekilecek, yetiştirilecek, kutulanacak ve tüm personelle Willett ailesini beslemek için depolanacak olan ekinleri idare etmek, karmaşık bir yönetimi gerektiriyordu. Geoff, onlar işlerini yaparken erkek ve kadın işçileri takip ediyordu ve çiftlik yaşamının her yönünü gözlemliyordu. Elinden geldiği yerde onlara yardım ediyordu ve civcivlerin yumurtalarının kabuğunu çatlatıp çıkmasından, bağırsaklardan sosis yapılmasına kadar her şeyi çok seviyordu. Ona göz kulak olan kimse yoktu, onun için Geoff zamanını bazen kanguruların çitlerin üzerinden kolayca atlamasını seyretmekle ya da yeşil-siyah bir top biçimindeki emu yumurtalarını toplayıp, kırılana kadar uğraştıktan sonra onları el arabasıyla eve taşımakla geçirebiliyordu. Geoff oturup termitlerin yüksek heykeller yapmalarını ya da 55 ' I i 1 : II . ¦!
örümceklerin ağlarını örmelerini, sürüngenleri, çekirgeleri ve yusufçukları yakalamalarını hipnotize olmuşcasına izliyordu. Ne zaman çiftliğin insanların yaşadığı bölümünde bir yılan bulunsa, Geoff zararsız ve tehlikeli olanlar arasındaki farkı anlayana kadar onları dikkatle dinliyordu. Büyükler ona ters davranıyorlardı, onun için çocuk kendi kendine öğrenmeyi yeğliyordu. Geoff sık sık, ondan kaçan ve yerdeki girişi tuzak gibi örtülü bir deliğe giren küçük örümceği keşfettiği sabahki olaylar gibi o günkü maceralarını anlatabileceği birisinin olmasını istiyordu; ya da kendi elinden daha büyük olan ve yanında oturan büyük tüylü bir örümceği bulduğu zamanki gibi. Ahıra yakın etrafı çevrili küçük çayırlıkta mevsime göre değişen her renkte kuş vardı. Geoff onların seslerini taklit etmeyi öğrendi. Onların en sevdikleri beslenme yerlerini biliyordu. Cebi lezzetli yemlerle dolu olarak, birkaç cesur kuşu küçük, masum, uzatılmış avu-cundan yem yemeye kandırıyordu. Geoff öylesine büyük bir sabır ve uyum yeteneğiyle doğmuştu ki bir anne ördeğin yavrularının arasına karışıp onlarla birlikte yüzebiliyordu. Geoff doğru yerde durduğunda, başkalarından uzakta ve sessiz kaldığında, herhangi bir etkinliği izleyebileceğini ve kendisine karşı çıkılmayacağını hatta fark bile edilmeyeceğini öğrendi. Binlerce koyunun ayrılıp sınıflandırılması gereken koyun kırkma mevsiminde, etrafta birçok fazladan işçi olurdu. Mutfak, yere basan ayaklarla, sıçrayan sularla, patates kabuklarıyla ve harika kokularla dolardı. Kırkma geniş, özel olarak düzenlenmiş 56 bir ağılda yapılırdı ve günlerce süren bir hız ve yetenek yarışmasıydı. Hiçkimse Geoff'tan sorumlu tutulmazdı. Kimse onu aramaz ya da nerede olduğunu sormazdı. Geoff günlerce ne zaman isterse mutfakta dağıtılan yiyeceklerden alır, neşe verici kalabalığa katılır, ya da sessiz bir köşeye tırmanıp uyku çekerdi. Kalabalığın içinde tümüyle yalnız olabilmeyi öğrenmişti. Geoff'un eğitimi bir kitaptan değil deneyimden geliyordu, aynı yerin ve göğün çok kuru olması nedeniyle ortaya çıkan enerjinin, gökyüzünün sanki çok yakında dev bir fırtına ortaya çıkacakmış gibi kararmasına neden olduğu günkü gibi. Sürekli yıldırımlar karanlık gökyüzünü aydınlatıyordu. Geoff durup bir araziye bakarken, ondan yalnızca birkaç metre ötedeki bir ağaç alev alev yanmaya başlamıştı. Hayvanlar çığlıklar atarak kaçıp saklanacak bir yer aramışlardı. Hava sanki bir yönde emiliyor ve sonra on katı güçle geri püskürtülüyormuş gibiydi. Geoff da kaçmış ve eski bir vagonun arka kapısından sarkan çadır bezinden bir tentenin altına gizlenmişti. Fırtına bütün gün sürmüştü ama bir damla bile yağmur yağmamıştı. Açlık, sonunda korkusunu kabullenmesine izin vermez hale geldiğinde, mutfağa koştu. Hiçbir yetişkin onu avutmaya çalışmamıştı ve kimse ona nerede olduğunu sormamıştı ama dinlediği konuşmalardan yağmursuz bir fırtınanın geldiğini öğrenmişti. Çocuk her gün biraz daha kendine yeter hale geliyordu. Geoff kuzuları çok seviyordu ve onların doğumlarını seyrediyordu. Her birinin kontrol edilerek işaretlenmelerini gözlerdi. Kuzular küçük kuyruklarına ince met57 I alden bir yüzük geçirilip sıkıştırılırken bağrışırlardı. Bu yüzük genişlemeyecek biçimde yapılırdı. Birkaç gün içinde kuzuların küçük kuyrukları şişer ve mikrop kapmış gibi görünürdü, ama, bir süre sonra, küçülüp kurumaya başlar ve sonunda düşerdi. Geoff dört yaşındayken bu kanlı işkencelerden birine katılmıştı ve bunun sonucu olarak aylarca kabuslar görmüştü. Seçilen birkaçı dışındaki tüm erkek kuzuların testisleri alınırdı. Yüzlerce hayvan vardı ve bu işe yalnızca bir tek gün ayrılırdı. İşçiler koyun çiftliklerinde en yaygın olan yöntemi kullanırlardı. Kuzuları teker teker yakalar, sırtüstü çevirir ve çıkıntıyı ısırarak kopartırlardı. Geoff'un görevi, yere tükürülen parçayı alıp bir kovanın içine koymaktı. Kendisinden istenilen bu işi yaparken, yalnızca o acı çekiyordu. Sorularını yanıtlamak için gidebileceği kimsesi yoktu. Sempati ya da korku gibi duygusal deneyimleri hiçbir zaman serbest kalmaz ya da paylaşılmazdı. Günün sonunda, ayak parmaklan keçeleşmiş çamur ve kanla birbirine yapışmıştı. Hissettiklerinin en çok farkına varan ve ona bu olayda yardım eden işçinin adı Roger'di. Arkadaşlarının onu çağırdığı adıyla, Rogg, küçük Geoff'u piknik
masasının üstüne oturtmuş ve ayaklarını sabunlu suyla dolu bir kovaya sokmuştu; Geoff, Rogg onu anımsayıp bir havluyla ona yardım etmeye gelene ve ona gidebileceğini söyleyene kadar orada öylece, bir saatten fazla beklemişti. Duş almak için fazla küçük gibi görünüyordu ve hiç kimse çocuğun bedenindeki kanı nasıl temizleyeceği gibi bir ayrıntıya dikkat etmemişti. Koyunlarda ayrıca pislik topakları, hepsinin 58 arkasındaki yüne yapışan ve sinekleri kendine çeken pislikler çıkıyordu. Geoff'a koyunlar tutulup pislik topakları kesilip çıkartılırken bu pis kütleyi almaya yardımcı olma görevi verilmişti. Geoff koyunların tıbbi amaçlarla antiseptik suya batırılmasında çalışmış ve ona köpeklerle birlikte sürüleri bir otlaktan diğerine götürme işi verilmişti. Onun en nefret ettiği bölüm, en sonunda gelen koyun kesme işiydi. Kentten uzaktaki bu Avusturalya çiftliği, bu küçük oğlan için hayranlık verici ve güzelliklerle dolu bir yerdi, ama burası aynı zamanda başsız tavukların, kesilmiş boyunlarından kan fışkırarak koşmaya çalıştıkları ve sonunda ölene kadar yerde çırpınıp durdukları korku dolu bir yerdi de. Burası hayvanların vurulduğu, boğazların yanldığı ve testislerin ısırılarak kopartıldığı bir yerdi. Bu işleri yapan kişiler, içlerinden birisi banco ya da armonika çalıp herkes el çırpıp şarkılar söylerken, Geoff 'u yanlarına çağırarak onlarla birlikte oturmasını söylerdi. Bu bazen çocuğun kafasını çok karıştırıyordu. Ona hiçbir şeyin iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış olduğu söylenmezdi. Çocuk yalnızca kendisinin nelerden hoşlandığını ve nelerden uzak durmak istediğini biliyordu. 59 Okul çağına ancak ulaşmış bir çocuk olarak, Beatrice'in büyük olma hissi o kadar gelişmişti ki bir gün, iki yaşındaki kızlar arasındaki bir kavgada aracı görevi gördükten sonra, yüzünün yaşlı bir kadınınkine dönüştüğünden kesinlikle emin olmuştu. Kuralları çiğneyip izinsiz olarak ön taraftaki geniş antreye girdi. Paltolukta bir ayna olduğunu biliyordu ve nasıl göründüğünü görmeliydi. Görünüşünün değişmediğini gördüğünde, buna çok sevindi. Aynada hala kendisine bakan altı yaşında bir yüz vardı. Kendisinin dışarıdan bakıldığında olmadığı bir şey olduğunu bu kadar güçlü bir biçimde hissedebileceğini bilmek, büyük bir ruhsal uyanıştı. Beatrice iki dünyada yaşamayı, iki kişi olmayı keşfetmişti ve bu, ona yaşamının sonuna kadar hizmet eden sakladığı bir sır oldu. Öksüzler yurdunda bir ordu hayatı yaşanıyordu. Kızlara dik durmaları ve her yere, yemeğe, yatağa, kiliseye, okula, her yere giderken asker yürüyüşüyle yürümeleri öğretilmişti. Kızlar her zaman kapalı kapıların ardında, uzun koridorlarda ya da çitlerle çevrili bahçelerde 61 JVIarlo Morgan askerler gibi yürürlerdi. Çıplak ayaklı küçük kızlar ordusu çoğunlukla kurma kollu bir Victrola gramofonda çalınan müzik eşliğinde asker yürüyüşüyle yürürlerdi. Bu bir "Ayağa kalk, ayakta dur, çabuk ol, sıraya gir ve kapa çeneni!" atmosferiydi. Beatrice için çocukluk, bir vantilatörün dönen kanatlarına bağlanmış bir dizi anıydı. Çocukluk yıllarının yüzde seksenini geçirdiği sınıflar her iki yanında camsız pencereler olan uzun odalardı. Tahtadan kepenkler dışan doğru uzanan tahtalar tarafından dışarı itilirdi. Ziyaretçiler geldiğinde, bu olaya her zaman sıcak havayı hafifçe iten elektrikli bir vantilatörün getirilmesi eşlik ederdi. Yemek salonunda dışarıdan birisinin çay içmek için kaldığı zamanların dışında çalıştırılmayan, tavana asılan bir vantilatör vardı. Öksüzler yurdundaki yaşam o kadar katı bir biçimde planlanmıştı ki, her gün ve her yıl temelde hiçbir değişiklik olmazdı. Beatrice'in zihninde canlı bir biçimde kalan yalnızca birkaç olay olmuştu. Onun altı yaşında olduğu yaz mevsimi son derece sıcak geçmişti. Günlerce sanki Tanrı, cennetteki elektrik düğmesini kapatmış ve tüm yaşam durmuş gibi hiç rüzgar esmemiş, sıcaklık hiç azalmamıştı. Gökyüzü bir baştan bir başa soluk mavi renkteydi; doğanın bu düzenini bozmaya bir tek bulut bile cesaret edememişti. Hiçbir kuş ses çıkarmıyordu ve toprak o kadar kuruydu ki çatlayarak yarılmış ve ortaya Beatrice'in içine küçük sopalar atıp bunların kaybolmasını izlediği küçük mağaracıklar çıkmıştı. Bir haftadır dışarıda ne bir solucan
62 Sonsuzluğun Mesajı ne de bir böcek görmüştü ve hava sinir bozucu sineklerin onun derisini tahriş etmeleri için bile fazla sıcaktı. Günün bitimine doğru, yatak çanının çalmasından hemen önce, Beatrice yurda su getiren eski, üstünde göçükler olan bir kamyona rastlamıştı. Sürücünün oturduğu yerin üstü açıktı ve yuvarlak metal su tankı tehlikeli bir biçimde eski iplerle yerine tutturulmuştu. Kamyon, büronun olduğu binanın dışına park edilmişti ve başında kimse durmuyordu. Beatrice küçük bir musluğa telle tutturulmuş teneke bir bardak gördü, şoför bunu su içmek için kullanıyor olsa gerekti. Görünürlerde hiç kimse yoktu. Beatrice biraz çabayla bardağı metal parmaklardan kurtardı. Bardağı, musluğun ağzının altına koyarak doldurdu. İlk yudumun tadı sıcak ve bulanıktı, ama yine de ona ferahlık vermişti, onun için Beatrice hepsini içti, sonra bir bardak daha, bir bardak daha ve bir bardak daha içti. Kalbi o kadar hızlı atıyordu ki göğsüne bakan herhangi birisinin onu görebileceğinden kesinlikle emindi. Beatrice yaşamında ilk kez olarak yeni bir his, bir güç hissi duyuyordu. Kontrol onun elindeydi ve bu sıvıdan istediği kadar içebilirdi, isterse hepsini bitirebilirdi. Beatrice yaptığının yasaklanmış olduğunu bilmiyordu, sonu gelmeyen "bunları yapmamalısınız" listesinde su kamyonlarının lafı geçmiyordu. Kimse onu görmemişti. Kız yakalanmamıştı. Beatrice paslı bardağı yerine astı ve yatma saatinden hemen önce kimseye hissettirmeden yatakhaneye girdi. Birkaç saat sonra, gecenin karanlığında, Beatrice birden bire soğuk, ıslak ve kötü kokulu bir hale dönüşen 63 Mario Morgan çok sıcak, yatıştırıcı bir hisle uyandı. Yatağını ıslatmıştı. Hareketsiz kalması çok zor olduğu halde orada ona sonsuzluk kadar uzun gelen bir süre boyunca öylece kalakaldı. Islaklığın derisinin kuru bir yerine dokunduğunu hissetmek daha da kötüydü. Gündoğumundan biraz önce koku ve işlediği suç ortaya çıkmıştı. Genç, sivilceli yüzlü Rahibe Margaret sanki yangın çıkmış gibi çığlıklar atarak, odada uyumakta olanları uyandırdı. Rahibe Margaret Beatrice'i iki dizi demir ranzayı birbirinden ayıran koridorun ortasına kadar iteleyerek götürdü ve en yüksek sesiyle bağırmaya devam etti. "Seni küçük şeytan, bunu bilerek yaptın. Bu pislikten bana onu temizleterek kurtulamayacaksın. Bu yaptığına pişman olacaksın. İnan bana, yaptığın bu kötü şaka için çok üzüleceksin. Sen şeytanlıkla dolusun. Şeytanın kızı." Rahibe Margaret Beatrice'i saçlarından tutarak Rahibe Agatha'nın kaldığı odaya götürdü ve rahibeyi uykusundan uyandırdı. Beatrice kısa ak saçlı kadına baktı. Rahibe Agatha bu yaygaranın nedenini öğrendiğinde ceza verme sorumluluğunu Rahibe Margaret'e bıraktı ve ardından yatıp uyumaya devam etti. Beatrice sürüklenerek götürülürken, bir süreliğine ceza korkusunu unutmuştu. Kendi kendine, onun saçlarının beyaz olduğunu biliyordum, diye düşündü. Dışarıda, binanın arka tarafında, iki ayrı topraktan deliğe açılan girişi koruyan iki metal kapı vardı. Odalardan biri bir buçuk metreye bir buçuk metre, diğeriyse bir metreye bir metreydi. Beş dakikadan daha 64 ' ¦' ' ¦ T Bonsuzmgıuı Mesajı kısa bir zaman içinde, Beatrice kendisini, hala çişle ıslanmış iç çamaşırını giyer halde ve topraklanmış çarşaflarıyla birlikte, elle kazılmış zindanların en küçüğünün içinde buldu. Daha önceden Tepenin yanındaki kapıları görmüş ve gözden kaybolup bazen çok hasta bir şekilde geri dönen diğer kızların, cezalandırıdıklarını söylediklerini duymuştu. Kız, birilerinin tepenin yanındaki bu tabutlara konulduğunu anlamamıştı. İçerisi zifiri karanlıktı ve temiz hava yoktu. Beatrice duvarlara ya da tavana dokunduğu zaman, oradan toprak dökülüyordu, bu nedenle kız, kısa bir süre sonra mağaranın çökeceğinden ve kendisinin içeride gömülü kalacağından korkarak, hareketsiz, bir top gibi iki büklüm olarak oturdu. Bir şey bacağının üstünden sürünerek geçtiğinde soluğunu tuttu ve zehirli bir yaratık tarafından sokulmamak için dua etti. Kısa bir süre sonra havası kirli ve bozulmuş bu yerde zorlukla soluk almaya çalışır hale
gelmişti, kapının çevresinde temiz hava alabileceği bir aralık aradı, ama bulamadı. Gündüzleri bu insanlıkdışı delik bir fırına dönüşüyor ve leş gibi kokan hava onun öğürmesine ve kusmasına neden oluyordu. İçerisi o kadar sıcaktı ki Beatrice yere yıkıldı. Saatler boyunca ağlamaktan ve yardım edilmesi için yalvarmaktan bayıldıktan sonra, yüzü yanmakta olan metal kapının sıcaklığından su topladı. Uyandığında kendisini portatif bir karyolanın üstünde buldu, çağırılan doktor onun nadir ve bulaşıcı bir hastalığa yakalandığını bunun için tüm diğerlerinin ondan otuz gün boyunca uzak durmaları gerektiğini söyledi. Bir ay boyunca herkesin ona 65 dokunması, bakması, hatta konuşması bile yasaklanmıştı. Onun bir çocuk olarak bu deneyimden aldığı ders, Tanrı'nın çok fazla su içme ya da yanlış yere işeme günahı için aldığı öcün yalnızca kişisel, fiziksel işkence olabileceğine inanmak olmuştu. Gökyüzündeki adam, Beatrice'in korku getiren şeyler listesindeki ilk madde olmuştu. Altı yaşına geldiğinde evlat edinme listesinden silinmişti. Ona düzenli olarak, giymesi için güzel bir elbise veriliyor, ayaklarına geçici olarak ayakkabılar giydiriliyor, kısa, karışmış saçları fırçalanıyor ve saçlarının açılamayan yerlerini örtmek için kurdeleler bağlanıyordu. Kızlar el ele tutuşarak kendilerini sanki bir sergideki örnekler-mişçesine dikkatle inceleyen Anglikan çiftlerin önünden sırayla geçiyorlardı. Bir kadının Beatrice'in yanan yüzündeki çirkin yara izinden söz etmesinden sonra, onu halka göstermenin bir anlamı olmadığına karar verildi. 66 Geoff resim sanatını ilk keşfettiğinde yedi yaşındaydı. Daha önhceden resim ya da yazı görme fırsatı hiç olmamıştı. Aşçıların düzenli olarak yazılı komutlara baktıklarını görmüştü, çiftliğe erzak getiren şoföre haftalık olarak alınacak şeylerin bir listesinin verildiğini biliyordu ve uzaktan Willett'lann oğullarının kitapların sayfalarını çevirdiklerini görmüştü. Çocuk bunların ne olduğunu anlamamış ve bir dergi bulana kadar bunlarla hiç ilgilenmemişti. Bir gün Geoff, kadın işçilerin kaldıkları yatakhaneye giren bir yavru köpeği izledi. Yavru, bir yatağın altına girerek gözden kaybolduğunda, Geoff sürünerek onun peşinden gitti. Parlak renkli dergilerden oluşan bir yığın çocuğun dikkatini çekti. Birisini çekip dışarı çıkardı. Sayfaları çevirirken resimlerde görünen yerler ve şeyler onu derinden etkilemiş ve kendinden geçirmişti. Bir saat sonra evin hizmetçilerinden birisi olan irene içeri girdiğinde, o hala orada oturuyordu, irene çocuğu gördü; onu kendi yatağının üstünde oturması için çağırdı ve ona fotoğrafların neyi gösterdiğini bir bir açıkladı. 67 Mario Morgan Sonra bir kağıt ve kalem çıkartarak alfabeyi yazdı, irene, Geoff'a okumayı öğrendiğinde, makalelerdeki resimlerin ne olduğunu kendisinin anlayabileceğini söyledi. Çocuk harfleri Irene'in gösterdiği gibi yazmaya başladı, ama kısa süre sonra dergilerde resmi olan garip hayvanların resimlerini çizmek daha çok ilgisini çekmeye başladı. Çocuk bir sanatçının dünyasına kaçtığında irene ona daha fazla kağıt buldu. Aynı gün irene, Geoff'a çitflikte gezinmesi ve en sevdiği yaratıkların resmini çizmesi için cesaret verdi. İki gün sonra irene bir avuç dolusu kırık pastel boyayla çimenlikteki Geoff'un yanma gitti, irene ona resimlerine renk katabileceğini anlattı ve hafif bir tonlama yapma ya da daha koyu tonlar için boyayı güçlüce bastırma gibi teknikleri gösterdi. Yedi yaşındaki Aborjin oğlanın belli ki doğal bir yeteneği vardı. Hiçbir ders almadan, çerçevelenip aşılabilecek sanat eserleri yapıyordu. Geoff ağıldaki bir atı gözlemleyebilir ve sonra zihnindeki resmi en küçük ayrıntısına kadar çizebilirdi, irene ona atın tek başına olmadığını, arka planda ağaçların olduğunu ya da bir binanın da göründüğünü söylediğinde, Geoff hemen onun önerilerini resimlerine aktardı. Yalnızca birkaç başarısız denemeden sonra, Geoff'un resimleri canlı bir hale geldi. Kendi kendine, kişisel görüşüne uygun olarak gölgeleri ve cenk tonlamalarını göstermeyi öğrendi, irene ona
Aborjınlerin sanatsal yönlerinin çok gelişmiş olduğunu duyduğunu söyledi. Geoff Irene'in Aborjinler demekle neyi kastettiğini anlamamıştı, ama gülümsedi ve 68 ' oonsuzıugun jviesajı irene'in övgüsünü kabul etti çünkü ona kendisiyle ilgili iyi bir şeyler söylüyor gibi görünüyordu. irene bir derginin arkasında "Beni kopyalayın," diyen bir ilan gördü. Dergide basit bir çizim ve ilgilenen herkesin sanatsal çalışmalannı parasız bir değerlendirme için mektupla eğitim veren bir okula göndermeleriyle ilgili bilgiler vardı. Kız, Geoff'a bir açıklama yapmadan bu çizimi kopyalamasını söyledi ve bu resmi altı başka resimle birlikte sarıp sarmalayarak kendi adıyla okula gönderdi. Kız yalnızca on yedi yaşındaydı, henüz genç bir kızdı. Foley'lere ait on iki çocuktan birisiydi. Çok çalışmaya, erkek ve kız kardeşlerinin bakımına yardım etmeye, ev işleri ve bahçe bakımı yapmaya alışmıştı. Willett'lar bir hizmetçiye ihtiyaçları olduğunu ve ona maaş ödeyip ayrıca bir oda ve yemek vereceklerini söylediklerinde, anne ve babası kızlarını derhal onlara vermeyi kabul ettiler, irene buna aldırmadı. İşleri evdekinden daha azdı, ama o küçükleri özlüyordu. irene, Geoff'un geniş arazide koşuşturduğunu görmüştü ama geçerken arada bir selam vermek dışında onunla konuşmaya zaman ayırmamıştı. Kızın, çocukların yetenekleri hakkında, Geoff'un resim çizmede son derece yetenekli olduğunu anlayabilecek kadar bilgisi vardı. Mektupla eğitim veren okuldan gelen yanıt irene'in eline altı hafta sonra, tam Willett'lann evinde Geoff'un geleceğiyle ilgili çok önemli bir karar verilmek üzereyken geçti. Amerikalı bir rahip olan Albert Marshall ve eşi Nora, Avusturalya'yı geziyorlardı ve Sydney'deki Rahip 69 Willett tarafından kardeşi Howard'ı ziyaret etmeye gönderilmişlerdi. Marshall'lar yerli bir öksüz çocuğu evlat edinmeyi düşünüyorlardı, ama bir bebekle yolculuk yapmak istemiyorlardı. Willett'lann aklına hemen Geoff geldi. Geoff sessiz bir çocuktu, sorun çıkarmıyordu, kendi kendine yetiyordu ve eğitime ihtiyacı vardı. Tam Irene'in bir yetişkinin gönderdiği sanılan sanatsal çalışmalar üzerine parlak bir rapor aldığı akşam, Willettlar ve Marshalllar oturma odasında oturmuş bu olasılığı tartışıyorlardı. Irene, Geoff'u, sanat okulundakilerin bu sanatçının doğal yeteneğini ilerletmek için ders alması gerektiğini düşündüklerini ve ona bir hediye gönderdiklerini söylemek için mutfağa çağırdı. Okuldakiler bu resimlerin yedi yaşındaki bir çocuğa ait olduğunu bilemezlerdi, irene'e postalanan hediye, temel renklerle boyanmış, içinde on boyama kalemi, bir resim fırçası ve on suluboya rengi olan metal bir kutuydu, irene çocuğa kutuyu verip bunun onun olduğunu söylediğinde Geoff'un gözleri bir tavuk yumurtası kadar büyümüştü. Geoff kutuyu hevesle açtı ve parlak renklerle Irene'in kendisine verdiği boş kağıtlara baktı. Geoff oturma odasına çağırıldığında, en sevdiği taburenin üzerinde oturmuştu, yanında bir tabak dolusu su vardı ve suluboyaların dünyasını keşfediyordu. Çocuk kırmızı duvar kağıtlarıyla kaplı, yerleri cilalanmış ve kalın minderlerle kaplı mobilyaların olduğu odaya doğru yürürken, ödülünü ve sahip olduğu ilk kişisel eşyayı sımsıkı tutmuştu. Tanımadığı bir yılana yaklaşırken 70 punsuzuıgım .mesajı duyduğundan daha çok korku duyuyordu. Marshall'lar kendilerini tanıttılar ve Nora onun kafasını okşarken omuzunu sıkıca tuttu. Ona elinde ne olduğunu sorduklarında, Geoff metal kutuyu açtı ve renkli mücevherleri onlara gösterdi. Ödülü yalnızca, "Güzel, güzel," diyerek hemen geçiştirildi. Kısa bir süre sonra geri gönderilmesi Geoff'u rahatlatmıştı. 71 Freda öksüzler yurduna geldiğinde, Beatrice yedi yaşındaydı. Freda dokuz yaşında olduğu halde ve tüm o yıllar boyunca bir başkası olmuş olmasına rağmen, o yıl gelen altıncı çocuk olduğundan ona "F"yle başlayan bir isim verilmişti. Yönetimle ilgili ilkelerde istisna yapılmazdı. Freda yavaştı, tüm bedeni yavaş hareket ediyordu, tereddütle ve kekeleyerek konuşuyordu. Kurumda onunla arkadaşlık eden tek kız Beatrice'ti. İkisi birbirlerine gerçek bir kız kardeşlik
bağıyla bağlandılar. Beatrice ona konuları sabırla tekrar tekrar anlatırsa Freda okuldaki derslerini öğrenebiliyor ve yemek verilmeme ya da ellerine cetvelle vurulması cezalarından kurtulabiliyor-du. Freda sonunda bir şeyi ezberlediğinde ikisi de bundan son derece gurur duyuyordu. Tüm kızlar duaları öğrenmek ve İlk Komünyon ilmi-haliyle ilgili yanıtları ezberlemek zorundaydı. Bir defasında Beatrice "Kutsal Ruh" teriminin ne demek olduğunu sormuştu. Derse giren kızgın rahibe nefretle, "Arkadaşının 73 l X\J A1M.XJI aptallığı sana da geçiyor," diye bağırdı. "Git ve bunu diğerlerine de bulaştırmadan önce koridorda otur." İlk Komünyon asla sorgulanacak bir şey değildi. Kilise ilkeleri ve yurt ilkelerine harfiyen uyulmalıydı ve bunlardan bir an için bile kuşku duyulmamalıydı. Freda onları bildiği halde, ilmihalle ilgili yanıtları yeterince çabuk verebilmeyi başaramadı, bu nedenle ona İsa'nın bedeni ve kanı verilmedi. Kızlar onun ölü bedeninin haçtan alındığına ve bir bölümünün bir somun mayasız ekmeğe dönüştürüldüğüne inanıyorlardı. Sonra bu ekmek kağıt inceliğinde parçalara dilimlenir ve Aşai Rabbani sırasında rahip tarafından nazikçe çıkarmış oldukları dillerine konulurdu. Kızlar her gün Aşai Rabbani ayini sırasında kafalarına küçük siyah örtüler takıyorlardı, ama İlk Komünyon için onlara beyaz örtüler verildi. Komünyon yaşından sonra siyah örtü takarak oturmak onur kırıcıydı, ama Freda yalnızca dudakları arasıra titreyerek geçecek notu haket-ti. Bir gün Beatrice Freda'nın kekelemeden şarkı söyleye-biliyormuş gibi göründüğünü keşfetti. İkisi birlikte Freda'nın konuşurken kafasının içinde sessizce müzik notalarını mırıldandığı bir yöntem geliştirdiler. Freda konuşurken kısa aralar vermeyi sürdürmesine rağmen, daha doğrudan ve açık bir biçimde iletişim kurabilmeye başladı. Bir sonraki yıl sözlü testi geçebilirdi. Kuşkusuz, kilisede beyaz örtülülerin bölümüne geçmek onun tüm yaşamındaki en değerli olaydı. 74 sonsuzluğun oVIesajı Freda görünüş açısından diğer öksüzlerden farklıydı. O, uzun boyluydu, fazladan birkaç kilosu ve düz kumral saçları vardı. Beatrice arkadaşının okulun yetişkin yöneticileri tarafından neden bu kadar küçük görüldüğünü asla anlayamıyordu. Onu o kadar sık "Aptal" diye çağırıyorlardı ki bu onun kabullendiği bir lakap haline gelmişti. Beatrice onun adını kullanan tek kişiydi. Freda uzaktaki ya da yakındaki hiçbir şeyi iyi göremezdi. Merhametli Rahibeler Öksüzler Yurdu'nda yaşadığı yıllar boyunca, Beatrice bir çocuğun gözlük taktığını hiç görmemişti. Gözlük öksüzler için fazla lüks sayılıyordu. Öksüzler yurdunun etrafındaki çitler zincirden yapılmıştı. Büyüyerek zincirlerin her iki tarafını kaplayan kalın çalılıklar dikilmişti. Avusturalya'nın bu bölümünde toprak mineral açısından o kadar zengindi ki yeterince su alan herhangi bir bitki yetişebilirdi. Yeşillik, okul bahçesini ona bakan ziyaretçiler için daha güzel görünüşlü bir hale getiriyordu. Bazı nedenlerle, kurumdan hiç kaçan olmamıştı. Merhametli Rahibeler'de dışarıya, okul bahçesine nadiren çıkılırdı. Doğrudan gelen parlak güneş ışığından sakınıyormuş gibi görünüyorlardı. Yurdun içinde, askerler gibi sıraya girip yürüyen öğrenciler için kilitli bir kapıyı açmak zor bir işti. Bir Ağustos günü Beatrice bahçenin uzak köşesinden gelen hafif bir inleme duydu. Beatrice ve onun peşine takılan Freda, çalılıkların altından sürünerek oraya gittiler ve portakal renkli bir köpek gördüler. Köpek boynundan vurulmuştu ve belli ki huzur içinde ölmek için sürünerek oraya girmişti. Kızlar büyüklerden yardım iste75 meyi düşündüler, ama ikisi de bunu sonucunun yalnızca ani, öldürücü bir darbe olacağından emindi. Bunun yerine, ellerinden gelenin en iyisini yapmaya karar verdiler. Öğleden sonra Beatrice bir kitapta bu köpeğin cinsini bulmayı başardı ve onun vahşi bir dingo olduğunu öğrendi. Her kız teneke bir tabak, teneke bir bardak, bir kaşık, çatal ve bıçaktan sorumluydu. Yemekten sonra sıraya girer, bunları su dolu bir kaptan geçirir,
kurular ve tekrar kullanmak için bir masanın üstüne dizerlerdi. Yemeklerin çöpe atılmasına izin verilmezdi. Her öğrenci tabağındaki her şeyi yerdi. Eğer birisi kaza eseri tabağında yemek bırakırsa, bu ta ki yenilip bitene kadar bir sonraki yemekte yenmek üzere bir kenara konulurdu. O akşam yemekte Freda ve Beatrice ceplerine yemek artıkları koydular. Hatta tencere ve tava yıkama görevini yerine getirirken çöplükten boş bir çorba kutusu bulmayı bile başardılar. Beatrice yatağa gitmeden önce bahçeye çıkmasına izin verildiğinde, Freda gözcülük yaparken, suyla dolu konserve kutusunu ve yemeği tellerin arasından geçirerek köpeğin kafasının yanma koydu. Zavallı yaratık ne hareket etti ne de bir ses çıkardı, ama Beatrice onun hala soluk aldığını duyabiliyordu. Ertesi gün, artık kendi hastaları saydıkları köpeği kontrol etmeye gittiklerinde, su kasesi devrilmiş ve yemek yok olmuştu. Orada vahşi dingonun bacaklarının arasında annelerinden süt emen yeni doğmuş üç yavru duruyordu. 76 sonsuzluğun Mesajı Yavrular, durumu karışık bir hale getirmişlerdi. Kızlar başka üç öğrenciye daha güvenerek bu bir günlük yavrulara bakmak ve onları korumak için sırlarını açmaya karar verdiler. Bu, büyük bir macera haline geldi. Kızlar Beatrice'in kurşun yarasının üstüne dökmesi için bir şişe tentürdiyotu kaçırmayı bile başardılar. Anneyi beslemeleri ve ona su vermeleri, kıpır kıpır hareket edip duran yavruların gürültülerini sırayla gizlemeleri ve her nasılsa, tüm zorluklara rağmen, annenin çocuklarına hayatta kalma şansını verecek kadar uzun yaşaması için dua etmeleri gerekiyordu. Köpek, günler boyunca orada çalılıkların altında yattı. Bir gün köpeğin kafası, sanki üzerine pirinç serpilmiş gibi olduğunu gördüler. Beatrice çitten uzanarak bir parça aldı. Bu parça, ellerinde kımıldanıyordu, iltihaplanan yarada kurtçuklar vardı. Bu zavallı dingo, yemek yeyip su içerek bebeklerini .emzirmek için hayatta kalmaya çabalayarak, orada aynı pozisyonda beş hafta boyunca yattı. Yavrular kızların saklayamayacakları kadar fazla gürültü çıkarır hale gelmişlerdi. Sonunda Rahibe Margaret onları buldu. Derhal kendisine bir kutu getirmesi için bir çocuğu çağırdı ve üç küçük dingoyu kutunun içine koydu. Kızlar bunun dört ayaklı arkadaşlarının sonu olduğunu, onları tekrar göremeyeceklerini düşündüler; ama yanılıyorlardı. O akşam yemekten sonra, Rahibe Margaret kızların her birini bir başkasının adını söylemeye zorladıktan sonra beş kızı çağırdı. Kızlar ortasında yavruların içine konulduğu portakal rengi bir sandık olan çamaşırhaneye götürüldüler. Rahibe Margaret, Beatrice'e banyo küvetini suyla doldurmasını söyledi. Freda köşeden bir un çuvalı getirmek zorunda kaldı ve içine büyük bir kaya koydu, diğer kızlarsa çuvalın içine birer yavru koydular. Sonra Rahibe Margaret çuvalın ağzına çift düğüm atarak bağladı ve onu suyun içine attı. Beyaz bez dibe batarken yavrular çırpınıp bağırdılar. Çuvalın bir köşesi yüzeye çıktı. Kızlar ses ve hareketlerden küçük yavruların dakikalar boyunca yukarı çıkarak hayatta kalmak için birbirleriyle savaştıklarını ve birbirlerini pençelediklerini anlayabiliyorlardı. Sonunda, Rahibe Margaret nefretle dolu bir halde mutfağa gitti ve elinde ağır, demirden bir tava kapağıyla geri döndü. Giysisinin uzun siyah kolunu yukarı katladı, korkunç, hayalet gibi beyaz kolunu dışarı çıkardı ve demirden kapağı çuvalın üstüne koydu ve çuvalın küvetin dibine gitmesini sağladı. Rahibe Margaret bunlar olurken, sürekli olarak kızlarla konuşuyordu, ama bu, konuşmadan çok anlaşılmaz sözlere benziyordu. Hiç durmadan vahşi şeylerden, tehlikeli, mikroplu yaratıklardan, İsa'nın kötü yabani ruhları kurtarmaya çalışmakta olduğundan söz etti ve vahşi kimselerin çocukları hiç doğmasalar daha iyi olurdu, dedi. Rahibe Margaret sonunda kızlardan dördünü ölü yavrulara bir çukur kazmaları için dışarıya çıkarttı. Beatrice üzerinden sular damlayan ağır çuvalı taşımak zorunda kaldı. Freda yerleri silmek için içeride bırakıldı. Çukuru büyüten her kürek dolusu toprakta, Beatrice bu kadın için nefret hissetti, ama, o zamanlar, "nefret" sözcüğünü bile bilmiyordu. Yalnızca bu duyguyu 78 1 hissediyordu.
Kızlara daha sonra anneyi öldürüp cesedini diğerleriyle birlikte gömerek bu işi bitirmeleri söylendi. Beatrice sürünerek çalıların altına girdiğinde, köpek zaten ölmüştü. Beatrice yaşama savaşını kendiliğinden bıraktığı için anne köpeğe minnettardı. Köpek, boğulan yavruların olduğu çuvalın üstüne konuldu ve kızlar toprağı kürekle çukura doldurmaya zorlandılar. Kürekle atılan toprağın, köpeklerin cesedine vururken çıkardığı ses unutulmaz bir anıydı. Öksüzlerin hiçbirinin diğerleriyle paylaşacak aile anıları ya da öyküleri olmadığından, bu dingo, Beatrice'in gerçek bir anneyle çocuklarını gördüğü tek deneyimdi. Ölen dingo bir kahraman oldu ve tabii ki, Rahibe Margaret bu olaydaki kötü insandı. 79 Rahip ve Bayan Marshall'in yedi yaşındaki Geoff'la tanıştırıldığı sabah, Matty Willett onu en sevdiği yerde, ahırlardan birisinin köşesindeki bir saman yığınının üstünde uyurken, yeni boya kutusunu sımsıkı tutmuş olarak buldu. Kadın onu uyandırdı ve ona Amerika'ya gideceğini söyledi. Geoff bu sözcüğü hiç duymamıştı, bu, onun için hiçbir anlam ifade etmiyordu. O gün irene'e çocuğa erkeklerin banyo yaptığı yerde duş aldırma ve Willett'ların oğullarına küçük gelen giysileri giydirme görevi verildi. Geoff ilk kez olarak ayaklarını birer ayakkabı geçirilmiş halde buldu. Ayakkabılar çok rahatsızlık veriyordu. Geoff ağlamaya başladığında, irene ona ayakkabıların onları giyen herkesin ayaklarını acıttığını, ama onun başkalarının bundan dolayı ağladığını görmediğini açıkladı. Geoff neredeyse büyümüştü, yedi yaşındaydı, onun için bunların gerekli olduğunu kabul etmeli, acıya katlanmalı ve sessiz olmalıydı. Geoff bunu yapacaktı. 81 Rogg'la birkaç başka çiftlik işçisi ona iyi yolculuklar dilerken irene, renkli kağıda sarılı bir fiyonkla bağlanmış bir hediye verdi. Geoff, Rahip Marshall ve Nora arabayla uzaklaşırken küçük grup onlara el sallıyordu. Geoff Amerika'nın ne olduğunu ve ne zaman geri döneceğini sordu, ama soruları yanıtsız kaldı. Onlar arabayla yolculuk yaparlarken, Nora, Geoff'a fiyongu açıp paketin içine bakmasını söyleyerek onu şaşırttı. Geoff'un aklına hediyenin içinde, güzel dış görünüşünden başka bir şey olabileceği hiç gelmemişti. İlk kez olarak renkli paket kağıdına sanlı bir hediye görüyordu. Irene'in ona resim kağıdından oluşan büyük bir defter verdiğini görmek onu çok sevindirdi. Geoff defteri ve boya kutusunu gururla arabadan tren istasyonuna taşıdı. Yerel tren istasyonu küçük bir odaydı. İçinde bir tarafta bir bilet gişesi diğer taraftaysa birkaç kişinin birbirlerinden rahat edebilecekleri kadar uzakta oturdukları bazı uzun banklar vardı. Kısa bir süre trenin gelmesini beklediler. Geoff hiç duman çıkaran ve böylesine çok gürültü yapan o kadar büyük mekanik bir yapı görmemişti. Yolcu ve yük vagonlarını çeken dev siyah motor, kükreyerek istasyona girdi, onları geçti ve rayların ilerisinde bir yerde durdu. Geoff geçen bir dizi tekerleğin onun kafasından daha yüksek olduğunu gördüğünde hayretler içerisinde kaldı. Tren yolculuğu gün ve gece boyunca sürdü. Marshall'lar birbirine bakan geniş koltuklarda oturuyorlardı ve Geoff için de bir koltuk ayrılmıştı. Pencereden dışarı bakıp dünyanın kayıp gitmesini görmek heyecan vericiydi, ama bu, Geoff'un 82 Sonsuzluğun Mesajı midesini bulandırmıştı. Çocuk zamanını koridorun öbür tarafında oturan, koltuğuna kapanmış sakallı adamın portresini yaparak geçirdi. Gidecekleri yere vardıklarında ve bir başka tren istasyonuna girdiklerinde gecenin geç saatleriydi. Bu ikinci istasyonun içi ve kendisi sanki bir yabancıymış gibi davranan iki kişinin peşinden gitmek, küçük Geoff'un, sanki soğukta kalmış gibi kontrol edilemez bir biçimde titremesine neden olmuştu. Bu ikinci istasyon, gördüğü en geniş odaydı. Tavan onun inşa edilebileceğini tahmin edebileceğinden daha yüksekti. Geoff onlar altından kazasız belasız geçene kadar çatıyı tutacağını umarak kalın siyah demirden destek kirişlerine baktı. Burada yüzlerce insan varmış gibi görünüyordu, çoğunun acelesi vardı. Hareketsiz duranlar yalnızca yüksek bir panonun önünde toplanmış bir grup kişiydi. Orada düz kırmızı çizgili şapka giyen bir adam yüksekte, ileri geri sallanan bir merdivenin üstünde
duruyordu. Adam panonun üstündeki dört basamaklı sayıları değiştiriyordu. Biri trenin numarasını gösteriyordu, sonrakiler varış ve kalkış saatleriydi. En son sayıysa insanları trene binecekleri bir platforma yönlendiriyordu. Rahip Marshall çıkış kapısına gitmeleri ve rıhtıma gidecek bir araç bulmaları gerektiğini söyledi. Bir taksiye binerek Geoff'un trenin motorundan bile büyük bir gemi gördüğü rıhtıma gittiler. Geoff tereddütlüydü, ama sonunda Marshall'lar uzun rampadan yukarı doğru yürürken onları izledi ve gemiye bindi. Arabayla, trenle ve şimdi de gemiyle gittiği her kilo83 Mario Morgan metrede, evinden uzaklara götürüldüğünü daha da iyi anlıyordu. Geoff un ayaklan ayakkabıların içindeki ilk birkaç saat çok acımıştı. Ondan sonra, ayaklan hissizleşmişti. Kimse ona zarar veren ve ayaklarını hapseden bu deri parçalarını çıkarmasını önermemişti, bu nednele uyuşmuş ayaklarla yürümek onun kendini neredeyse sakat gibi hissetmesine, sakat gibi görünmesine neden olmuştu. Geoff'un kafası neler olup bittiği konusunda karışıktı. Hem fiziksel hem de duygusal olarak acı çekiyordu, ama ağlayamazdı. Bunun yerine, kendisini yeni keşfetmiş olduğu resim çizme sevgisine verdi. Denizde geçirdikleri ikinci gün, son boş kağıda gelmişti. Geoff güvertedeki sandalyelerde oturmuş kitap okumakta olan Rahip ve Bayan Marshall'a döndü ve daha fazla kağıt istedi. Nora ona yeni kuralı, yeni "lütfen" sözcüğünü anımsattı. Geoff ricasına lütfen sözcüğünü ekledi ve kadın da ona, "Bakalım, belki sonra," dedi. Çocuk o gece yine kağıt istedi ve boya kutusunu paletin altına koyduktan sonra Marshall1 ların yatağının ayakucunda uyudu. Sabah kalktığında söylediği ilk söz kibarca ifade ettiği ricasıydı. Bayan Marshall çocuğun bu kadar iyi resim çize-bilmesinden etkilenmişti, ama kocası bunun bir zaman kaybı olduğunu düşünüyordu. Çocuk bunun yerine okuma ve yazma öğrenmeliydi. Dünyada siyah bir sanatçıya yer yoktu. O öğleden sonra, Geoff beşinci defa biraz daha kağıt alabilir iniyim, lütfen, diye sorduğunda, Rahip Marshall kutuyu aldı, güvertenin kenarına gitti ve onu denize attı. Renkli metal kutu güneş ışığının altında 84 Sonsuzluğun Mesajı döndü ve sonunda uçsuz bucaksız mavi okyanusa düştü, Geoff'un dünyası onunla birlikte denizin dibine battı. İlişkileri bu darbenin etkisinden hiçbir zaman kurtulmadı. Rahip ve eşinin niyetleri iyiydi. Onlar evlat edinmeyi öbür türlü cahil kalacak birisi için bir eğitim ve fırsat sağlama olarak görüyorlardı, ama, en önemlisi, onun ruhunu kurtarıyorlardı. Onlar Geoff'u olanakları az olan bir yaşamdan ve cehennem ateşinden kurtardıklarına inanıyorlardı. Geoff'un gözleriyle bakıldığında durum bir hayli farklıydı. Onun buraya ait olmadığı belliydi. Başlangıçta, bu yeni ana babanın neden onu sevmiyormuş gibi göründüklerini anlamamıştı. Kendisinin onlardan ne açıdan farklı olduğunu bilmiyordu. Denizdeki üçüncü günde, Nora'nın gemide yeni tanıştığı birisi onun koyu renkli derisinden ve ondan başka herkesin açık renkli olan ciltlerinden söz etti. Geoff bunun zaten farkındaydı, ama o bunun resimlerindeki boyutlar ve renk gölgelemedeki gibi bir şey olduğunu düşünüyordu. Bu iyi ya da kötü değildi, sadece öyleydi. O gün Geoff bazıları için, gölgelemenin önemli bir şeymiş gibi göründüğünün farkına vardı. O hafta aynı kadın "anne", "baba", "oğul" ve "aile" gibi sözcüklerin anlamını açıklamaya çalıştı, ama Geoff kendisini tüm bu sözcüklerden uzak hissediyordu. Kadının tanımladıkları onun deneyimlediği şeyler değildi. Birkaç gün sonra aile, kendisine onları arabayla yaşadıkları yer olan Vermont'a götürme görevi verilen rahip adayı öğrencinin beklemekte olduğu Birleşik 85 Devletler'e vardı. Bir gün sonra araba, önü ve arkası çitlerle çevrili küçük sarı bir kulübenin önünde durdu. Nora, evi ekose mobilya örtüleriyle dekore etmiş ve pencerelere beyaz fırfırlı perdeler takmıştı. Ev güzel görünüyordu. Küçük ev ayrıca güzel de kokuyordu çünkü kilisenin yedek üyeleri meyve ve yeni pişirilmiş kurabiye ve pandispanyalarla dolu bir masa hazırlamışlardı. Geoff'u
büro olarak ve yatıya kalan misafirler için kullanılan bir odaya götürdüler. Ona odayı kendisine vereceklerini söylediler. Geoff'un hiçbir zaman kendi yeri olmadığından, ne beklemesi gerektiğini bilmiyordu, onun için sonraki günlerde, odada hiçbir değişiklik yapılmadığında, düş kırıklığına uğramadı. Geoff'un yeni ailesi ve yeni evi birçok açıdan Willett'lann çiftliğinde kalan eve benziyordu. Çocuk yine kendi başına bırakıldı. Yemekler dışında bütün günü dışarıda geçirdi. O zaman bile, öğle yemeğinde çoğu kez kendisine verilen sandeviçi ve bir bardak sütü alarak bir elma ağacının yüksek bir yerine çıkıyor, bacaklarını açıp en kalın dala oturuyor ve çevreye bakıyordu. Bir iki kez arka kapıdan dışarı çıktı ve patikayla komşu avluları keşfetti, ama Nora onu buldu ve Geoff'u avluyu terk ettiği için azarladı. Eskiden olduğu gibi, Geoff yine kuşlarla arkadaş oldu ve oyun arkadaşlarının arasına sincapları ve bir de sokak kedisini kattı. Bir ay sonra, yeni annesi onu okula kaydettirdiğinde, Geoff bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamıştı. Nora ilk kez olarak onun elini tuttu. Sonra, Geoff'a bakmaksızın, ilkokul sekreterine çocuğun onların gerçek 86 Sonsuzluğun Mesajı oğulları olmadığını, onun evlat edinilmiş bir Aborijin olduğunu açıkladı. Bu, Geoff'un kendi halkı tarafından, onu doğuran anne tarafından istenmediğinin ve terk edildiğinin ayrıntılarını ilk kez olarak duyuşuydu. Kadın onun hiçbir yerde istenilmediği gerçeğini vurguladı. Willett'lar onu evlerine almışlardı ve şimdi de o ve kocası ona bakıyorlardı. Geoff o gün rahibin eşine bayan yerine ilk adıyla, Nora demeye başladı. Kimse bu değişikliği fark etmiş gibi görünmüyordu. Rahip Marshall'a her zaman bayım deniliyordu. Geoff "Avusturalya'lı Aborijin" sözcüklerini belleğinin derinliklerine yazdı. Gerçek ana babasına karşı içinde acı duygular hissetmeye başladı. Çocuk kendisine söylenilene inanmıştı. Onu doğumda reddetmişlerdi. Geoff'un evlat edinilmesinden on ay sonra, Marshall 'ların bir oğlu oldu ve on ay sonra ikinci bir oğlan çocuk dünyaya geldi. Ev ve kilise atmosferi değişti. Geoff şimdi sevgi gösteren, dikkat gösteren, çocuklarına bakıp büyüten bir ana babayla onların iki biyolojik çocuğunun rollerini görmeye başladı. Geoff daha da içine kapandı. Bir çocukları varken, bebek anne ve babasının yatak odasında uyuyordu. İkinci çocuğun doğmasıyla, Geoff'un odası iki çocuk için bebek odasına dönüştürüldü ve ona zemin kattaki bir köşede bir yatak, dolap, sandalye ve lamba verildi. Rahip Marshall kilise üyelerine iki bebeği göstermeye ve "Bu Geoff, bizim evlat edindiğimiz kalpten kardeşimiz," diye eklemeye başladı. Bu sözler Geoff'a hiçbir zaman anlamlı gelmemişti. Bazen rahip, "Onun 87 ruhunu kurtarmak için o kadar çok çaba gösteriyoruz ki, lütfen onun için ve dünyadaki tüm vahşiler için dua edin!" diye ekliyordu. Geoff dokuz yaşındayken kendini ona çok yardımcı olan kütüphaneci Bayan O'Neal'la okul kütüphanesinde buldu. Kadın ona kendi atalarının İrlandalı olduğunu ve insanların kendi kökenleri üzerine okumalarının önemli olduğunu düşündüğünü açıkladı. Bayan O'Neal Aborijinler üzerine iki kitap buldu ve Geoff'a bunlara bir göz atıp boş zamanlarında okumasını söyledi. Geoff kitapları eve götürdü ve o gece herkes uyuduktan sonra ışığı açtı ve ilk kez olarak ataları üzerine bir şeyler anlamaya çalıştı. Kitaplarda topraklara el konulması ya da oralarda yaşayan halkının yabancı yöneticilere boyun eğmek zorunda bırakılmaları üzerine hiçbir şey yazmıyordu. Kitap onları çok az elbise giyen, yiyecek olarak böcekleri yiyen ve sefil bir yaşam süren ilkel kimseler olarak tarif ediyordu. Geoff karışık duygular hissetti. Kitaplarda kendi halkıyla övünebileceği pek az şey bulabilmişti. Belki Marshall ailesine ait değildi, ama Aborijinlerle birlikte bırakılsaydı olacağından daha iyi bir durumdaymış gibi görünüyordu. 88 1945 yılında sıcak bir günde, Freda on bir ve Beatrice dokuz yaşındayken, okuldaki çocuklara nadir bulunan bir fırsat verildi. Çocuklar kurumdan dışarıya, parka benzeyen bir ortamdaki yakın bir ırmağı görmek için gezmeye götürüldüler. Yılın çoğu, su kanalı zar zor görülebilir halde olurdu, ama birkaç aydır yağmur
yağıyordu. Dere büyüyerek bir ırmağa dönüşmüştü ve birçok yerinde bir ila iki metre derinliğe ulaşıyordu. Irmakta suyun içinde daireler çizerek döndüğü birçok çukur vardı. Öğlen vakti, on beş yaşındaki bir kız, Hannah, çimenlik park alanından biraz uzakta suyun kenarında kesilip kökleri bırakılmış yaşlı bir ağaç buldu. Birkaç kız suya atlayışını görmek için onu izlediler. Hiçbirine yüzme öğretilmemiş olduğu halde, yalnızca çırpınarak, kollarını ve bacaklarını sallayarak, kıyıya geri dönülebileceği belliydi. Bu, bir hayli eğlenceli gibi görünüyordu. Kızlar birer birer bunu deneyecek cesareti kazandılar. Beatrice bile, banyo yaptırılırken boğulmanın eşiğine geldiği kötü bir anısı olmasına rağmen, şimdiye kadar gördüğü her şeyden daha eğlenceli gibi görünen bu 89 ¦maim juurgan işin heyecanına karşı koyamadı. Bu çok heyecanlıydı; yalnızca su burnuna kaçtığında biraz canını acıtıyordu. Freda, sıranın kendisine gelmesi için sıraya girdi. Grup onun suya atlamasını izledi ve kafasının yüze çıkmasını beklediler, ama kafası dışarı çıkmadı. Beatrice ne yapacağını bilmiyordu. Birdenbire suya atladı. Suyun derinliklerine doğru inerken, suyun altındaki arkadaşına dokunmaya çalışarak, el yordamıyla onu aradı. Beatrice hiçbir şey hissetmedi. Kız suda nasıl kalıp aramayı nasıl sürdürebileceğini bilecek kadar deneyimli değildi. Kıyıya çıkabilmek için uğraşması gerekti. Hannah koşarak yardım getirmeye gitti. Kroket oyununu bırakmak zorunda kaldığı için canı sıkılmış olan bir rahibe, isteksizce eski ağaç köküne kadar yürüdü ve sorular sormaya başladı. Kızlar suda birinin olduğundan emin miydiler? Peki ama bu kız kimdi? O aptal kız ne kadar zamandır suyun altındaydı? Kutsal Rahibe yürüyerek gitti ve sonunda iki diğer rahibeyle birlikte geri döndü. Yirmi dakika kadar sonra, tüm öğrencileri çağırdılar ve onlara gitmelerini söylediler. Herkese asker yürüyüşüyle yurda gitmeleri söylendi. Beatrice Freda'yı suda bırakamazdı; ağladı, çığlıklar attı ve yeniden suya girmeye çalıştı, ama yüzüne birkaç tokat yedi ve oradan gitmeye zorlandı. Beatrice haftalar boyunca geceleri uyuyamadı. Kız Freda'nın ağzı suyla dolarken ondan yardım istediği korkunç kabuslar gördü. Bu kabuslar beyaz çuvaldaki köpek yavrularıyla en iyi arkadaşının yardım için çırpınıp ağlamasının bir karışımıydı. 90 iuesajı Bir süre sonra Beatrice, Rahibe Agatha 'nın, ölen çocuğun ayaklan derindeki kalın bir çamur tabakasına saplanmış olarak bulunduğunu söylediğini duydu. Kızın rüyalan daha da kötü bir hale geldi. Çamurda çırpınan, ağzı, gözleri ve kulaklan suyla dolan ve ayaklan dev kayalar tarafından dibe bastınlan Freda'nın rüyalan, her gece Beatrice'in uykusunu bölüyordu. Yönetimden hiç kimse asla onun en iyi arkadaşını kaybetmesini önemsemedi. Hiçbir anma töreni ya da merasim yapılmadı. Beatrice, vahşiler için ölülere yapılan geleneksel Hıristiyan törenlerinin düzenlenmediğini kabul etmeyi öğrendi. Kız her gece ölmüş olan kız kardeşiyle konuştu, ona o gün olanları anlattı. Beatrice sonunda rüyasında Freda'nın kanatlarla gökyüzüne doğru uçarak kurtulduğunu gördü. Beatrice onun varlığını hissetmeye devam etti, özellikle teneffüslerde düzenli olarak gelip parmaklıklara konan ve şarkılar söyleyen ve çoğu akşam okul bahçesinin üstünde uçan beyaz bir kuşu gördüğü zaman. Kuruma ne zaman yeni bir kız gelse, rahibeler onun tüm kişisel eşyalarını alırlar, elbiselerini yakar ve saçlarını keserlerdi. Saç kesme işi Baş Rahibe'nin bürosunun önünde uzun tahta bir sandalyenin üstünde, kayışlarla bağlanarak yapılırdı. Çocuklar kuruma geldikten otuz dakika sonra, öksüzlerin sandalyeye bağlanmış çığlıklar atan çocuğu ve traştan önceki ve traştan sonraki dramatik görünümü seyredebilecekleri kesindi. Beatrice bunun yeni gelen bir çocukla arkadaşlık kurmak için iyi bir fırsat olduğunu öğrendi. Yıllar geçtikçe Beatrice 91 ¦mario juorgaıı
herkesin ne kadar eşsiz olduğunu ama gruptakilerin gereksinim ve duyguları açısından birbirlerine ne kadar çok benzediğini hissedebilecek hale geldi. Ama hiçbir zaman bir başka kızı kendi kızkardeşi olarak görmedi. Beatrice çoğu zaman sorun çıkarmanın eşiğine geliyordu. Gözü korkmamıştı, ama cesur ve yerini koruyabilen birisi de değildi. Bunun yerine, kafasının içinde konuşmalar geçiyordu. Beatrice kendi kendine, "Bu doğru değil, bunun böyle olmaması gerektiğini biliyorum. Bu bir kandırmaca oyunu gibi," diyordu. Kız aradaki farkı bildiği halde bir şeyi yalnızca göstermelik olarak yapmanın bir yalan olmadığına inanıyordu. Freda'nın ölümünden sonra, Beatrice dualarının ve kilisede geçirdiği zamanının çoğu bir gösteriydi, çoğunluğa uyuyormuş gibi görünmek içindi ama, gerçekte, bunların tümü göstermelikti. Kitap okumak ona kolay geliyordu ve eline geçirdiği her şeyi büyük bir istekle bir solukta okuyup bitiriyordu. Bulabildiği kitaplar sınırlıydı; Beatrice dokuz yaşındayken binanın çoğu yerinde çalışmaya başladı ve özel büroların tozlarının alınması işinde gönüllü oldu. Kız bu bürolarda harika kitaplar, haritalar, dergiler, ciltlerle ansiklopedi, hatta okuyabileceği özel mektuplar buldu. Yılda bir ya da iki kez, tüm görevli kadınlar tatile çıkarlar ve yalnızca iki rahibe kalırdı; onun için Beatrice cam dolaplarda kilitlenmemiş olan çok sayıda yazılı bilgiye ulaşabiliyordu. Kilise yerli kızların sokak levhalarını anlayabilecek, kavanozların üzerindeki etiketleri okuyabilecek ve belki de ileride yasal bir belgeyi imzalayabile92 Sonsuzluğun Mesajı cek kadar okuma ve yazmanın ötesinde bilgiye ihtiyaçları olmayacağına inanıyordu. Eğitimin önemli olan bölümü, ev işleri, çamaşır yıkama, bebek bakma, ürün ekme ve biçme, yiyecekleri kavanozlara koyma ve birkaç nadir ve son derece zeki Aborijin kadını için, kendi halklarından hastalara hemşirelik yapma gibi pratik yetenekleri öğrenmekti. Soğuk, bulutlu bir gün Beatrice odun kesip yığmaya yardım etmek için okulun dışına götürüldü. Sabah yaşlı bir Aborijin adam yanına geldi ve onunla konuşmaya başladı. Adam Beatrice'in gördüğü, kendi halkından olan tek yetişkindi. Çok uzun konuşmadılar, çünkü projeden sorumlu rahip, genç Papaz Paul, ona işini aksattığını söyledi. Öğleden sonra geç saatlerde adam karşı taraftan yürüyerek geldi, ama davranışları garipti ve tuhaf kokuyordu. Papaz onu iterek yere yıktı. Sonra adama ayağa kalkıp oradan gitmesi için bağırdı. Papaz zavallı adam sonunda sendeleyerek uzaklaşana kadar onu defalarca tekmeledi ve onu harekete geçirmeye çalıştı. Atılan dayağı alkol içmenin kötülüğü üzerine bir vaaz izledi. Beatrice bunun iyi bir şey olmadığına katılıyordu ve o gece pencereden yukarıdaki yıldızlara bakarken alkol içmeyeceğine söz verdi. Kız bunun o kadar önemli bir karar olduğunu düşünüyordu ki, bu karar özel bir töreni hak ediyordu. Beatrice ranzada onun yanında yatan kızın bulmuş olduğu kırık bir porselen fincan parçasını alarak, elini kesti. Elinden birkaç damla kan akarken, kız 93 Mario Morgan alkolden uzak durma yeminini tekrarladı. Onun için, bilerek açtığı fiziksel yara kendisinin bulduğu mükemmel yeni bir fikirdi, ama yıllar sonra bunun eski zamanlardan beri kendi halkının geleneğinin bir parçası olduğunu öğrendi. Birkaç damla kan, onun yaşamında büyük sorunlara yol açtı. Yatak çarşafları iki haftada bir değiştiriliyordu. Ertesi gün Beatrice'in yatakhanesinin çamaşırlarının yıkanacağı gündü. Küçük yara gece biraz kanamıştı. Rahibe Raphael, çamaşırhanede kan izini gördü. Beatrice Başrahibe'nin odasına çağırıldı ve kan hakkında sorguya çekildi. Beatrice onlara törenden ya da bunu neden yaptığından söz edemezdi, ama onlara küçük yarayı gösterdi. İki rahibe birbirlerine kızın anlattığı öyküye inanmamış gibi baktılar. Kız, "Burada küçük bir yara var, kan oradan geldi," demişti. Ama rahibelerin açıklamaya hazır olmadıkları bir sırları varmış gibi görünüyordu; bu da, kanın yaradan başka bir yerden gelmiş olabileceğiydi. Bir hafta sonra en küçükleri dokuz yaşındaki Beatrice olan altı kızdan oluşan bir grup, erkenden uyandırıldı ve onlara kente yapılan bir geziye gitmek için seçildikleri söylendi. Kahvaltı etmek için zaman yoktu, kızlar daha sonra yemek
yiyeceklerdi. Kızların her biri kurumun dolabına, bir salondaki bir dizi tahtadan elbise dolabına götürüldü. Merhametli Rahibeler Öksüzler Yurdu'nda elbiseler askılara aşılmazdı, düzgünce katlanırdı. Kızlar kendilerine uyan üniformalar, beyaz bir buluz ve kahverengi etekler giyerlerdi, ama onları evlat edinmekle ilgilenen çiftlerin önünde geçit töreni yapmaları gibi 94 Bonsuzıugun Mesajı nadir durumlarda, kurumun dışındaki kimselerce bağışlanmış olan giysileri kullanırlardı. O gün Beatrice'e koyu mavi bir elbise ve kırmızı bir şeritle süslenmiş beyaz bir Peter Pan yaka verdiler. Papaz Paul onları arabayla kente götürdü, bu eğlence amaçlı bir gezi değildi, bir sağlık kliniğine gidiyorlardı. Kapı açılır açılmaz Beatrice'in burnuna garip, çok ağır bir koku geldi. Bekleme odası o kadar kusursuz bir biçimde temizlenmişti ki, kızlar oturamayacak kadar rahatsız oldular ve bir duvarın yanında ayakta sıraya girdiler. Teker teker, ayrı odalarda, elbiselerini çıkartmalarına ve beyaz biçimsiz bir geceliğe benzeyen elbiseleri giymelerine yardım edildi. Her birine bir bağışıklık aşısı yapılacağı ve fiziksel sağlık testinden geçirilecekleri söylendi. Beatrice bir hemşirenin koluna iğneyi yaptığını ve sonra yüzüne bir maske konulduğunu anımsıyordu. Kız karnında bir ağrıyla uyandı, karnının üstünde sargılar vardı. Altısının da karnı genişçe yarılmış ve dikişler atılmıştı. Ertesi gün öksüzler yurduna geri döndüler ve karınlarındaki yarıklar iyileşene kadar diğerlerinden ayrı tutuldular. Beatrice o bölgeden sorumlu genç ve hevesli bir rahibin, Avusturalya'daki yerli halkın nüfuslarını kontrol etmekle ilgili deneysel projesinin bir parçası olmuştu. 95 Geoff okuldaki en iyi top oyuncusuydu ve derslerini öğrenmek ona kolay geliyordu. Çocuk her zaman sınıftaki toplu çalışmalarda yapılan heceleme oyununu kazanıyordu. Okuldaki diğer çocuklar tarafından sevilmiyor ve beğenilmiyordu. Oğlanlar ana babalarının kendilerine onun arkadaş olabilmek için fazla koyu renkli olduğunu söylediklerini anlattılar. Geoff'un en sevdiği şeylerden birisi resim çizmekti. Sanat dersini iple çekiyordu, çünkü o derste bolca kağıttan başka pastel boyalar, renkli kalemler, suluboyalar ve parmak boyalan bulabiliyordu. Öğretmeni derste yapmaları gereken ödev bittikten sonra onu kendi başına bırakıyordu. Geoff çalışmasını her zaman diğer öğrencilerden önce bitiriyordu ve yaptıkları ne olursa olsun muhteşem bir iş sergiliyordu. Evde resim kağıdı yoktu. Bay Schroeder yaşamına girinceye kadar ona hiç harçlık verilmemişti ve para kazanmasının hiçbir yolu yoktu. Bay Schroeder Marshall'ların evinin karşısındaki arka 97 Mario Morgan sokakta oturan bir savaş gazisiydi. Adam yaşamını tekerlekli sandalyede geçiriyordu çünkü bacakları artık çalışmıyordu. Bay Schroeder tek başına yaşıyordu. Depresyona girdiğinde ve kızgın bir adam olduğunda o kadar çok içki içiyordu ki herkesi yaşamından çıkartmıştı. Güzel ve sıcak bir sonbahar günü Geoff bir elma ağacının tepesinde otururken, Bay Schroeder1 in çöplerini boşaltmaya uğraştığını gördü. Arka kapıya çıkan çimentodan merdiveni kaplayan tahtadan eğimli bir yüzey yapılmış olmasına rağmen, kapıyı açmak, çöp tenekesini kucağında dengede tutmak ve dikçe eğimden inmek zor bir işti. O gün çöp tenekesi devrildi ve içindekiler dışarıya döküldü. Bir kutu tekerlekli sandalyenin önüne düştü ve önünü kapayarak hareket etmesine engel oldu. Eğimli yerde sandalyeyi çevirmek için yeteri kadar yer yoktu. Bay Schroeder orada sıkışmıştı ve küfür edip duruyordu. Adam verip veriştirirken şans eseri yukarıya baktı ve çocuğu gördü. Geoff açıktaydı çünkü ağacın yapraklarının çoğu dökülmüştü. Bay Schroeder uzaktan, "Hey sen, çocuk. Buraya gel. Yardımına ihtiyacım var," diye bağırdı. "Sen oradaki çocuk. Yardımına ihtiyacım olduğunu görmüyor musun? Buraya gel ya da bana yardım edecek birilerini bul." Geoff bu traş olmamış ve üstü başı darmadağınık yetişkinin görünüşünü sevmemişti. Onu daha önce de görmüştü ve bahçesinde bir şeyler yaparken hemen her
98 ponsuzıugım .Mesajı zaman küfür ettiğini duymuştu. Adam onu fark etmiş olduğundan, Geoff yüksekteki yerinden aşağı indi ve adamın çağrısını yanıtladı. Çocuk Marshall'ların çitle çevrili bahçesinden çıktı, çöp varillerinin dizili olduğu asfaltlanmamış sokağı geçti ve tekerlekli sandalyede oturan zor durumdaki adama yaklaştı. Ön tekerlek kutunun bir bölümünü ezmiş, kutunun sert bir kenarını kıstırmıştı, düzleşen kutu, krom sandalyenin öne doğru gitmesini engelliyordu. Geoff kutuyu çekip çıkartmaya çalıştı. Ama yapamadı. Sıkışıp kalmış olan adam, "Arkaya geç ve beni geriye doğru çek," dedi, "Belki kutu tekerlekten çıkar." Ama çıkmadı. Geoff "Ben sizi geriye çekmeye çalışırken aşağı eğilip kutuyu çekmeyi deneyin," diye öneride bulundu. "Bu iki kişilik bir iş." Sandalye ve adam ağırdı, ama çocuk sandalyeyi planı işe yarayacak kadar hareket ettirmeyi başardı. Sandalye kutudan kurtulduğunda, derhal hızlanarak eğimli rampadan aşağı gitmeye başladı. Adam ve çocuk birlikte sandalyeyi kontrol altına aldılar. İlk gülen adamdı. "Haklıymışsın. Bu iki kişilik bir işti. Hayatımı kurtardığın için teşekkürler. Senin adın ne?" "Geoff, bayım. Geoff Marshall." Kötürüm adam, "Tanıştığımıza memnun oldum Geoff. Güçlü bir delikanlısın. Sen gelene kadar başım bir hayli beladaydı. İçeri gel," dedi. "Sana bir ödül vereceğim." 99 Çocuk, "Hayır, buna gerek yok," diye yanıtladı. "Tabii ki gerek var. İçeriye gel. Yoksa benden korkuyor musun? Benim adım Schroeder. Seni ısırmam. Söz veriyorum, seni ısırmam." Geoff Bay Schroeder'ı iterek rampadan yukarı mutfağa çıkarttı. Orada karşılıklı yaşadıkları olayları anlattılar ve birbirlerine alıştılar. Çocuk, babasının onun bir komşuya yardım ettiği için para almasından hoşlanmayacağını açıkladı. Schroeder bunun bir maaş gibi olabileceğini anlattı. Belki Geoff her hafta birkaç kez okuldan sonra yardıma gelebilirdi. Biraz para kazanabilirdi. Sonunda Rahip Marshall Geoff'a para ödenmesine karşı çıktı, ama çocuğun kötürüm bir savaş gazisine yardım etmesi fikrinden hoşlanmıştı. Aslında, bu konuyu ilerideki bir vaazında kullanabilirdi. Çocuğun yardımlarının karşılığında, Schroeder ona doğrudan doğruya para vermedi. Adam bunun yerine çocuğun istediği şeyleri öğrendi. Resim kağıdı ve malzemeleri satın alarak Geoff'un istediği zaman kullanabilmesi için evinde bulundurdu. İkisi iyi arkadaş oldular. Schroeder bu küçük sanatçının çalışmalarından ve arkadaşlığından hoşlanıyordu. Onun bazı resimlerini çerçevelettirdi. Savaş gazisi adam biraz uzakta durup ona çiviyi nereye çakacağını söylerken Geoff tahtadan çerçeveyi duvara karşı tuttu. Buna güldüler çünkü yaptıkları hemen her proje iki kişilik bir işti. Schroeder evlat edinilmiş çocuğun etkisiyle yumuşamış gibi görünüyordu ve oğlan da kendisine ORHAN KEMAL İL HALK KÜTÜPHANESİ 100 Sonsuzluğun Mesajı yetişkin bir erkek gibi davranılmasından hoşlanıyordu. Schroeder temizliğine ve görünüşüne daha fazla dikkat etmeye başladı. Geoff'un okuldan sonra yaptığı ziyaretlerden dolayı kendi kendine kurabiye yapmayı öğrendi. Ve ikisi bir bahçe yapma işinde birlikte çalıştılar. Geoff'un kendi adına daha dikkat etmesi Schroeder'in fikriydi. Bir akşamüstü, okulda geçen sıkıcı bir günden sonra, küçük çocuk hiçbir arkadaşı olmamasından ve diğerlerinin onu aralarına almamalarından şikayet etti. Adam ona kendisinin de başka hiçbir arkadaşı olmadığını ve topluma uyum sağlayamadığını açıkladı. "Başkalarını değiştiremezsin," dedi. "Kendinle ilgili düşünme biçimini değiştirmeli ve başkalarının görüşleri her ne olursa olsun kendinden memnun olmalısın. Sen kendinle gurur duyduğun kendinden ve temsil ettiğin şeyden memnun olduğun zaman, kaç tane arkadaşın olduğu farketmez. Ve garip bir nedenle, kendine güvenmek insanları cezbeder gibi görünüyor. Ama onlardan farklı olan
yanlarını da azaltabilirsin ve bu biraz işe yarayabilir. Örneğin, adın. Adın Amerikanların telaffuz ettiği gibi telaffuz edilmiyor. Eminim insanlar adını sen onu söylemeden gördüklerinde sana ne diyeceklerini anlamakta güçlük çekiyorlardır. Neden annenle babandan adını Geoff yerine Jeff olarak yazmak için izin istemiyorsun? Ya da belki gerçekten hoşuna giden bir lakap bulabilirsin ve hepimiz seni o yeni adla çağırırız." Çocuğun annesi ve babası adının yazılışım değiştirmesine karşı çıktılar, ama çocuk yine de arasıra bunu yaptı. 101 Mario Morgan Ailesinin oyunlara asla gelmeyeceğini bildiği halde, yerel beyzbol takımına üye olurken adını yeni haliyle yazdı. Schroeder onun takımın home run'larda topa vurabilen tek üyesi olduğunu gördüğünde Geoff'a "Vurucu" demeye başladı. Geoff yaşlı arkadaşına bunun iyi bir duygu olduğunu söyledi. Çocuğa sanki doğumunda konulan Avusturalyalı ad artık eskimiş gibi geliyordu. Ama ailesi onun hak ettiği yere ihtiyacı olduğunu asla anlamayacak ve bu ihtiyacını yerine getirmeyecekti. Soğuk ve karlı bir kış günü Schroeder küçük arkadaşına bir sürpriz yaptı. Adam kütüphaneye gitmiş ve Avusturalya Aborijin sanatıyla ilgili bir kitap ödünç almıştı. Kitaba birlikte baktılar. Bu kendine özgü bir sanat tarzıydı. Tümüyle sembollerden oluşmuş gibi görünüyordu. İnsanlar büyük "U" harfine benzeyen bir biçimle temsil ediliyordu, ırmaklar dalgalı mavi çizgilerdi ve tüm çizimlerin arka planı noktalarla kaplanmıştı. Geoff arkadaşına bu kitabı bulduğu için teşekkür etti. Görünüşte ilgilenmiş olmakla birlikte, içinde bunun tam tersini hissediyordu. Onun için, bu bilgi yalnızca kendi halkının ilkel, eğitimsiz insanlar olduğunu gösteren yeni bir kanıttı. Resimlerin ne anlatmak için yapıldığını anlamamıştı ve bu sanat eserleri onun bir Aborijin olmaktan gurur duymasını sağlamamıştı. 102 On yaşındaki Beatrice doğayı çok seviyordu. Kendi halkının yaşadığı yerlerdeki ağaçlardan ve çiçeklerden söz eden tüm kitapları okumuştu. Yağmur ormanlarını, şelaleleri, bol miktarda kireç içeren kum tepeciklerini ve dört bir yana uzanan sahilleri gösteren fotoğraflara hayran kalmıştı. Beatrice hayvanlar, böcekler, kuşlar ve deniz hayvanları üzerine yazılanları okudu. Bunları kendi gözleriyle görmeyi arzuluyordu ve kurumun duvarlarının dışındaki harika dünyanın düşünü kuruyordu. Beatrice on bir yaşına girdiğinde, astronomiyle ilgilenmeye başladı, gezegenleri ve gökyüzündeki yıldızların düzenini anlatan kitaplar okudu. Karanlıktan sonra gizlice bahçeye çıkarak, bunların gökyüzündeki gerçek yerlerini aradı. On iki yaşındayken, karmaşık bilimsel kuramları, deneyleri ve kanıtları öğreniyordu. Tabii ki bir laboratuvarı ve öğretmeni yoktu. Ama bir gün bir hemşire olmayı istediği bahanesiyle, halk kütüphanesindeki kitapların bazılarını seçmek için izin aldı. Papaz Paul, ayda iki kez ona yeni kitaplar getiriyor ve okumuş olduğu kitapları geri götürüyordu. 103 O yıl Papaz Paul öğrenim görmüş olduğu ilahiyat fakültesine geri döndü ve Öksüzler yurduna Papaz Felix geldi. Papaz Felix'e özel görevleri özetlenmişti ve ayrıca Beatrice'in okumaya olan ilgisi gibi fazladan etkinlikler de anlatılmıştı. Papaz Paul'ün kitapları getirme biçimiyle Papaz Felix'in bu aktarmayı yapma yöntemi arasındaki fark kendini derhal belli etmişti. Beatrice papazın bürosuna girdiğinde, adam kapıyı kilitledi. Yeni kitaplar onun masasının kenarında duruyordu. Papaz masanın arkasındaki uzun deri büro koltuğuna oturdu ve Beatrice'e karşısına, kitaplara ulaşabileceği bir yere oturmasını söyledi. Adam ondan kitaplara tek tek göz atmasını ve bunları sevip sevmediğini, onlardan ne öğrenmeyi umduğunu sordu. Beatrice papazın dediklerini yaparken, onun masanın arkasında bir şeyler yaptığını anlamıştı. Adamın elleri görünmüyordu, ama kolları hareket ediyor gibiydi. Bir dizi sorudan sonra, papaz gülümsedi ve Beatrice'e yanına gelmesini söyledi. Kız istemeyerek denileni yaptı, ne olacağını tahmin edemiyordu. Kızın içindeki bir his adamın yaptığı şeyin doğru olmadığını söylüyordu. Beatrice masanın yan tarafına gitti ve adamın koltukta pantolonunun fermuarı açılmış, organı dışarıda durduğunu ve onu elinde tutmakta olduğunu gördü. Papaz kızın bilim ve biyolojiye
olan merakıyla ilgili bir şaka yaptı ve anatomiden de anlaması gerektiğini ekledi. Adam kıza uygunsuz bir teklif yapmadı, ama yaptığı şeyden zevk alıyordu. Beatrice başını çevirdiğinde, papaz güldü. Adam giysilerini yeniden eski haline getirirken, 104 kıza yaşamının kalan bölümünde göremeyecek olduğu bir şeyi görmenin kendi yararına olacağını söyledi. Hiçkimse asla yüzünde böyle kötü bir yara olan, ayrıca ameliyatla çocuk sahibi olması engellenmiş olan bir kadınla evlenmezdi. Papaz kapının kilidini açtı ve kızı, onu kütüpheneden gelen kitapları vermemekle tehdit ederek konuşmalarından kimseye söz etmemesi için uyardı. Beatrice tahta panolu büroyu şaşkınlık içinde terk etti. Kız, olanları, papazın yaptığını ve söylediklerini hiç anlamamıştı. Beatrice onun yaptıklarından sarsılmıştı, bir erkeğin cinsel organını dışarıya çıkarılmış halde görmekten şaşkınlığa uğramıştı. Özellikle de dokuz yaşında geçirdiği ameliyatın onun tüm çocuk doğurma olasılığını önlemek için yapıldığını öğrenmekten sarsılmıştı. Beatrice bunların hiçbirini asla aklına getirmemişti, erkekleri, evlenmeyi, ya da çocuk sahibi olmayı ve özellikle de bir papazın elbiselerini çıkartacağını hiç düşünmemişti. Beatrice olanları kimseye söylemedi, ama Rahibe Margaret'e karnındaki yara izinin kadınlara yapılan bir ameliyattan kaldığını doğrulatmayı başardı. Kız, Papaz Felix'in söylediklerinden dışarı çıkmaktan korkuyordu. İki hafta sonra kitapları ona geri verdi, onları adamın bürosunun kapısına bıraktı ve ondan sonra yeni kitapları da hep oradan aldı. On üç yaşındayken, eğer sınava önyargısız koşullar altında sokulsaydı, Beatrice'in kesinlikle lise düzeyinde olduğu anlaşılacaktı. Ama Merhametli Rahibeler Öksüzler Yurdu'ndakiler onun zekasıyla ilgilenmiyordu. 105 Kızın sessizce kendi işleriyle uğraşan ve sorun çıkarmayan bir öğrenci olarak kalmasına karar verdiler. 106 Rahip Marshall'm ailesi her Çarşamba akşamını kilise derneğinde geçirirdi. Hafta sonları ve yazlar, dini inançları güçlendirmek için çadırlarda yapılan toplantıların zamanıydı. Yaşam sürekli olarak yüksek sesle söylenen şarkılar, gürültülü dualar, ağlayan günahkarlar ve günahları bağışlananların bağırmalarıyla doluydu. Geoff'un üvey babası her toplantının başında iyi giyinmiş ailesini sahneye çağırırdı. Nora tümüyle beyazlar giydirilmiş en küçük oğlunu kucağında tutarken akşamın erken saatlerinde hala mükemmel derecede temiz olan diğer oğlu onun bacaklarına yaslanır, çoğunlukla beyaz bir gömlek giyer ve küçük bir papyon takardı. Rahip Marshall aile üyelerini birer birer tanıtırdı ve konuşmasını her zaman Geoff'tan söz edip yabancı dinsiz vahşilerin soyundan gelen birisini aralarına aldıkları için ne kadar dindar olduklarını vurgulayarak bitirirdi. Çocuk bu topluluk için bir örnek oluştururdu. Ailenin reisi ve kilisenin başkanı herkesin düşmanını sevmesi, cehaleti affetmesi, putperestler için dua etmesi, vahşileri dine döndürmesi ve uygarlıktan uzak kültürleri yokederek günahkarlığı ve şeytanın yollarını ayakları 107 Mario Morgan altında ezmesi gerektiğini tekrar tekrar vurgularken, Geoff dik durarak gülümserdi. Bu Pazartesi ve Salı günleri ilerleme gösterdiğini ve Tanrı'nın ailesinin bir parçası olduğunu düşünen, ama her Çarşamba dünyadaki kayıp ruhların örneği olarak sergilenen Geoff'un kafasını çok karıştırıyordu. Bu bir oyun, bir şaka, çocuğun oynadığı bir rol, en az Nora "Dünya Dönerken" ve "Stella Dallas'ın Yaşamı"nı inançla dinlerken radyodan gelen sesler kadar zorlamalı bir roldü. Geoff maymunların sokakta akordiyon çalan adamların dikkat çekmelerine yardımcı olduğunu görmüştü ve kendi durumunu bu yakalanmış hayvanlarınkine benzetiyordu. Bildiği kadarıyla, tüm Vermont'da koyu renk derili bir başka kimse yoktu. ¦ Bir Çarşamba akşamı Geoff, rahibin kütüphaneden aldığı Avusturalya'nm yerli halkıyla ilgili kitapları okumakta olduğunu fark etti. Rahip o akşamki vaazında yazılı bir dilleri olmayacak, ev yapmayı ya da yiyecek yetiştirmeyi bilmeyecek ve İsa'nın sevgisi ve cennetteki bağışlanma gibi kavramları olmayacak kadar ilkel insanlara değindi. Geoff kendisini küçük düşmüş hissetti. Çocuk,
Marshall'lara, onun Aborijinlere olan ilgisinin onların neye benzediğini öğrenmek amacını taşımadığını, amacının kendisinin kim olduğunu ve neye benzediğini göstermek olduğunu açıklamak istedi. Ama sessiz kaldı. Avusturalya, okyanusun ötesindeydi ve Geoff o kıyılara asla dönmeyeceğinden emindi. Geoff'un iki erkek kardeşi hiçbir zaman ona yakın olmadılar. Onlar, tabii ki Geoff'tan daha küçüklerdi ve birbirlerine sokulurlardı. 108 juesajı Oğlanlardan birisi bir oyuncak kırdığında, her zaman Geoff suçlanırdı ve iki çocuk bunu onun yaptığını söylerlerdi. Geoff kendisini savunamazdı. Hiç kimse öykünün onun anlatacağı tarafını dinlemezdi, onun için çocuk savaşı sürekli olarak kaybederdi. Geoff biraz daha büyüdüğünde dersleri artık eskisi gibi iyi değildi. Dersleri anlıyordu, ama kendinden öğrenmesi beklenilen şeylere hiçbir ilgi duymuyor, bu nedenle de yapması gerekenin en azını yapıyordu. Geoff, Marshall'ların oğulları büyük mağazalardan alınan giysileri giyerlerken kendi elbiselerinin neden ikinci el satan dükkanlardan geldiğini ya da diğer iki çocuk güneş ışığının doldurduğu odada uyurlarken kendi yattığı yerin neden zemin kattaki karanlık bir yer olduğunu hiçbir zaman sormadı. Hiçbir zaman sormadı çünkü biliyordu: O oraya ait değildi. O hiçbir yere ait değildi. Geoff on dört yaşına geldiğinde Marshall'lar Teksas'a taşındılar. Geoff'un dili tutulmuştu. Belli ki aile bunu tartışmıştı ve taşınma çocuklarla tatlı dille konuşularak onlara kabul ettirilmişti, ama Geoff taşındıkları güne kadar hiçbir şey bilmiyordu. Tek arkadaşına, Bay Schroeder'a hoşçakal demesine izin verilmemişti. Teksas'ta Meksikalılar, Kızılderililer ve siyahlar nüfusun büyük bir bölümünü oluşturuyordu. Geoff'un çoğu kez yerel halklardan birisine ait olduğu sanılıyordu, çünkü oradaki kimsenin Avusturalya Aborijinlerinden haberi yokmuş gibi görünüyordu. Çocuk Teksas'taki yıllarının okuldaki en iyi yılları olduğunu düşünüyordu; akademik açıdan değil kabul edildiği için ve onu kabul edenler 109 öğrenciler arasındaki en sıkı ve kendilerinden en çok korkulan guruptu. Gizlice, birer birer, arkadaşlarının hepsi ona okuma, yazma ve matematik öğrenme isteklerini açtılar. Bunlar tümüyle normal çocuklardı, ama onlara o kadar büyük bir önyargıyla davranılıyordu ki okul yöneticilerinin dikkatini yalnızca kaba saba bir görünüşle çekebiliyorlardı. Geoff küfür etmeyi, sigara ve alkol içmeyi ve hırsızlık yapmayı öğrenmeyi de içine alan bu yeni yaşam tarzına uymakta zorluk çekmedi, ama aynı zamanda arkadaşlarına derslerinde yardım da etti. Geoff'un başı arkadaş edinir edinmez kanunla belaya girdi. İlk başlarda bu yalnızca okula gitmemektendi, sonra da yaşa dışı olarak içki içmekten. Çocuk, sürücü ehliyeti alabilecek yaşa gelmeden araba sürerken yakalandı ve kanuna karşı gelmekten tutuklandı. Geoff kiliseye gitmeyi reddetti ve artık Marshall 'ların oğullarının sözlerini ya da kendisine fiziksel olarak zarar vermelerine göz yummayacaktı. Kendi başına kaldı, evden olabildiğince uzak durdu ve kafasında kendisini onu evlat edinen aileden ayırdı. On altı yaşındayken alkol bağımlısı olmuştu ve yağmurlu bir Perşembe günü eve gitmedi. O kadar çok içmişti ki arkadaşlarının buluşma yeri olarak kullandıkları derme çatma eski bir kulübede sızıp kaldı. Alkolik olduğunu Marshall'lardan saklayabilmişti çünkü hiçbir zaman sarhoş olacak kadar içki içmiyordu. Bunun yerine, sürekli olarak biraz içerek her saat, her gün alkolün etkisi altında yaşıyordu. Marshall ailesinden kopması hızlı ve kolay olmuştu. Onlar Geoff'u aramadılar, o da onların hiçbirini özlemedi. 110 Ocak 1952'de, Beatrice on altı yaşına girdi. Onun gerçek doğumgünü önemsiz bir gündü; o gün kimse farkına varmadan gelip geçerdi. Merhametli Rahibeler Öksüzler Yurdu'nda asla doğumgünü kutlaması yapılmazdı. Şubatın ilk yarısında Beatrice Papaz Paul'ün bürosuna çağırıldı. Uzun bir masada Rahibe Agatha ve Rahibe Margaret, Raphael, papaz ve mavi bir elbiseyle ona uyan küçük tüllü bir şapkası olan orta yaşlı beyaz bir kadın oturuyordu. Papaz Paul yabancıyı ona tanıtarak, "Bu Bayan Crowley," dedi. "Buraya sana iş teklifinde bulunmak için geldi. Biz sana yalnızca sen on altı yaşma gelene kadar
bakmakla yükümlüyüz, onun için şimdi kendi sorumluluğunu üstlenme zamanın geldi. Bayan Crowley bir pansiyon işletiyor ve onu temizlemek, yemek pişirmek ve pansiyonerlere hizmetçilik yapmak için yardıma ihtiyacı var. Sen bunları yapabilirsin, öyle değil mi?" Beatrice utangaçça, "Evet," diye yanıt verdi. 111 "İyi. Peki o zaman, Rahibe Margaret'le birlikte gidip eşyalarını toplayın, öğle yemeğinden sonra Bayan Crowley seni alıp götürecek." Papaz ayağa kalktı. Beatrice eski deneyimlerinden artık gitmesi gerektiğini biliyordu. Yatakhanedeki yerine gitti ve yatağın üstünde oturdu. Kalbi hızla çarpıyordu. Beatrice kardeşi Freda'yi kaybettikten sonra kendine hiç kimseyle yakın arkadaş, sırdaş olma iznini vermemişti. Yine de diğer kızları özleyecekti, özellikle de küçük olanları. Beatrice şiltesinin altından bir puro kutusu çıkardı ve onu sevgiyle elinde tuttu. Sahip olduğu ve değer verdiği her şey bu kutunun içindeydi: boş bir tentürdiyot şişesi, Freda'nın beyaz örtüsü, parlak bir taş ve Freda'nın yazmış olduğu birkaç not. Rahibe Margaret bir kesekağıdıyla içeri girdi. Beatrice çamaşırlarını ve gece elbisesini katlayarak onun içine soktu, sonra puro kutusunu koydu. Onun kurumun dolabına giderek kesekağıdındaki eşyalarından başka iki keten elbise almasına izin verildi. Son yıllarda Beatrice'in ayakkabı giymesini gerektiren bir şey olmamıştı, ama ona Bayan Crowley'in evinde düzgün görünüşlü olması için yeterince iyi olan, rahibelerden birinin attığı bir çift ayakkabı buldular. Beatrice ayakkabıların ayağına verdiği rahatsızlıktan nefret ediyordu. Papaz Paul Beatrice'in öğlenayrılacağını duyurdu. Beatrice yemek masasındaki sandalyesinden tüm okula "hoşçakal", dedi. Saat birde bir otomobilin arka koltuğunda, taze sebzeler, maviye boyanmış açık havada kullanılan iki metal sandalye ve üzerinde altı orijinal askısı olan ağaçtan bir elbise asacağının arasında otu112 Sonsuzluğu» Mesajı ruyordu. Bayan Crowley arabayı sürerken, aralarında çok az konuşma geçti. Bu önemli değildi çünkü Beatrice dışarıya, çok az bildiği dünyaya bakıyordu. Yaşamının bundan sonrasında öksüzler yurdunun duvarlarından kurtulmuş olduğu gerçeği onu soluk soluğa bırakmıştı. Nereye gittiği, ne olacağı ya da bunlarla nasıl başa çıkacağı üzerine hiçbir fikri yoktu. Kızın tek bildiği şey bu sabah kilise okuluna ait olduğu ve şimdi Bayan Crowley adında birisine ait olması için denendiğiydi. 113 Geoff Marshall için on altıyla yirmi üç yaşları arasındaki yıllar bir bulanıklıktan ibaretti. Anayollarda, taşra yollarında, yağan karın ve dolunun altında ve insanı pişiren sıcaklarda durarak, alkolün etkisiyle gelen sarhoşlukla derin depresyon arasında gidip geldi. Ocak 1953'te, on yedinci doğum gününün sabahı, Geoff, gözlerini kasvetli bir güne açtı. Et taşıyan bir kamyonun ön koltuğunda uyandı. Yağmurda anayolun kenarında dururken onu neredeyse ezecek olan şoför ona acımıştı. Kamyon Wichita, Kansas'taki bir fabrikadan dağıtımları yapmak için Nebraska ve Iowa'ya gidiyordu. Saatlerdir yağmur yağıyordu. Şoför mahallindeki sıcaklık, ön camdaki buz gibi soğukla bir araya gelerek buhar oluşturuyor, adamın daha iyi görebilmesi için camı sürekli olarak silmesini gerektiriyordu. Şoför bir köşeye gelerek geniş bir dönüş yapmıştı ve orada aracın farlarının önünde üstü başı ıslanmış siyah bir siluet duruyordu. Çocuk yağmurdan ıslanıp siyaha dönüşmüş olan bir blucin giyiyordu. Üzerinde yakası kaldırılmış koyu mavi, ince bir ceket vardı ve cildi koyu renkti. 115 Mario Morgan Elbiselerinin ve saçlarının üzeri buz kaplamıştı. Şoför kamyonu kontrol altına aldığında frene bastı ve aracı durdurdu. Çocuk koşarak geldi. Adam çocuğa, "Arabaya bin," dedi. "Burada ne halt ediyorsun? Bir sonraki kente altmış kilometre var." Geoff adama otostop yapmakta olduğunu ve o civarda oturan bir çiftçinin onu buraya kadar getirdiğini anlattı. Çiftçi kendi evine gitmek için yolun
burasından dönmüştü. Dört saat önce otostop yapmaya devam etmek için çiftçinin arabasından indiğinde yağmur yağmıyordu. Fazla araç geçmiyordu ve şoförler onu almamışlardı. Şoför, Geoff'a ıslak ceketiyle gömleğini çıkarmasını söyledi ve ona koltuğun arkasından aldığı bir banyo havlusunu verdi. Geoff havluya sarındı. Termosta kalmış biraz kahve vardı, ikisi bunu paylaştılar. İkisinin de söyleyecek fazla bir şeyi yoktu ve kısa bir süre sonra Geoff uykuya daldı. Gözlerini açtığında ortalıkta güneş ışığı yoktu. Kapalı bir gündü ama kamyonun iç sıcaktı. Gömleği kurumuştu ve pantolonu ıslak olduğu halde ona daha az rahatsızlık veriyordu. Şoför, kamyonu yol üzerindeki bir lokantanın önüne çekti. Motoru kapattığında sessizlik şoförü uyandırdı. Adam, "Haydi gidip kahvaltı edelim. Paran var mı?" diye sordu. Geoff kafasını hayır anlamında salladı. "Önemli değil. Ben ısmarlarım." İkisi içeri girdiler ve en yakındaki masaya oturdular. Masanın üzerine rengi 116 '"&» solmuş sarı bir plastik serilmişti. Garson kız onlara tezgahın arkasından baktı. Kızın yüzünde sanki bu ikisine bir soru sormak istermişçesine şaşkın bir ifade vardı. Ama sormadı. Birkaç dakika sonra şoför, "Hey, birisi buraya bakabilir mi?" diye bağırdı. Kadın gazete okurken durduğu halde kafasını kaldırmadan, "Ne istiyorsunuz?" diye sordu. "Neleriniz var?" "Her zamanki şeyler:yumurta, domuz pastırması, tost, küçük kek, kahvaltılık. Ne istiyorsunuz?" "Ben domuz pastırması ve karışık yumurta alacağım. Kıymalı patates de istiyorum. Ya sen, oğlum? Domuz pastırmasıyla yumurta ister misin?" Geoff başını evet anlamında salladı. Garson kız, "Onunkini sen mi ödeyeceksin?" diye sordu. Şoför, "Bekle ve gör," diye cevabı yapıştırdı. Karşısında oturan oğlana göz kırptı ve "Kötü insanlara kibar davranmaya gerek yok. Kız bahşişin her şey demek olmadığını düşünemez," diye ekledi. Kız onlara kahvaltılarını getirirken içeri bir adam girdi ve tezgahın arkasına oturdu. Bu uzun boylu, ince, kafasında saç olmayan, kırklı yaşların sonlarında bir adamdı. Garson kız ona Lyle diyordu. Kız o istemeden bir bardak kahve koydu ve onun önüne bıraktı. Lyle ve garson kız önceki günden kalmış olduğu anlaşılan bir konuyu konuşmaya başladılar. Adam hala kendisine büyük ambarını temizlemekte yardımcı olacak birini 117 bulamamıştı ve ambardakileri Cumartesi günü satmak için anlaşmıştı. Kız ona ilgiyle davrandı ama içinde bulunduğu bu çıkmaza bir çözüm bulamadı. Kamyon şoförü yemeğini çiğnemeye devam ederek adama, "Buradaki arkadaşım iyi bir işçidir," dedi ve çenesini uzatarak Geoff'u işaret etti. "Ona verecek odanız, yiyecek ve paranız var mı?" Lyle, "Evet odamız var," diye yanıtladı. "Ama bu yalnızca Cumartesi gününe kadar. Sürekli bir iş değil. Beş günlüğüne ve günde on dolar ödüyorum." Şoför sırıttı ve "Bu kahvaltıyı da dahil et de seninle anlaşalım," diye yanıtladı. "Tamam mı, oğlum?" Geoff her şeyin bu kadar çabuk olup bitmesine şaşmıştı. Kahvaltıya davet edilmişti ve sonra ona beş günlük bir iş teklif edilmiş ve teklif kabul edilmişti. Şoför şimdi yediği kahvaltı için pazarlık ediyordu. Geoff, adam onun yanına gelip elini uzatarak, "Benim adım Lyle Moore. Senin adın ne?" diyene kadar hiçbir şey demedi. "Geoff Marshall." "Tanıştığımıza memnun oldum, Geoff. Bu iş senin için uygun mu? Yalnızca arkadaşın konuşuyor da." Geoff, "Evet, bana uygun," dedi. "Cumartesiye kadar boşum." Böylece Lyle Moore ve Geoff Marshall lokantadan Bay Lyle'm Ford'uyla ayrıldılar. Moore çiftliği kasabanın yalnızca dokuz kilometre dışındaydı. Çiftlik iki katlı beyaza boyanmış bir ev, sekiz bölmeli bir at ahırı, saman ve makinalar için kullanılan bir ambar ve kısa bir süre 118
önce vefat eden Bayan Moore'ın yıllar boyunca toplamış olduğu eşyalarla dolu bir başka büyük ambardan oluşuyordu. O ve kocası yazları hemen her ay çiftliklerde yapılan açık artırmalara giderlerdi. Bu, onlar için bir tür toplumsal etkinlikti. Çiftliklerde yaşayanlar yeni mallar almak istediklerinden ya da bazen antikalar kentte oturanlar arasında popüler olduğu için, eski eşyalarını elden çıkarırlardı. Lyle, "Annenin sorunu-yani karımın," dedi. "Ona her zaman çocuklar gibi anne derdim. Neyse, onun sorunu bir şeyler alması ama onları asla satma-masıydı. Şimdi bunların hepsinden kurtulmam gerekiyor. Cumartesi günü başka bir açık artırmacı gelecek ve bu nedenle de benim ambarda neler olduğunu görmem gerekiyor. Eşyaları sınıflandırmak ve istif etmeliyim. Şimdi evde yalnızca küçük kızım Nancy var. Bu, ikimiz için çok büyük bir iş. Eğer gerçekten sıkı çalışırsan bu büyük bir yardım olacak. Yalnızca buradan geçiyorsun değil mi? Senin buralardan olmadığını biliyorum. Her neyse, kaç yaşındasın?" Geoff, yaşma iki yıl ekleyerek, "Bu ay on dokuzuma giriyorum," dedi. "Şu anda ülkeyi geziyorum, nerede yaşamak ve ne tür bir iş yapmak istediğime karar vermeye çalışıyorum." "İyi fikir. Bu büyük bir dünya. Birçok fırsat var." Moore çiftliğindeki misafir odası, gençliğinde Lyle'm oğluna ait olan yatak odasıydı. Çocuk şimdi büyümüş, evlenmiş ve Oregon'da yaşıyordu. Orta batıyı nadiren ziyaret ediyordu. 119 Geoff'un, Lyle'ın kızı Nancy'den duyduğu ilk ses bir çığlıktı. Kız onlar ön kapıdan girdiklerinde babasının, "Merhaba, ben geldim," sözlerine yanıt vermemişti. Lyle Geoff'a yatak odasını ve tuvaleti gösterdi. Nancy duş aldığı için ıslak olan saçlarını kurutarak merdivenlerden seke seke aşağıya inerken onlar salona giriyorlardı. Geoff odaya girdiğinde kız kafasını kaldırdı ve çığlığı bastı. Bu herkesi utandıran ama anlaşılır bir şeydi. Bay Moore misafirlerinin kim olduğunu açıkladı ve ortalık sakinleşti. Geoff gün boyunca eşyaları ambarın ortasındaki boşlukta belirli yerlere taşıdı. Çocuk için Lyle'a bu eşyaların bazılarının ne olduğunu sormak çok eğlenceliydi. Ambarda atlarla çekilen altı kişilik tahtadan bir kızak da dahil olmak üzere yüzlerce alışılmadık şey vardı. İki kişinin birlikte bir ağacı kesebilmeleri için yapılmış iki tarafında sapı olan testereler vardı. Geoff mum eritmek ve mum yapmak için kullanılan demirden büyük kapları taşıdı. Büyük camlı dolaplarda eski radyolar, kutular dolusu tabak, değişik türden yağ yayıkları ve en az elli tane gösterişli oyma resim çerçevesi buldular. Bu eski eşyaların nasıl kullanılabilmiş olacağıyla ilgili konuşmalar hayret vericiydi, ama Geoff birilerinin bu eskimiş hurdaları neden satın almak isteyeceğini anlayamıyordu. O akşam Bay Moore ikisinin kirli giysilerini çamaşır sepetine koyarken Geoff'a kendi elbiselerinden bazılarını verdi. Nancy oturma odasında oturup Geoff'u yanına çağırırken babası da akşam yemeğini hazırladı. Bay Moore, kızından ev işlerinde kendisine yardım etmesini hiç istememiş ve bu kızın aklına hiç gelmemiş gibi 120 görünüyordu. Üçü birlikte yemek yediler ve sonra iki çocuk o gün keşfedilenleri görmek için ambara gittiler. "Çıkarttığınız bu eski eşyalar hiç umurumda değil. Babam öbür ambarda evde yapılmış içki saklıyor. Benim bunu bildiğimden haberi yok. Gel, sana göstereyim." İkisi samanların saklandığı binaya gittiler. Kız, boyası soyulmakta olan, tahtadan, eski bir dolabın yanına gitti. Dolabın kapısını açarak bir şişe çıkardı. Mantarı çıkarıp şişeyi açarken samanla kaplı bir köşeye giderek, "Burada oturabiliriz," dedi. Geoff bu alışılmadık yerde çevresine bakınarak, "Bu iyi bir fikir olmayabilir," dedi. "Baban çok kızabilir." "Hayır. Babamı tanırım. Bulaşıkları yıkar, bir radyo programı dinler, elbiseleri arka verandadaki ipe asar ve gidip yatar. Bizi aramaz bile. Bunu hiçbir zaman yapmaz." Kız haklıydı. İkisi evde yapılmış içkiyi içtiler ve Nancy, Geoff'a orta batıda yaşamanın ne kadar sıkıcı ve kötü olduğunu anlattı. İkinci bir şişe açtılar. Geoff, gece bir ara uyanarak Nancy'nin gitmiş olduğunu gördü. Eve girdi ve yatağa yattı. Kızın da aynı şeyi yapmış olduğunu umuyordu. Ertesi gün ilk günün tekrarıydı. Tek fark Lyle'ın antika eşyalarla ilgili anlattığı öykülerdi. Ambarda herbiri iki metre uzunlukta, bir otelden
kurtarılmış üç yuvarlak ayna ve aynaların olduğundan daha da güzel gösterdiği, pirinçten ayak koyma yerleri olan ceviz ağacından bir bar vardı. Mavi kadifeyle kaplanmış ve içine doldurulan at kılları yırtılmış bezden dışarı fırlamış kirli sandalyeler 121 vardı. Lyle içinden garip biçimli tabancalar çıkan siyah bir kutunun üstündeki kalın toz tabakasını üfleyerek temizledi. Bunlar düello tabancalarıydı. Lyle Geoff'a tartışmaları birbirlerini vurarak çözümleme alışkanlığını anlattı. Öğle yemeğinde adamla çocuk mutfağa gittiler ve Lyle sandviç hazırlayıp bir kutu konserve çorba açtı. Adam yemeğini yerken camdan dışarı bakıyordu. Adam sonunda, "İyi bir yaşamım oldu delikanlı," diye söze başlayana kadar kimse konuşmadı. "Evet, ben çok şanslıyım, başımı sokacak bir evim var. Beni seven iyi bir kadın vardı. İki çocuğum da sağlıklı. Çiftçilik zor iş, ama çoğu zaman istediğimde balık tutmaya çıkabiliyorum. Umarım sen de kısmetine düşeni bulursun. Umarım senin de iyi bir yaşamın olur." O gün öğleden sonra, sarı okul otobüsü Moore'ların evine giden yolda durdu ve Nancy yavaşça eve yürüdü. Geoff'un ambardan kendisine baktığını gördü ama onu gördüğünü belirten bir işaret yapmadı. Onlar o günkü işlerini bitirerek temizlenmek için içeri girdiklerinde kız yukarıdaki odasındaydı. Müziğin sesi açılmıştı ve odasından dans ediyormuş gibi sesler geliyordu. Kız akşam yemeğini hazırlayan ve o günkü kirli elbiseleri çamaşır makinasına koyan babasına yardım etmek için yine hiçbir şey yapmadı. Yemekten sonra Nancy ve Geoff samanlığa, kösedeki dolaba gittiler. Nancy havasındaydı. Okuldan nefret ediyordu, bu çiftlikten nefret ediyordu, bu kasabadan nefret ediyordu, ama bugün iyi bir gün olmuştu. Kıza 122 baharda okuldaki oyunda oynaması için bir rol verilmişti. Geoff ilk yudumu içmek için şişeyi kafasına dikerken, "Heden babana söylemedin?" diye sordu. "Onun ilgisini çekmiyor. Babamı tanımıyorsun. Böyle şeylerle ilgilenen tek kişi annemdi. O benim oyunumu görmeye gelirdi. Ama artık beni göremez. Ölülerin bize olanları gördüğünü sanmıyorum, ya sen?" "Bilmiyorum. Üvey babam bir vaizdi. O hep ölümden ve cennete ya da cehenneme gitmekten bahsederdi ama öyle ikiyüzlüydü ki onu dinlemeyi bıraktım. Bunu uzun süredir düşünmedim." Nancy konuşmasına, "Ben birilerinin bizi görebileceğini sanmıyorum," diye devam etti. "Ama onlara görmeleri için bir şey vermek isterdim. Ya sen?" Kız bluzunun düğmelerini açtı ve onu çıkarmaya başladı. "Daha önce hiç zenci görmemiştim. Elbiselerini çıkar." Geoff, "Ben bir zenci değilim," diye yanıtladı. "Ben Avusturalyalıyım." "Ah, nereden olduğun umurumda bile değil. Siyah siyahtır,'ben bunu demek istiyorum." Kız Geoff'un elini tuttu ve kendi bedeninin üstüne koydu. "Haydi, biraz eğlenelim," diye fısıldadı. Teksas'tayken, Geoff arkadaşlarının kızlarla olan maceralarından söz ettiklerini duymuştu ama o hiçbir kızla birlikte olmamıştı. Tereddüt içindeydi ve yavaş davrandı. Nancy olayı kontrol ediyordu. Şişedeki içkiyi bitirdiler, Geoff tam olarak ne olup bittiğinden emin değildi. Bu arkadaşlarının anlattığı şeye benzemiyordu. 123 Kız işini bitirmiş gibi görünüyordu. Elbiselerini giydi ve eve gitti. Geoff birkaç dakika bekledi ve onu izledi. Kız yatmıştı. Ambar temizleme projesinin üçüncü gününde, Lyle içinde yumurtaların dizileceği girintiler olan tahtadan bir yumurta sandığında, Bayan Moore'un içine dikkatle antika mücevherler yerleştirmiş olduğu karton kutular buldu. Geoff'a sandığı eve götürmesini söyledi. Sandığın içindekilere akşam daha dikkatle bakacaklardı. Akşam yemeğinden sonra Lyle buldukları şeyi anımsadı ve Geoff'tan sandığı kızına götürmesini istedi. Adam kızından gözden kaçırdıkları ya da değerli bir şey olup olmadığını anlamak için her bölmeye dikkatle bakmasını istedi. Mutfağı temizlemeyi bitirdikten ve günlük çamaşırları yıkadıktan sonra ona yardım edeceğini söyledi. Geoff Nancy'nin ilk tabakayı açmasını izledi. Kız tüm mücevherleri yumurtaları tutması için yapılmış girintilerin içinden birer birer aldı. Sandıkta yüzükler, küpeler, kolyeler ve bilezikler vardı. Çocukların ikisi
de bunların değerinin ne olduğunu bilmiyordu, ama Nancy inci bir kolyeyi aldı ve onu sandığa geri koyacak yerde cebine koydu. Kız parçalara bakmaya devam etti ve babası oturma odasına onların yanına gelmeden önce cebine bir elmas yüzük, zümrüt bir broş ve bir çift elmas kol düğmesi koydu. Adam Bayan Moore'un toplamış olduğu bu kolleksiyona hayran kalmıştı ve bazı mücevherlerin Cumartesi günkü satışta iyi para edeceğini düşünüyordu. Ertesi gün öğlenieyin Lyle'la Geoff işlerini bitirdiler. Adam Geoff'a isterse gitmekte serbest olduğunu ya da 124 Sonsuzluğu» Mesajı geceyi orada geçirip yarın sabah yola çıkabileceğini söyledi. Lyle, oğlunun atmış olduğu bir spor çantası buldu ve çantaya Geoff için bir elbise koydu. Genç erkeğe her günkü yevmiye için on dolarlık birer banknot verdi. Sonra elini Geoff'a doğru uzattı ve, "Bunlar da senin," dedi. Elinde bir kravat iğnesi ve ona uyan bir çift kol düğmesi vardı. "Sanırım kırmızı taşlar lal taşı ya da yakut. Emin değilim, ama bunlar güzel şeyler." Geoff, "Evet bunlar güzel şeyler," diye yorumda bulundu. "Onları nerede takacağımı bilmiyorum, ama bunlar güzel şeyler." Lyle, "Ülkede dolaşan ve kaderini arayan her genç, iyi bir çift kol düğmesini kullanabilir," diyerek şaka yaptı. Ertesi sabah ikisi kamyonetle lokantaya giderlerken genç yolcu, daha önce binlerce defa geçmiş olduğu yola bakmakta olan sürücüye bir göz attı. O iyi bir insan, diye düşündü. Dürüst, hatta belki de cömert. Kızının bunu görmemesi çok kötü. ama ben kim oluyorum da buna karar verebiliyorum? Onları yalnızca birkaç gündür tanıyorum. Belki de adam verdiği ücretin çok düşük olduğunu düşünüyordur ve kızına fazla el sürmemiş olmamdan dolayı memnundur. Geoff cebindeki kol düğmelerini hissetti. Bunlar hiçbir işime yaramaz, diye düşündü. Adam bunları belki de ücret niyetine verdi, samimiyetinden değil. Ama o iyi bir adam. Lokantada Lyle Geoff'a hoşçakal dedi ve bir bardak kahve içmek için içeri girdi. Geoff başparmağını otostop yapmak için kaldırarak lokantanın önünde durdu. Beş 125 Mario Morgan dakika sonra yola çıkmıştı. Geoff, Birleşik Devletler'de otostop yapmaya devam etti ve içki içmenin yemek yemekten daha ucuz olduğunu öğrendi. Detroit'te bir aylığına bulaşıkçı olarak çalıştı. New Orleans'ta bir çöp toplama şirketinde iş buldu. Miami'de çim biçti ve bahçecilik yaptı. Geoff gittiği her yerde birbirinden bir şeyler çalan mutsuz insanları çeken bir mıknatıs gibiydi. Bulaşıkçılar garsonların bahşişlerini çalarlardı, çöp toplayıcılar bahçelerde duran bisikletleri yürütürlerdi, çim biçme servisindekiler insanlara tuvaleti kullanabilip kullanamayacaklarını sorarlar, sonra ceplerine sığdırabildikleri her şeyi çalarlardı. Geoff bu hırsızlıkları anlıyordu. O da kendini reddedilmiş ve mahrum kalmış hissediyordu ve başkalarını kıskanıyordu, ama duyduğu suçluluk hissinin yanında diğerleri küçük kalıyordu, çünkü çalmak yanlış bir şeydi. Başkalarının bir şeyler çalmasını görmekten ve kendisinin bunu yapabilecek olmasından nefret ederdi. Geoff'un hiçbir hırsı yoktu. İlgisini çeken hiçbir meslek yoktu ve sarhoş olana kadar içerek herhangi bir duygudan kaçabileceğini öğrendi. Bu onun için her zaman iyi bir rahatlama yoluydu. Geoff alkol bağımlısı oldu. Arizona'da, on dokuz yaşında, park edilmiş bir arabanın ön koltuğundaki çekleri çalmaktan hapise girdi. Bir rehabilitasyon merkezine gönderildi. Bir sigorta şirketi ona posta dağıtıcısı olarak ve idarehanede çalışması için iş verdiğinde iyileşmekteymiş gibi görünüyordu. Ne yazık ki, görevlerinden birisi de acenta temsilcileri için içki satın almaktı. Temsilciler müşterilerine hediye olarak 126 Sonsuzluğun Mesajı bir kokteyl veriyorlardı. İçkiye ulaşması çok kolaydı ve kısa bir süre sonra işini kaybetti. Daha sonra, San Fransisko, Kaliforniya'da, diğer eyaletlerde kolay bulunmayan özel bir otu içmeyi öğrendi. Zaten bir alkolikti, üzerine bir de yasal olmayan bu maddenin getirdiği bağımlılığın eklenmesi onun için bir çöküş oldu. Geoff zaman kavramını kaybetti, nerede olduğunu ve
oraya nasıl geldiğini bilmiyordu. Aylar boyunca bağımlılık yapıcı maddelerin etkisi altından hiç çıkmadan yaşayıp gitti. 127 Crowley Pansiyonu iki katlı, güzel bir mahalledeki beyaz boyayla boyanmaya ihtiyacı olan evlerin arasında tahtalarla kaplı olan tek binaydı. Çatıda, sanki sağlamlık ve güçlülüğü temsil edermişcesine ön girişin üstüne uzanan, kapı genişliğinde bir parça vardı. Bu parçayı tutan iki sütun, taşlarla örülmüştü. Ön tarafta küçük pencereler vardı ve herbirinde ayrı renklerde perdeler asılıydı. Evin önünde, etrafı bel hizasına kadar gelen demir parmaklıklarla çevirilmiş, bina genişliğinde çimenlik bir alan vardı. Bahçe kapısı paslanmış ve açık durumda sıkışıp kalmıştı. Evin etrafını budanmamış çalılar ve birkaç cesur çiçek çevreliyordu. Bayan Crowley arabayı sürüp arka girişin yakınına park ettiği arka bahçeye girmek için dönerken Beatrice'e binayı gösterdi. Beş basamak kısmen tahta perdeyle korunmuş olan ve iki metrekarelik arka verandaya açılan kapıya çıkıyordu. Daphne Crowley sağ taraftaki sürücü kapısını çarparak kapatıp eve girerken, "Mobilyaları verandaya koy ve sebzeleri kutfağa getir," diye bağırdı. Beatrice çevresine bakındı. Havada çok tatlı bir kokudan arta 129 ¦ivıano j>ıorgan kalan bir koku vardı. Bunun nereden geldiğini bulmalıydı. Kız kokuyu izledi ve evle bitişik komşunun evi arasında ihmal edilmiş ve unutulmuş bir meyve ağacı buldu. Beatrice derhal eşyaları çıkartma işine döndü. Yeni işvereninin daha ilişkilerinin başında kendisine kızmasını istemiyordu. Sandalyenin parçalarını ve ağaçtan elbise asacağını arabadan çıkarttı ve bunları verandadaki sönük renkli metalden süt dağıtım kutusunun, ağaçtan bir cenaze çelenginin eğilmiş tabanının ve birkaç boş sandığın hizasında dizdi. Beatrice arabadaki yiyecekleri aldı. Kapıdan içeri girdiğinde kendisini Bayan Crowley'in mutfağında buldu. Burası zemini siyah-beyaz imitasyon yassı tuğlalardan yapılmış, tabakların lavabonun üstündeki bir rafa ve yakındaki masaya dizilmiş ve eşyaların yığılmış olduğu bir yerdi. Odayı çevreleyen dolapların kapısı yoktu onun için odanın duvarları yokmuş gibi görünüyordu, her yerde bardaklar, fincanlar, kaplar, her renk ve boyda kutularla dolu boşluklar ve tazeliğini farklı derecedelerde kaybetmiş olan besin maddeleri vardı. Sarı bir kedi üstünde uyuduğu bir masanın altındaki tabureden Beatrice'e baktı. Beatrice sebzeleri nereye koyacağını bilmiyordu. Boş olan tek yer zemindi, onun için kız kese-kağıtlarını oraya koydu. Yandaki odadan, "Önce tabakları temizle," diyen kadının sesi duyuldu. "Tabakları yıka, kurula ve kaldır. Birkaç dakika sonra sana yardım etmeye geleceğim. Sana odanı sonra göstereceğim." Bu çok zor bir işe benziyordu, ama Beatrice aslında konsantrasyonunu verebileceği 130 oonsuzıugım Mesajı özel bir şey olmasından memnundu. Kafasındaki soruların dinlenmeye ihtiyacı vardı. Beatrice'in lavabodaki kirli tabakları almak ve dizmek için önce masadakileri düzenlemesi gerekiyordu. Ondan sonra lavaboyu sabunlu suyla doldurabilirdi. Aradan iki saat geçtikten ve suyla sabunu iki kez değiştirdikten sonra, görevi tamamlanmıştı. Sarı kedi artık ona alışmıştı ve mırlayarak Beatrice'in bacaklarına sürünüyordu. Daphne Crowley, kapıdan telaşla girerken, "Tanrım, saat geç olmuş," dedi. "Akşam çayı için hazırlanmalıyız. Oradaki patatesleri soy; soyma aleti burada. Ben büsküvitleri yapacağım!" Hazırlıklar sorun çıkmadan tamamlandı. Daphne, Beatrice'ten belirli işleri yapmasını istedi ve Beatrice soru sormadan ya da yorumda bulunmadan bunlara uydu. "Şimdi ellerini yıka ve bu temiz önlüğü tak. Herkesin seni görmesini istiyorum. Al, bunu benimle birlikte yemek odasına taşı." İkisi dört adamın bir masada oturmakta olduğu yandaki odaya gittiler. "Baylar, bu Beatrice. O, Merhametli Rahibeler Öksüzler Yurdu'nda eğitim görmüş bir siyahi. Bana yardım edecek ve ben de onun sizi rahatsız etmemesini sağlayacağım, umarım böylece bu hiçbirimiz için bir sorun olmaz. Beatrice, büyük çorba kasesini buraya getir."
Crowley Pansiyonu'ndaki ilk gün ve sonraki günler işte böyle geçti. Beatrice yatak çarşaflarını değiştiriyor, misafir odasını, yemek odasını ve oturma odasını silerek 131 Mario .Morgan tozunu alıyordu. Daphne'nin yemeklerin nasıl hazırlanmasını istediğini öğrendikten sonra, tüm yemekleri Beatrice yapmaya başladı. Kız masada bekliyor, kirli tabaklan kaldırıyor, mutfağı ve banyoları temizliyor, hatta bahçedeki yabani otların koparılmasına bile yardım ediyordu. İki evin arasında kalan ihmal edilmiş meyve ağacını budayıp suladı. Ağaç ona parlak yeni yapraklarla yanıt verdi ve dalları açılarak gökyüzüne doğru uzanmaya başladı. Beatrice'in tavan arasındaki odasına mutfaktaki merdivenle çıkılan bir kapıdan giriliyordu. Geniş tavanarası, depolanmış eşyalarla doluydu, ama ortadaki bir bölüm bezden duvarlar yapmak için çatı kirişlerine çivilenmiş eski yatak örtüleriyle çevrilerek ayrılmıştı. Yatak örtülerinden yapılmış odada yalnızca tek kişilik bir yatak ve küçük bir elbise dolabı vardı, ama Beatrice içinde ne olduğu unutulmuş olan kutuların arasında duran mobilyaları da kullanabiliyordu. Beatrice orada bir hafta kaldıktan sonra ve kendinde bu işi yapacak cesareti bulduğunda, tavan arasını izin almadan yeniden düzenledi, örtülerin yerini değiştirerek odasına küçük kırmızı bir masa, siyah bir sandalye, bir sallanan koltuk ve bir de kırık ayna ekledi. Kaldığı yeri genişleterek, odasının içine, açıldığında çatıya bakan bir arka pencereyi de dahil etmişti. Bu harika bir şeydi. Beatrice pencereden dışarı çatıdaki düz ve aşağıdan görülmeyen bir bölüme çıkabiliyordu. İlk gece dışarıda yıldızların altında oturabileceğini keşfetti ve bunun kutlama yapmak için iyi bir zaman olduğunu düşündü. Kent ışıkları gökyüzündeki 132 Sonsuzluğun Mesajı yıldızları görmeyi taşradakinden daha zor hale getiriyordu, ama yine de Beatrice onları görebiliyordu. Kız aslında gökyüzündeki yıldızların altında uyumayı yeğliyordu. Sert zemin, öksüzler yurdundaki sert yataklardan pek farklı değildi. Bir süre sonra Beatrice tüm gece boyunca süren gürültüleri duymaz hale geliyordu. Beatrice yaşamında bu kadar mutlu olduğunu anımsamıyordu. Pansiyondaki müşteriler okyanus dalgaları gibiydi, içeri girip dışarı çıkarlar, gelir giderlerdi, ama bazıları diğerlerinden daha uzun kalırdı. Andrew Simunsen uzun süre kalan bir müşteriydi. Andrew yirmi bir yaşında, uzun boylu, zayıf ve yakışıklıydı ve tüm gücüyle başarılı olmaya odaklanmıştı. İlk öğrenimini doğduğu ve ailesinin hala oturmakta olduğu taşrada tamamlamıştı. Kente yüksek öğrenim için gelmiş ve orada kalmıştı. Büyükbabası gibi tarımla ya da babasının bir gün oğluna miras bırakmayı umduğu bir yatırım olan ticaretle uğraştığı dükkanıyla ilgilenmiyordu. Andrew ileriyi gören birisiydi. Ekonominin nereye gittiğini öğreniyordu ve demir, kurşun, ya da petrol gibi minerallerden bir servet kazanılabileceğinden kesinlikle emindi. Andrew'un ellerine bakma ve parmağında üzerinde kusursuz bir elmas olan iyice parlatılmış altından bir yüzük olduğunu hayal etme alışkanlığı vardı. Kendine zengin olma amacını anımsatmak için bunu her gün birkaç kez yapardı. Yüzüğü zihninde defalarca tasarlamış, tasarlamış ve yeniden tasarlamıştı. Yüzüğün bir gün onun olacağını biliyordu ve madencilik başarıya 133 iuano juorgaıı giden en iyi yol gibi görünüyordu. Yazık ki Andrew'un yatırım yapmak için hiç parası yoktu ve bu konuda kesinlikle hiçbir şey bilmiyordu. Devletteki en zengin ve güçlü adamlarla tanışabileceği yerel bir bankada bir iş bulmuştu. Andrew, Bayan Crowley'in pansiyonunda yaşıyordu çünkü burası ucuzdu ve otobüsün geçtiği caddeye de yakındı. Aldığı düşük maaşın bir bölümünü biriktirmeye çalışıyordu ama görünüşüne dikkat etmek zorundaydı ve iyi elbiseler gerekli bir harcamaydı. Andrew tüm öğle yemeklerini iptal etmişti. Çoğu zaman otobüse binmek yerine yürüyordu. Kendine uygun bir genç bayan bulma isteğinden bile uzak durmuştu, ama erkeklerin sahip olduğu türden isteklerini tam olarak kontrol edemiyordu. Bunun yerine, bir adım öteye gitmişti.
Andrew'un, kocası çoğu zaman yolculuk yapan, zengin ve yalnız olan, bankanın sürekli müşterilerinden biriyle ilişkisi vardı. Kadın onunla olan ilişkisinden o kadar memnundu ki, ondan gördüğü ilgi karşılığında Andrew'a masrafları için para veriyordu. Kadının adı Bayan Henry Holmes ya da Elizabeth'ti. Para konusunu hiç konuşmamışlardı. Birlikte oldukları ilk günden sonra, Andrew evden çıkarken ceketinin cebinde para bulmuştu. Andrew kadının isteklerini karşılaması karşılığında ne kadar para alabileceğini çok iyi tahmin edebiliyordu. Andrew çocukken büyükannesinin kendisine kısa bir yolculuk için çantasını yerleştirmede yardım edişini anımsıyordu. Kadın Andrew'un çoraplarından birini 134 iuesaji göstermişti. "Fazla paranı buraya sakla," dedi. "Hırsızlar katlanmış çorapların içine bakmayı düşünmezler." Bu nedenle bu her ne kadar saçma ve kadınsı görünse de, Andrew eskiyen çoraplarını hiçbir zaman atmazdı. Elbise dolabının bir çekmecesinin yarısı onlarla doluydu ve her-birinin içinde de Elizabeth'in verdiği hediye banknotlar duruyordu. Crowley Pansiyonu'nda beş kiralık oda vardı. Hepsi de temelde aynı biçimde, yatak, elbise dolabı, masa, sandalye ve lambayla döşenmişti. Hiçbir şey birbirine uymuyordu, ama eşyalar dayanıklıydı ve bir hayli ağır bir adamı taşıyabilirdi. Birinci katta bir duş, banyo küveti ve ayrı bir tuvaletle lavabo, ikinci kattaysa yalnızca tuvaletle lavabo vardı. Daphne Crowley'in kendi yatak odası pansiyonerlerin yaşadığı alanın dışındaydı. Kadın odasının, cebine bir çengelli iğneyle tutturulmuş küçük pirinç anahtarını yanında taşırdı. Bir başka pansiyoner olan John Ramey, ellilerinde, şakaklarındaki ağaran saçlar kafasının diğer yerlerine yayılmaya başlamış olan bir adamdı. Delici bakan mavi gözleri ve hiçbir zaman tam olarak açılmayan göz kapakları vardı. Altı ay önce evinde yangın çıkmış, eşi, oğlu ve üvey kızı ölmüştü. Adam yıkılmıştı. Önce bazı arkadaşlarının evinde kaldı, ama başkalarının evinde özel hayatı kalmıyordu. O konuşmak istemezken arkadaşları konuşmak istiyorlardı. Geceleri uyuyamadığında yürüyüşe çıkması gerekiyordu, evden gece yarısı çıkıp bazen sabahın üçüne doğru geri dönüyordu. Adam düşünceli davranıp kimseyi uyandırmamaya çalışmıştı, 135 ama aynı zamanda kendisine bir sürü soru sorulmasından ve önerilerde bulunulmasından da uzak kalmayı istiyordu. Bir gün gazete ilanlarına baktı ve Daphne'nin yerini buldu. Pansiyonun nasıl göründüğüne ya da yemeklerinin tadının nasıl olduğuna aldırmıyordu. Burası yalnızca ömrünün geri kalan bölümünü nasıl geçireceğine karar verene kadar kalacağı bir yerdi. John Ramey bu trajediye kadar, yirmi iki yıldır sürekli olarak devam etmekle övündüğü bir çimento şirketinde çalışıyordu. Her gün işe giderdi, ama hatalar yapıyordu, hem de pek çok hata. Şefi durumu nasıl idare edeceğini bilemiyordu. Adam John'dan on yaş küçüktü ve ancak yarısı kadar deneyimliydi, John'un başına gelen korkunç olaydan dolayı ona acıma duyuyordu, ama bir şeyler yapılması gerektiğini biliyordu. Önerilerini almak için bölüm başkanından bir toplantı yapılmasını istedi. Bölüm başkanı ve şef John'la konuşmaya çalıştılar, ama bu boş bir kabukla konuşmak gibiydi. John yalnızca gülümsedi ve onlara katıldığını belirtmek için kafasını salladı. Crowley Pansiyonu'ndaki en büyük kiralık oda ön köşedeydi ve orada bir barmen olan Kenneth'la Kenneth'in çalıştığı yerde çeşitli enstrümanlar çalarak ve şarkı söyleyerek insanları eğlendiren genç bir adam olan Charles kalıyordu. İkisi geceleri çalışır ve gündüzleri uyurlardı. Odada iki yatak vardı ve her ikisi de bir haftalık ödeme yapmışlardı, onun için Daphne bu düzenden memnundu. Çalışma saatleri nedeniyle nadiren 136 juesajı diğerleriyle birlikte yemek yerlerdi, onun için iki adamın bir odayı paylaşması bir sorun olmadı. Bir başka pansiyoner de parlak kızıl saçlı William Brawley'di. William kaslı, yüz kilo ağırlığında ve otuz beş yaşındaydı, bir bira fabrikasında çalışıyordu ve bu ürünün en iyi tüketicilerinden birisiydi. Hayal bile
edilemeyecek kadar çok bardan, balo salonundan atılmış, otel ve pansiyondan kovulmuştu. Bir alkoliğe benzemiyordu. Tipik şişkin yüzü ve kırmızı burnu belli olmuyordu çünkü açık renk teni içinde koyu kahverengi lekeler olan portakal çillerle kaplıydı ve her yerinde kırışıklıklar vardı. Adam sarhoş olduğunda insanlar bunu anlayamıyorlardı çünkü onun içkinin etkisi altında olmadığını hiç bir zamanı görmemişlerdi. Herkesin çağırdığı adla Brawley, yalnızca bir tek kişilik sergiliyordu ve bunu düzenli olarak her sabah kahvaltı niyetine üç bardak bira içerek ve yatana kadar buna en az yirmi bardak daha ekleyerek sürdürüyordu. Brawley gürültülü, tartışmacı, kaba saba ve çok bilmişti, ama kirasını her Cuma zamanında ve tam olarak ödüyordu. Bayan Crowley'in yerinde de tek önemli olan buydu zaten. Sabah güneşinin ışığı mutfak masasının üstünde gölgeler oluştururken Daphne masada oturmuştu, iki günlük bir bisküviti sıcak çayla dolu kulplu bardağına batırırken, "Beatrice, ütü yapmayı biliyor musun?" diye sordu. "Biraz ütü yapmıştım, ama çok değil." "Tamam, bu zor bir şey değil. Yaptığın işe dikkat 137 etmelisin ki ütüyü bir yerde çok uzun tutarak ütülediğin şeyi yakmayasın. Sana bugün gösteririm. Müşteriler onların çamaşırlarını yıkadığımızda fazladan para ödüyorlar ve şimdiye kadar Andrew Simunsen dışında herkes bundan memnun. O, Çinlilerin çamaşırhanelerini yeğliyor. Garip bir genç. Düşünebiliyor musun, Çinliler!" O gün kadın Beatrice'e elektrikli ütüye nasıl su dolduracağını, sabunlu elbiseleri sudan geçirdikten sonra suyu sıkarak bir leğene akıtan merdanelere nasıl sokacağını ve son olarak da, çamaşırları eliyle nasıl sıkıp sepete koyacağını gösterdi. Daphne, Beatrice'e aynen elbiselerin çamaşır ipine nasıl asılacağını da öğretti ve yapması gerekenleri ayrıntılı olarak anlattı. Ağırlıktan aşağıya doğru inen çamaşır ipini desteklemesi için ucu yarılmış bir sopayı ipe takmak ve çarşafların rüzgardan arabanın kenarına değmesini önlemek için onları dikkatle yerleştirmek gerekiyordu. Ardından kıza çamaşırları nasıl katlayacağını gösterdi ve ütü yapmayı öğretti. Akşam yemeğinde Brawley ekmekten şikayet etti. Beatrice'i odaya çağırdı ve onu pişirdiği ekmek için azarlamaya başladı. "Bunun tadı berbat; sert, üstelik sürdüğüm bal bile içine girmeyip parmaklanma akıyor. Bayan Crowley'i gördüğümde bunu ona söyleyeceğim. Sana bunu nasıl pişireceğini öğretse iyi olur, siyahi kız, yoksa bundan vaz geçip fırından ekmek alması gerekecek. Eğer bu gibi şeyler değişmezse, birisi buradan gidecek ve bu yaşlı Brawley olmayacak." Kız bu hakaretlerden sarsılmıştı. Günlük işlerin hepsi tamamlandıktan sonra, çatıdaki yerinde oturarak, ilk kez 138 omwuzmgiin -Mesajı olarak Bayan Crowley kendisini istemezse neler olabileceğini düşündü. Nereye gidecekti? Ne yapabilirdi? Öksüzler yurdundan ayrıklı iki hafta olmuştu ve gelecekle ilgili sorular ilk kez olarak aklına geliyordu. 139 Bir sonraki hafta sonu Beatrice ikinci kattaki tuvaleti temizlerken lavabonun yanında duran altın bir kol saati buldu. Beatrice bunu ne yapması gerektiğini Daphne'ye sormak için aşağı inerken Andrew Simunsen'ın odasının önünden geçti. Kapı açıktı ve adam masada oturmuş kitap okuyordu. Beatrice'i gördüğünde gülümsedi ve "Merhaba," dedi. Sonra sayfanın kenarını kıvırdı, kitabı kapattı ve "Üzgünüm, adını unuttum," diye devam etti. Kız, "Beatrice," diye yanıtladı ve saati uzattı. "Bu sizin mi? Onu temizlik yaparken buldum." Andrew kitabı masaya bırakarak, "Neden, evet, bu kesinlikle benim," diye yanıtladı. "Bunu kolumdan çıkarıp unutmakla hiç de iyi etmedim. Saati bulduğun için teşekkürler." Beatrice, "Bir şey değil. Umarım sizi kitap okurken rahatsız etmedim," diyerek adamın odasına doğru birkaç adım attı ve saati ona verdi. "Ben de kitap okumayı çok severim." Andrew saati kouna takarken, "Gerçekten mi? 141
Mario Morgan Aborij inlerin okumakla ilgilendiklerini hiç düşünmemiştim. Ne okursun?" diye sordu. "Bilimi, fiziği, biyolojiyi, astronomiyi, bu tür şeyleri seviyorum. Tabii okulu bırakıp buraya geleli beri hiçbir şey okumadım." "Kent merkezinde bir kütüphane var. Orada senin görmediğin ciltlerle kitap olduğundan eminim. Orası dev bir yer. Bir ara birisiyle oraya gitmelisin." Adam sonra kendi öğüdünü dinleyerek hemen, "Daha da iyisi, ben sana oraya nasıl gideceğini anlatabilirim," diye ekledi. Andrew bir kağıtla kalem çıkardı ve gerekli bilgileri yazmaya başladı. Bunu yaparken Beatrice'e, "Tüm bu bilimsel bilgilerle ne yapacaksın?" diye sordu. Beatrice özenle traş olmuş adama baktı ve "Yapmak mı? Onunla ne yapacaksın demekle neyi kastediyorsunuz?" Andrew iç çekti ve boş bir ifadeye eşlik eden garip bir gürültü çıkardı. İyi soru, diye düşündü. Değil siyahi bir kızın bilimci olduğunu, herhangi bir siyahinin bilim adamı olduğunu duymamıştı. Aborijinler neyle uğraşırdı? Hiçbir fikri yoktu. Aborijinlere kesinlikle bankada herhangi bir iş verilmiyordu, çöp dökme işi bile. "Hiçbir Aborijin tanımıyorum. Senin dışında tabii ki. Halkın üzerine hiçbir şey bilmiyorum. Bana kendinden sözetsene." Beatrice, "Peki," diye yanıt verdi. "Ne diyeceğimi gerçekten bilmiyorum," ama sonra konuşmaya devam ederek adama yaşam öyküsünü anlattı. Sonuç olarak, 142 sonsuzluğun j>ıesajı Andrew onun kendi halkı üzerine pek fazla bir şey bilmediğini anlamıştı. Beatrice, Daphne'ye kütüphaneyi, bir öğleden sonra oraya gidip gidemeyeceklerini sordu ve her zamanki gibi bir yanıt aldı, "Bir şeyler yaparız." Bir ay sonra et pazarına gittikleri bir gün, Beatrice işverenine bunu yeniden anımsattı, onun için arabayı park ettiler. İki kadın çimento basamaklardan çıktılar ve büyük sütunlarla iki aslan heykelinin arasından geçerek kütüphaneye girdiler. Bir Aborijinin kütüphaneden kitap ödünç almayı istemesi görevli olan yaşlı kadın için bir tür şok olmuştu. Kız iyi okuyabiliyor muydu? Kitaplara iyi bakmayı ve onları zamanında geri getirmeyi anlayabilecek miydi? Ne tür kitaplarla ilgileniyor olabilirdi? Belki de kitapları kütüphaneye gelip orada oturarak okuması daha iyi olurdu. O zaman kitapların zamanında geri getirilmesi ya da kötü kullanılması gibi endişeler olmayacaktı. Kadın Beatrice'e değil Daphne'ye bakarak birkaç kez, "evet, kızın yapabileceği en iyi şey, kitapları buraya gelip oturarak okuması", dedi. Daphne arabayla eve dönerken, onların Beatrice'e bir ödünç alma kartı vermeyi reddetmediklerini, yalnızca ona bir kart verilmediğini açıkladı. Bu Beatrice için onu hayal kırıklığına uğratan bir deneyim olmuştu. Sokak lambaları yanarken Beatrice verandada oturmuştu ve Andrew Simunsen pansiyondan çıkıyordu. Beatrice onu durdurdu ve ona o gün başına gelen şanssızlığı anlattı, ama adamın çok acelesi vardı ve yalnızca, "Üzgünüm," diye mırıldanmakla yetindi. 143 Sonraki Çarşamba Andrew, Beatrice'i odasına çağırdı ve ona kendi adına kütüphaneden ödünç aldığı üç kitabı verdi. Bu uzun süren ve karmaşık bir ilişkinin başlangıcıydı. Andrew hala tüm bu okunan kitapların bu siyah hizmetçiye ne yararı olabileceğini anlayamıyordu, ama kızın halkına yapılan kötü davranışlardan dolayı suçluluk hissediyordu. Andrew, onun kızın bir geleceğinin olmamasından ve içten içe, ruhunu kemiren Elizabeth'ten para kazanıyor olduğundan suçluluk duyuyordu. Merhametli Rahibelerle yapılan anlaşma, eski öğrencilerine yaptığı hizmetler karşılığında küçük bir maaş, bir oda ve yemek verilmesiydi. Kızın maaşının yüzde onu doğrudan doğruya okula gönderilecekti ve bu para Beatrice'in Pazar günü kiliseye yaptığı bir bağış olarak kabul edilecekti. Anlaşmanın ayrıntıları öksüz kıza söylenilmeyecekti, onun için Beatrice, Daphne'nin kendisine biraz para vermesi için bekledi, bekledi, bekledi. Beatrice beş aydır pansiyonda çalışıyordu ve Daphne aslında ona biraz nakit para vermek üzereydi ki, fikrini değiştirmesine neden olan bir şey oldu. Telefonun çaldığı ve çimento şirketindeki sekreterin ona John Ramey'in öldüğünü söylediği gün pansiyonun gelecekteki geliri bu olaydan etkilenmişti.
Adamın dalgınlığı ve hiçbir şeye yeterince konsantre olamaması sonunda onun başını yakmıştı. Bir makinanın kolunu çekmişti ve daha yeni temizlediği ıslak zemine bir elektrik kablosunun düşmesine neden olmuştu. Şimdi Daphne'nin ilgilenmesi gereken boş bir oda vardı. 144 Sonsuzluğun Mesajı Daphne telefonun ahizesini yerine koyarken duygusuzca, "Beatrice, bir karton kutu getir ve John'un eşyalarını toplamama yardım et," dedi. "Adam ölmüş." Bay Ramey'in yatağının altında iki bavulu vardı, onun için kutuya ihtiyaçları olmadı. Adamın çok az eşyası vardı, bunların çoğu elbiseydi. Fotoğraf albümü ya da mücevher gibi şeyler yoktu, yalnızca birkaç bakım malzemesi ve iki paket sigara vardı, Daphne bunları alıp aşağı indirdi. Odada bunlardan başka Daphne'nin daha önce görmediği bir kül tablası vardı. Kadın bunu yatağın yanındaki masaya koydu ve envanterine ekledi. Paketlenmiş olan bavullar, birileri John Ramey'in eşyalarını almak isteyene kadar bekleyeceği yer olan tavan arasına kaldırıldı. Hiç kimse eşyalar için gelmedi. Brawley yemekten şikayet etmeye devam etti. çamaşırlarının durumunu, yatak odasındaki mobilyaların üstündeki tozu ve koyu renk derili kadının elini sürdüğünü bildiği her şeyi eleştirdi. Bayan Crowley'in tepkisi bir sanat eseri kadar incelikliydi. Kadın her zaman kafasını olanlara inanamıyormuş gibi sallar, adamı dikkatle dinliyormuş gibi bir ifade takınır ve sorunu çözeceğine ya da kızdan kurtulacağına söz verirdi. Beatrice ilk önceleri onun tüm sözlerini ciddiye almıştı ve müşterilerden birini memnun etmediği için kendini kötü hissetmişti. Ama, yavaş yavaş, Brawley'i memnun etmek için yapabileceği tek şeyin ortadan kaybolmak ya da derisini beyaza boyamak olduğunu anladı. John Ramey'in odası sonunda, Kenneth ve Charles'in getirdiği çalışan bir bayan tarafından kiralandı. Kadın kent 145 Mario Morgan merkezindeki bir elbise mağazasında çalışıyordu ve iki aylık kirayı peşin verdi, böylece ev sahibinin soracağı herhangi bir sorusu kalmamıştı. Helena çok uzun boylu ve inceydi. En güzel giysileri giyerdi ve o kadar çok elbisesi vardı ki, mağazadan ayakkabılarını, şapkalarını ve giysilerini koyacağı iki elbise dolabı getirmek zorunda kaldı. Helena çok ağır bir makyaj yapıp koyu kırmızı renkte ruj sürüyordu ve uzun tırnaklan vardı. Dolabında her renge gidecek tam bir mücevher takımı vardı. Kadının sosyal yaşamı hareketliydi. Beatrice, kadın değişik saatlerde Crowley Pansiyonu'na gelip giderken onun yüksek topuklarının sesini evin ön tarafında duyuyordu. Beatrice çatıda o kadar uzun zaman geçiriyordu ki, herkesin geldiği ve gittiği saati söyleyebilirdi. Herkesin ayak sesini tanıyabiliyordu. Hatta her sabah süt dağıtmaya gelen ve sütü, tazeliğini korumak için metal kutuya koyan adamı bile tanıyor, onun arkadaki verandadan sessizce girip çıkan ve Daphne'nin pirinç anahtarıyla dikkatle koruduğu kapıdan geçmesine izin verilen aynı adam olduğunu bilebiliyordu. Beatrice'in Bayan Crowley için çalıştığı ilk yıl çabucak gelip geçti. Daphne sonunda kıza para ödemeye başladı. Hiç kimse Beatrice'e mutlu olup olmadığını bir kez bile sormuyordu ve kendisi de bunu nadiren düşünüyordu. Beatrice gazete okuyor ve pansiyonerlerin konuşmalarını dinliyordu, onun için dünyada olup bitenlerin farkındaydı. Ama kentteki herhangi bir ırkçı gerilim topluma yansıtılmıyordu. Aslında, tüm Avusturalya kıtası herhangi bir siyah beyaz çatışmasının farkında değilmiş gibiydi. 146 I Hızla gitmekte olan 1953 Chevrolet spor arabanın sürücüsü frene basıp kayarak dururken arabanın kiraz kırmızısı rengindeki arka sinyalleri parladı. Araba geri vitese takılıp yavaşça geriye doğru giderek, binmek için koşmakta olan otostopçuyla arasındaki mesafeyi azaltırken beyaz dumanlar hala lastiklerin etrafında geziniyordu. Geoff göremediği sürücünün gaza basarak aracı harekete geçirebileceğinden ve kendisini yere düşmüş bir halde geride bırakabileceğinden kuşkulanıyordu. Bu daha önce olmuştu.
Geoff arabanın kapısını dikkatlice açtı, Sürücü güneşte açılmış altın rengi saçları çok kısa kesilmiş genç bir adamdı. Adam işaret parmağıyla Geoff'a binmesini işaret etti. Araba o kadar yeniydi ki içinde hala fabrikadaki montaj hattının kokusu vardı. Sarışın adam, "Nereye gidiyorsun?" diye sordu. "Belirli bir yere değil. Sen nereye gidiyorsun?" Genç çocuk, "Fort İnvin, Kaliforniya'ya. İki yıllık askerlik hizmetine başlıyorum. Arabayı bana hediye 147 Mario Morgan ettiler. Çok güzel, di mi?" derken deriyle kaplı direksiyona vurdu. "Burk'ler araba satıcılığı işi de dahil geldiğim yerdeki hemen her şeyin sahibidir. Tabii ki onların oğullarının askerlik yapması gerekmiyor. Burk'lerin bana bu iş için para ödeyebileceklerini düşündüm. Bayağı hoş, ha?" Geoff gülümsedi ama yanıt vermedi. Bu adam hakkındaki kararını çoktan vermişti. Tek yapması gereken iyi bir dinleyici olmaktı, bu Orta Batı'dan Batı Sahili'ne yapılacak bir yolculuk için gayet iyiydi. Adamın kendi kendine aşık birisi olduğunu anlamıştı. Araba çalıntı mıydı yoksa Burk adında birisi mi ona vermişti bundan emin değildi. Bunun hiçbir önemi yoktu. Sarışın adam tanışmak için elini uzatarak, "Harry. Harry Tull," dedi. Otostopçu, "Jeff," diye karşılık verdi. İki genç beş dakikadır, yine hızla gitmekte olan arabanın içindeydi ki Harry Geoff'tan arka koltuğa uzanarak kendisine bir bira vermesini istedi. "Sen de bi tane al. Biraz sonra ısınacak ve tadı kalmayacak. Bir yerde durup soğuk olanını alırız." Bira ısınmış olduğu halde, günü kalan birayı içerek geçirdiler ve araba her viraja girdiğinde ön panelin üstünde ileri geri kayarak onları eğlendiren bir paket sigarayı bitirdiler. Sürücü konuştu ve yolcu da dinledi. Arada bir Harry arabayı yolun kenarına çekiyordu. Çabucak çişleri geliyordu ve ikisi de kapıları açıp dışarı çıkarak hangisinin daha fazla işeyeceğine bakıyorlardı. 148 Donsuznıgun mesajı Akşam saat on birde ellerindeki tüm bira ve sigaraları bitirmişlerdi. Yanan uzun farların ışığı uzaktaki bir lokantayla üstünde Mobil Benzin Şirketi'nin simgesi uçan kırmızı at olan benzin pompasını aydınlattı. Harry orada durmaya karar verdi. îki çocuk da arabadan gülerek indiler ve sendeleyerek lokantaya girdiler. Kapının üstünde KAPALI yazan bir levha asılıydı ama kapı kilitlenmemişti. İçeride onları, pişen et ve kızartılan soğanların nefis kokusu karşıladı. Harry mutfaktan kendilerine bakan yuvarlak pembe yüze, "Şunlardan bi tane istiyorum," dedi. Aşçı hemen yanıt vermedi, ama burnu bela kokusu alıyordu ve sonunda, "Şunlardan bir tane, ne?" diye yanıtladı. "O güzel kokan şey her neyse ondan. Hamburger, di mi? İki tane olsun. Hayır, dört tane olsun. Karnımız aç, dii mi ortak?" Harry parmaklarıyla pembe tezgahın üzerine vurarak trampet çalarken gözlerini mutfaktan ayırmadan yemekle ilgili yorumlarda bulundu. Aşçı onunla tartışmadı ve yeni temizlemiş olduğu ızgaranın düz yüzeyine dört tane hamburger köftesi attı. Bir kibrit aldı ve gaz ocağını yaktı. Harry, Geoff'a, "Burda bekle," dedi. "Ben benzin alıcam." Harry kasaya doğru yürüdü ve eliyle kasanın altındaki rafı yoklayarak garip görünüşlü bir anahtar çıkardı. Aptal insanlar, diye düşündü. Her zaman anahtarı aynı yere koyarlar. Harry dışarı çıktı, anahtarı benzin pompasına sokup çevirdi ve Chevrolet'nin deposunu doldurdu. Sonra anahtarı yerine koydu ve tam hamburgerler yuvarlak mutfak yüzüne ait etli pembe kol149 I lar tarafından getirilirken, tezgahtaki bir taburede oturmakta olan Geoff'un yanına geldi. "Bana bi bira çek." "Bana da." Aşçı birayı meşrubatların durduğu buzdolabından aldı ve onu müşterilerin önüne koyduktan sonra mutfağa geri döndü. İkisi sessizlik içinde yemeklerini yediler.
Yemeği bitirdiklerinde Harry tezgahın arkasına geçti ve buzdolabını açarak iki tane altılık bira paketi çıkardı. İki paket daha alıp onları arabaya taşırken Geoff a, "Al şunları," dedi. Geoff aşçının bir şey yapmayacağını biliyordu. Adam polisi çağırmayacak ve büyük olasılıkla lokantanın sahibine altı paket biranın nereye gittiğini açıklamak zorunda kalmadığı sürece kimseye bir şey söylemeyecekti. Teksas'ta kabadayıları ve onların kurbanlarını o kadar çok görmüştü ki, mağdur durumda kalanların davranışlarını kolaylıkla kestirebiliyordu. Geoff'a yaşamının gittikçe daha büyük bir bölümü başka insanları gözlemlemekle ve kendisi herhangi bir şey yapmadan geçiyormuş gibi geliyordu. Sonraki birkaç gün ilk günün tekrarıydı. Harry arabayı anayolda kenara çekiyordu ve iki genç sızıyor ya da uyuyorlardı; ikisi de sızıyor mu yoksa uyuyor mu olduklarından pek emin değildiler. İki plaka çalıp arabanmkiyle değiştirdiler ve depoyu doldurmak için yalnızca bir kez para ödediler. Harry neredeyse yakalanmak üzere olmanın verdiği heyecana bayılıyormuş gibi ORHAN KEMAL İL HALK KÜTÜPHANESİ 150 iuesajı görünüyordu. Dördüncü günün sabahı 66. anayoldaki Cottonwood Market adında bir bakkal dükkanının önünde duruyorlardı. Kasaba Kaliforniya'daki Linwood'du. Burada iki metal tabela vardı. Üsttekinde LINWOOD, NÜFUS 37 yazıyordu, alttakindeyse anayoldan dönülmesi gerektiğini gösteren bir ok işareti ve FORT IRWIN yazısı vardı. Harry, "Sanırım burda iniyosun, ortak," dedi. "Biranın kalanını al." Geoff, "Teşekkürler," diye yanıtladı. "Orduya gireceğinden emin misin?" "Bakalım, görücez. Belki de bu işi ömrüm boyu yaparım. Evden ayrılmadan önce duyduğuma göre, askerlik yaptığım sürece sivildeki herhangi bir olaydan dolayı tutuklanamazmışım. Bu bana hırsızlık yapmak için verilen bir izinmiş gibi geliyor." Harry vitesi değiştirdi ve toprakla çakıldan yapılmış park alanından arkasına hiç bakmadan ayrıldı. Geoff içeri girdi ve bir torba patates cipsi aldı. Dışarı çıkıp yavaşça batıya doğru yürüdü, bir yandan kahvaltısını azar azar atıştırırken bir yandan da geçen araçlara başparmağıyla işaret ediyordu. Bakkaldaki tezgahtarlar Linwood'un Mohave Çölü'nde olduğunu ve sahile ulaşmak için üç yüz kilometre yol katetmek gerektiğini söylemişlerdi. Geoff on beş dakika yürüdükten sonra arkasındaki bir arabanın yavaşça durduğunu duydu. Arkasına döndüğünde arabanın yanındaki armayı 151 tanıdı. Bu Kaliforniya Karayolu Polisi'nin aracıydı. Geoff durdu ve memur arabadan çıkarak ona doğru yürüdü. Üniformalı adam, "Ne yapıyorsun, oğlum?" diye sordu. "Sadece Los Angeles'a yürüyorum." "Kimliğini göster bakalım." "Kimliğim yok." Memur ona baktı ve sonunda, "Bu durumda, seni sorgulama için arabaya almam ve parmak izlerini kontrol etmem gerekiyor. Arabaya bin." Geoff bir yorumda bulunmadan ve itiraz etmeden kendisine söyleneni yaptı. Genç çocuk polis arabasıyla kırk beş kilometre giderek karayolu polisi karakolunun bulunduğu Victorville kentine götürüldü. Orada ona ceplerini boşaltması söylendi ve parmak izleri alındı. Onu içinde bir masa ve iki sandalye olan bir odaya koydular ve iki saat boyunca orada kilitli bıraktılar. Geoff bunları neden yaptıklarını bilmiyordu. Bunun Harry'yle birlikte olmasıyla bir ilgisi olup olmadığını da bilmiyordu. Sonunda birisi gelip ona sorular sormaya başladığında, Geoff tüm sorulara olabildiğince kaçamak yanıtlar verdi ve yalnızca Los Angeles'a yürümekte olduğunda ısrar etti. Polisler onu karakolda tutmak için bir neden bulamamış gibi görünüyorlardı, onun için öğleden sonra Geoff'u serbest bıraktılar. Geoff onlardan cebindekilerin geri verilmesini istediğinde, iki polis memuru birbirlerine baktılar ve kafalarını salladılar. "Ceplerin boştu. Anımsamıyor 152
musun?" Birdenbire roller kesin bir biçimde tanımlanmıştı. Geoff artık bir kabadayının kurbanına zorbalık yapmasını izleyen birisi değildi. Yıllar boyunca böylelerinin zayıf olduklarına inanmıştı ve neden bu kötü davranışların kendilerine yapılmasına izin verdiklerini anlayamamıştı. Şimdi ya hakkını arama ya da teslim olma durumundaydı. Mücevherlerin onun için bir anlamı yoktu. Onları kazandığını düşünmüyordu ve onların neredeyse kendisine ellerini çiftçinin kızına sürmemesi için yapılan bir çeşit ödeme olduğuna inanıyordu. Taşların değeri zaten pek fazla değildi. Kol düğmeleri ve kravat iğnesini yalnızca özgür kalmak için yaptığı bir ödeme olarak kabul edecekti. Bu kolay bir karardı. Geoff teslim olma yolunu seçti ve oradan uzaklaştı. Ömründe ilk kez olarak "korkak" sözcüğüne yeni bir açıdan baktı. Belki, bazı koşullar altında, diğerinin kazanmasına izin vermek daha akıllıcaydı. Belki korkaklık bir çeşit korunmaydı. İki yön vardı, içe ve dışa doğru, bu durumun her iki yanını da düşünmek, hem içeriye kendine bakmak hem de dışarıya duruma bakmak ve bilgece hareket etmek anlamına geliyordu. Geoff kendinden korkmuştu. İçki içmediği zamanlar çok derin düşünen birisiydi. Fazla derin. Kendini sorular sorarken ve ilgilendiğinden haberi bile olmadığı yanıtları ararken buluyordu. Ayakkabısının altında beş dolarlık bir banknot olduğunu biliyordu. Bunu Harry'den saklamıştı. Durdu ve parayı çıkardı. Bir iki bira alacağım, diye düşündü. Bu kafamın içindeki tüm bu düşünceleri durdurur. Öyle de oldu. 153 Beatrice pansiyonda çalıştığı ikinci yılda, on sekiz yaşındayken, tüm işlerini mükemmel bir programa oturtmuştu. Kız iş yapıyormuş gibi göründüğü sürece kalan zamanını istediği gibi geçirebileceğini fark etmişti. Pazara yürürken farklı sokaklardan gitmeye ve gittikçe kentin daha uzak bölümlerini dolaşmaya başladı. Otobüsler artık onun gözünü korkutmuyordu. Beatrice otobüs ücreti için yanında bozuk para taşıyordu ve parayı her zaman tam olarak veriyordu, böylece otobüse bindikten sonra sessizce tek başına oturabiliyor, önüne bakıyor ve gideceği yere hiçbir olay olmadan gidebiliyordu. Bu keşif gezilerinden birisinde Beatrice kentin yalnızca Aborijinlerin yaşadığı bir mahallesini buldu. Burada biçilmiş çimenlikler, çiçek tarhları, ön kapıya gelen ziyaretçileri karşılayan renkli tabelalar yoktu. Tüm bölge camlarının çoğu kırılmış eski, harap evlerle doluydu. Ortalıkta kırılmış tahta sandıklar ve çevreye atılmış metal parçaları vardı. Ekmek sarılan kağıtlar, boş kola kutuları ve diğer çöpler duvar kenarlannda ve kaldırımlarda duruyor, rüzgarın son olarak estiği yönü gösteriyordu. 155 Her zaman merdivenlerde, ağaçların altında ve kaldırımlarda oturan insanlar vardı. Beatrice oyun oynayan bir grup çocuk gördüğünde, dinlenmek ve onları izlemek için oturdu. Kendi yaşlarında görünen genç bir kadın Beatrice'in yanına geldi ve "Çocuklardan birisi senin mi?" diye sordu. Beatrice, "Hayır," diye yanıtladı. "Benim çocuğum yok." Kadın kırmızı bir şort giymiş ve uzun kıvırcık saçları olan bir çocuğu göstererek, "O benimki," dedi. "Seni daha önce buralarda gördüğümü sanmıyorum. Burada yenisin, değil mi?" "Evet. Bir pansiyonda çalışıyorum ve kentin büyük bir bölümünü görmedim, onun için kenti dolaşıyordum." Kız, "çalışıyorum, dedin. Yani senin bir işin mi var?" diye sordu. Beatrice Pansy adındaki bu genç anneyle olan arkadaşlığı sayesinde, toplumun tanımadığı bir kesimiyle tanıştı. Burada diğerlerinden ayrı yaşayan, bu toplumun içinde ya da yakında bir yerlerde doğmuş olan ikinci, üçüncü ve dördüncü kuşaktan Aborijinler vardı. Onların büyük büyük babalan ve büyük büyük anneleri beyazlar Avusturalya'ya geldiğinde yaşadıkları yerleri terk etmeye mecbur bırakılmışlardı. Onlara yaşadıkları topraklan bırakmaları, yaşam biçimlerinden ve tüm inanç ve dinsel uygulamalarından vaz geçmeleri karşılığında çay, şeker, un ve tütün verilmişti. Bu Aborijinler kentin kenar mahallelerinde kamp yapmış ve kentin gelişmesini izle156 I Sonsuzluğun Mesajı
mislerdi. Zamanla, beyaz halk oradan taşınmış ve arkalarında terk edilmiş evlerini bırakmıştı. Beyaz kültürden gelen en alt tabakadaki insanlar, siyahlarla yaşayamayacağından, bölge tümüyle Aborijinlere kalmıştı. Beatrice, 1954'te, kendi halkı için okulların açıldığını, öksüz ve yetimlerin kaldığı yurtların birer birer kapatıldığını ve Aborijinlere bir yoksullara yardım sistemi tarafından yardım yapıldığını görmüştü. Bundan başka Aborijinlere içki satışını kanuni hale getirerek onlara eşit haklar tanınmasından da söz ediliyordu. Eşit mülk sahibi olma hakları, eşit çalışma fırsatları ve ırkçılığı önlemek için bir kampanyanın yapılacağı gün-lerse henüz çok uzaktaydı. Beatrice, Bayan Crowley'in pansiyonunda işlerini tamamlamak ve zamanını kentin Aborijinlerin olduğu bölümünde geçirmek için çok sıkı çalışıyordu. Orada kendine arkadaşlar edindi ve saatlerce tarihsel olayları dinledi, ama hepsinden çok en yaşlı kişileri yakalayıp onlara kendisine beyaz adamın gelmesinden önceki yaşamı anlattırmaktan hoşlanıyordu. Beatrice'in kendi köklerini öğrenme arzusu gittikçe onun düşüncelerine hakim olmaya başladı. Eski dillerle ilgili öğrenebileceği her şeyi öğrendi. Ona, "Buranın kuzeyinde hala eskisi gibi yaşayanlar var," dediler. "Onlar avcılık ve balıkçılık yapıp çalılıklardan yapılma evlerde yaşıyorlar. Böyle çok fazla kişi kalmadı, ama birkaç kişi var." Beatrice çok yaşlı bir adama, "Kuzeyde nerede?" diye sordu. 157 Mario Morgan "Bilmiyorum. Sadece ayakların seni nereye götürürse oraya git; doğru yere çıkacaksın. Onları bulmanın yolu budur. Kendine inan ve yola güven. Ben çok yaşlıyım. Burada çok uzun zamandır oturuyorum. Halkıma neden böyle acı çektirildiğini bilmiyorum ve bundan kurtulmanın bir yolunu da göremiyorum, ama her yeni beden-lenişin dünyaya bizlerin dünyayı koruyanlardan olduğumuzu ve yapmamız gerektiği gibi Birlik içinde yaşadığımızı göstermek için verilen bir fırsat olduğunu söyleyen yasaya inanıyorum. Belki gençler bir şeyleri doğru hale getirebilirler. Bilmiyorum. Uzun, çok uzun bir süredir hiçbir şey doğru gitmedi. Sen gençsin. Sen dene. Bunları doğru hale getirmeye çalış. Kuzeye git ve öğren." Ertesi sabah Beatrice kahvaltı yapar, mutfağı temizler, çamaşırları yıkayıp asar ve bahçedeki yabani otları ayıklarken güneş bulutlu gökyüzünde görünüyordu. Beatrice, Helena'nın eşyalarla dolu odasının tozunu alıp temizlerken, "inan ve güven" sözleri kafasından geçti. Gerçekten oralarda ona kim olduğunu söyleyebilecek insanlar var mıydı? Belki de kendi anne ve babası bu insanlarla birlikte kuzeyde yaşıyorlardı! Beatrice'in düşünceleri masayı temizlemek için Helena'nın kullandığı çok sayıda ilaç şişesini toplarken bölündü. Helena reçetesiz satılan her türlü kadın hastalığı tabletinden almıştı ve kadın hormonlarıyla ilgili iki reçetesi vardı. Beatrice onun için üzülüyordu. Kadın sağlıklı göründüğü ve öyleymiş gibi davrandığı halde aslında hasta olduğu belliydi. Tüm bu ilaçlara ihtiyacı vardı. Beatrice yine 158 Sonsuzluğun Mesajı sıkıcı tüy toplama işini yapmasını gerektiren zemine baktığında, zavallı kadının bedeninde çıkan istenmeyen tüyleri temizlemek için bir hayli zaman harcadığını anlayabiliyordu. Bir kadın için kollarında, bacaklarında, göğsünde ve yüzünde erkeklerinki kadar tüy olması korkunç bir şey olsa gerek, diye düşündü. Bir gün kahvaltı masasında Beatrice her günkü gibi çay ve bira servisi yaparken, Brawley, her zaman olduğu gibi, sabah gazetesini okuyor ve makalelerdeki olaylarla ilgili kendi görüşünü belirterek yorumda bulunuyordu. Brawley bir kadının öldürülmesi üzerine yazılan haberi okudu. Bu, yüksek sosyeteden varlıklı bir kadın olan Bayan Henry Holmes'tu. Kocası sorgulanmış ve serbest bırakılmıştı. Adam kent dışına yaptığı bir yolculuktan yeni dönmüştü. Kocası o gün kadının yanında görülen adamın tarifine uymuyordu. Andrew Simunsen, çayına krema eklemeye devam ederken, gazetede Bayan Holmes'un fotoğrafının olup olmadığını sordu. Onu bankadan tanıyor olabilirdi. Bir de sorgulamak istedikleri adamın tarifi var mıydı? Brawley ona, "Hayır. Ama ellerinde değerlendirmekte oldukları bir ipucu varmış. Gazete bunun ne olduğunu söylemiyor, sadece mücevherat olduğu biliniyormuş" dedi.
O akşam Andrew sokaktaki çöp tenekesine büyük bir çuval dolusu kağıt koydu ve onu yaktı. Normalde, evin tüm çöplerini atmak Beatrice'in göreviydi. Kız onu çatıdan izledi ve bu davranışın adam için garip olduğunu düşündü. Çöp tenekesi neredeyse doluydu, onun için kız içindekileri ertesi gün yakacaktı. Dolu çöp tenekesinden 159 Mario Morgan düşen ve yanmayan parçalardan biri yırtılmış bir fotoğrafa aitti. Bu gülmekte olan ve kafaları birbirine değen iki kişinin fotoğrafıydı. Fotoğraftaki adam Andrew'du. Kadının yüzü Beatrice'in gazetede gördüğü yüzdü. Bu Bayan Henry Holmes'tu. Ayrıca Andrew'un kol saatini artık takmadığını fark etmişti. Adam belli ki bir cep saati satın almıştı. Beatrice bunu ona hiç sormadı, gördüklerinden de kimseye söz etmedi. Elizabeth Holmes'un ölümünün gizemi hiçbir zaman çözülemedi. Ama Beatrice olayla ilgili saati tanıyabileceğini sanıyordu. Dört yıldan fazla zamandır parasını biriktiriyordu. Kazandığı parayı puro kutusundan çıkarıp saydığında kendisini iyi hissediyordu. Beatrice yıl boyunca acil bir sorunu olan Aborijinlere yardım etti, ama Pansy ona dikkatli olmasını söyledi. Aborijinler her zaman kendilerine yapılacak bir sonraki ödemeyi kullanabilirlerdi ve Pansy, Beatrice'e onun hep Bayan Crowley'in yanında kalmayabileceğim anımsattı. Önünde bir gelecek olduğu ve tüm yaşamının Daphne için çalışmakla geçmeyeceği düşüncesi Beatrice'in hep ilgisini çekmişti. Kız sık sık yaşlı adamın kendisine yaptığı, ayakları onu nereye götürürse oraya gitme önerisini anımsıyordu. Kendine inanç ve yola güven duyarak, doğru yere çıkacaktı. Ama o yangın çıkmasaydı Beatrice bu derin arzusunu hiçbir zaman yerine getirmeyebilirdi. Sabah saat üçte Beatrice duman kokusu ve tavan arasındaki pencereden sürekli olarak onun çatıda 160 Sonsuzluğun Mesajı uyuduğu yere çıkan gri hava yüzünden uyandı. Karışıklık müşterilerin binadan çığlıklar atarak ve ellerinde değerli eşyalar taşıyarak çıkmalarıyla başladı. Komşular uyanmaya ve dışarı çıkmaya başladılar. Beatrice dumanla dolu tavan arasına girdi, puro kutusunu buldu ve çok sıcak olan kapı kolunu tuttu. Kız kolu çevirdi ve kapıyı açtı. Tüm merdiven boşluğu alevlerle kaplanmıştı. Beatrice'in kapıyı açmasıyla birlikte içeri o kadar çok duman girmişti ki oda dumanla dolmuştu. Kız kaçacağı pencereyi göremiyordu, ama yönünü biliyordu; derin bir soluk alarak oraya doğru gitti. Pencere pervazını buldu ve dışarıya çıktı, itfaiyeciler önce onu görmediler. Adamlar dikkatlerini evin ön tarafına vermişlerdi. Kimse onlara binanın tavan arasında birisinin yaşadığını söylememişti. Sonunda, birisi onun çatıdaki yerinde, biriktirdiği paraları sıkıca tutarak durduğunu gördü. İtfaiyeciler oraya bir merdiven götürdüler. Adamlar Beatrice'e inmesi için yardım ederlerken çatı çöktü ve çevreyi küçük parlak kıvılcımlarla doldurdu. Daphne Crowley sokağın ortasında duruyordu, kafası pembe plastik bigudilerle kaplıydı, siyah saten bir gecelik giymişti. Brawley'in üzerinde yalnızca külotu vardı. Adamın bira göbeği kemer taktığı zamankinden çok daha fazla çıkıyordu. Kenneth ve Charles, havlu kumaşından birbirine uyan robdöşambrlar giymişlerdi ve birbirlerine sarılmış halde duruyorlardı. Helena hiçbir yerde yoktu, ama bir komşu uzun saçlı, kadın geceliği giymiş ve elinde para çantası tutan bir adamın sokaktan aşağıya doğru koştuğunu gördüğünü bildirdi. Beatrice komşunun yoFU161 xviario ıtıorgau munu dinlerken yalnızca kafasını salladı. Bir adamın kadın gibi görünmeye çalışacağı hiç aklına gelmemişti. Bu Helena'nın neden o kadar gizemli birisi olduğu sorusunu yanıtlıyordu. Andrew Simunsen o gece eve dönmemişti. Beatrice Daphne'yi yatıştırmak için ona doğru gitti, ama onun yanına yaklaşamadı. Pansiyonun sahibi itfaiyecilerin şefine evdeki eşyalarının ne kadar pahalı olduğunu söylemekle meşguldü. Kadın sonra gizlice komşusuna her şeyin sigortalanmış olduğunu, zaten pansiyonu satmak ve oralardan taşınmak istediğini söyledi. Eğer sigorta şirketi kendisine hak ettiği parayı öderse, kesinlikle bundan daha iyisi olamazdı. Sonra sözlerine
şunları ekledi, "Umarım itfaiye örgütü alevlerin sizin evinize sıçramasını önleyebilir!" Beatrice ona daha fazla bakmadı. Kız ne yapacağından, nereye gideceğinden ya da şimdi kendisine ne olacağından endişe duymuyordu. Puro kutusunu gece çatıda yatarken giydiği geceliğin önünde sıkısıkıya tuttu ve çıplak ayakla sokağın yukarısına doğru yürüdü. Bilinçli bir karar vermeden köşeyi döndü ve kalbini izledi. Kız kuzeye doğru gidiyordu. 162 14 Temmuz 1960'ta, Geoff Marshall içki satan bir dükkanın arkasındaki sokakta kendinden geçmiş halde bulundu. Üzerinde bir yara yoktu, ama giysileri kana bulanmıştı. Yalnızca birkaç metre ötede, üzerindeki parmak izleri dosyada Jeff Marsh'a ait olarak görünen ve sarhoşunkine uyan bir bıçak bulunmuştu. Üç adam birbirinin üstüne yığılmıştı, Geoff en üstteydi. Onun altındaki iki kişi ölmüştü. Geoff hiçbir şey anımsamıyordu, hatta Florida'ya geri dönmüş olduğunu bile. Geoff ölen adamları tanımıyordu ama diğerleri de bu adamların kim olduğunu bilmiyordu. Mahkeme bile başıboş gezen bu adamların kimliğini bulamamıştı ve onlara John Doe no bir ve John Doe no iki adı verilmişti. Geoff'un pantolon ve gömleğindeki kan, her iki John Doe'nunkiyle de uyuşuyordu. Onları Geoff'un öldürdüğüne inanıyorlardı. Geoff gerçeği bilmiyordu. Kafası tümüyle bomboştu. Geoff yetkilileri, Jeff Marsh adını düzeltmek için uyarma gereğini duymadı. Belli ki geçmişte bir yerlerde tutuklandığında, onu tutuklayan memurlara bu adı 163 man o morgan vermişti. Bu ad onun için sorun değildi. Kendisini nasıl çağırdıklarını umursamıyordu. Geoff'un savunma avukatı için verecek parası yoktu, bu nedenle mahkeme ona suçu kabul etmesini öneren bir avukat atadı. Avukat ona eğer bunu yaparsa verilecek cezanın jüri heyeti tarafından yargılanacağı mahkemede suçlu bulunarak alacağından daha az olabileceğini söyledi. Geoff yasalarla ilgili hiçbir şey bilmiyordu ve avukatına güvendi. Suçu kabul etti ve verilebilecek en ağır cezayı aldı: ölüm cezası. Geoff Marshall için, yaşamındaki ilk kapı yirmi dört saatlik bile değilken suratına kapanmıştı. İkinci kapı yüzüne yedi yaşında, bildiği her şeyden ayrıldığında çarpılmıştı. Şimdi, üçüncü kez, bir kapı, bu kez çelikten bir kapı, yirmi dört yaşındayken son olarak madeni bir ses çıkararak yüzüne kapanmıştı. Geoff 804781 nolu mahkum oldu ve yaşamının geri kalanını hapishane duvarları arkasına kapatılıp idam edilmesini bekleyerek geçirme cezasına çarptırıldı. Hüküm giymesi bebekliğinde annesinden alınarak beyaz dünyaya verildiğinde deneyimlediği teslim oluşun yeniden yaşanmasıydı. Ona hapishane elbiseleri verildi. Yastığını, battaniyesini ve havlusunu taşıyarak uzun bir koridor boyunca yürürken, alt ve üst katlardaki hücrelerdeki mahkumların kendisine yönelttiği yuhalamaları ve çaldıkları ıslıklan duydu. Geoff beladan uzak durmaya çalıştı, ama alkolü ve ilaçları bıraktığı için zihni ona oyunlar oynadı. İki gün boyunca Geoff var olmayan şeylere vurmaya, onları pençelemeye çalıştı. Sonunda, 164 Sonsuzluğun Mesajı hapisanedeki üçüncü gününde, onu tek kişilik bir hücreye kapadılar. İki hafta sonra oradan çıktığında, kafası dinginleşmişti, ama sorunlar henüz bitmemişti. Cezaevindeki gruplardan hiçbirine uymuyordu. Yalnızca beyazlardan, Amerikalı zencilerden, Latin Amerikalılardan, Amerikan kizilderililerinden ve Asyalılardan oluşan gruplar ve bunların çeşitli dinsel inançları olan alt grupları vardı. Bir Aborijine orada yer yoktu. Geoff hapishane argosuyla "birilerinin kıçını tekmelemek isteyen" herkesin hedefi olup çıkmıştı. Birinci ayının sonlarına doğru, duş alırlarken birisi arkasından Geoff'un üzerine atlayarak kavgaya girişti ve kolunu boynuna dolayıp sıkarak kafasını tuttu. Bir başkası yüzüne tükürdü. Sarmısak kokan tükürük Geoff'un yanağından aşağıya doğru akarken, göğsüne ciğerlerindeki tüm havanın aniden boşalmasına neden olan bir darbe aldı. Geoff dizlerinin üstüne kapandı ve bir başka darbe sağ böbreğine geldi. Bu tekme çelik uçlu bir ayakkabıyla
atılmıştı ve iki hapishane gardiyanı kendilerine verilen rüşvet nedeniyle buna izin vermişlerdi. Geoff bilincini yitirdi. Bilinci yerine geldiğinde, ağzından ve burnunda, bir de kafasının üstündeki derin bir yaradan kanlar fışkırıyordu. Sendeleyerek koridora çıktı, bir gardiyan ona baktı ve gidip giyinmesini söyledi. Geoff banyodan ikinci kez çıktığında, gardiyan tıbbi bakım isteyip istemediğini sordu. Kafasındaki açık yaradan hala kan akıyordu. Geoff kafasını evet anlamında salladı. Bu olaydan sonra Geoff etrafındaki her türlü harekete 165 ________.Morgan karşı tetikte kaldı. Yalnız birisi olmasıyla ün kazandı. Diğerleri ona korkulacak ve yalnız bırakılması gereken birisi olarak bakmaya başlayana kadar onlarla kavga etmek ve zamanını tek başına geçirmek zorunda kaldı. 166 Güneş, Beatrice'in sağ omuzunun üstünden parlayarak yükseldi. Güneş onun eğimli sokakları, yokuş aşağı ve yokuş yukarı giden tepeleri izledikten ve evlerle ticari binaların olduğu blokların arasından geçip gittikten sonra, hala kuzeye doğru gitmekte olduğunu doğruladı. Önünde duran anayolun yanında mavi beyaz boyalı bir tabela, ileride 20, 80, 120 ve 250 kilometre aralıklarla yer alan dört kasabanın olduğunu gösteriyordu. Arabalar hızla Beatrice'in yanından geçti, ama o dönüp bakmadı. Kızın gözleri yere bakmakta olduğu halde, dışarıdan göründüğü kadar derin düşüncelere dalmış değildi. Aslında zihni bomboştu. Gideceği yeri olmayan birisinin içinde bulunduğu durumdaydı. Sanki uzaklardaki görünmez bir mıknatıs onun bedenini ileri doğru çekiyormuş gibiydi. Sabah ışıklarından sersemlemiş olan beyni, bir oyuncak gibi sürükleniyordu. Ayaklarının altı dört yıl önce Bayan Crowley için ayakkabı giymeye başlamadan önceki kadar sert değildi. Çakıl taşlan ve kurumuş sivri otlar ayaklarının altına zarar vermiş, ayakları şişmeye başlamıştı. Beatrice bunu 167 fark etmemişti. Arada bir, bir araba korna çalıyordu, bu ya bir sürücünün ona verdiği selam ya da yolundan çekilmesi için yaptığı uyarıydı. Kızın kulakları duymuyordu. Yalnızca yürümeye devam etti. Beatrice kendi kendine içine girdiği hipnoza benzeyen durumdan çıktığında, demiryolu raylarının üstünde duruyordu. Bir tren düdüğü çaldı ve Beatrice ona yaklaşmakta olan siyah canavarı görerek korkuya kapıldı. Hızla gelen tren onu içinde bulunduğu ana getirdi. Beatrice rayları geçerek adımlarını ilerideki kasabaya ulaşmak için sıklaştırdı. Kasabada önlerindeki verandada yeşil bir alan bulunan beyaz evler ve içinde banklar ve yollar olan bir park vardı. Kız susuzluğunu gidermek için bir su çeşmesini kullandı. Beatrice neredeyse suyun kendi bedeninde titreştiğini hissedebiliyordu. Yüzüne çarptığı soğuk su onu gerçekliğe geri getirdi. Yirmi kilometre yürümüştü ve geçtiği hiçbir yeri gördüğünü anımsamıyordu. Kızarmış tavuğun kokusu havada dolaşıyordu. Beatrice bu güzel kokuyu izleyip, parkın içinden yürüyerek geçti ve ana caddedeki dükkanların önündeki kaldırımdan yürüdü. Sandeviççinin önü tümüyle açıktı, çünkü duvar çalışma saatlerinde bir kepenk gibi yana doğru itilerek açılıyordu. Dükkanda yiyeceklerin satıldığını söyleyen ve bunların fiyatlarını gösteren bir tabela asılmıştı, ama Beatrice orada durmadı. Bunun yerine bir sonraki sokağa kadar yürüdü, köşeyi döndü ve orada, kimsenin göremeyeceği bir yerde, puro kutusunu açtı. Kız kutudan biraz para alıp cebine tıktı, sonra 168 iuesajı geldiği yoldan yiyeceklerin harika kokusunu izleyerek geri döndü. Tezgahın arkasındaki aşçı önce yemeğin fiyatını söyledi ve elini uzattı. Yiyeceği paketleyip kıza vermeden önce parayı alması gerekiyordu. Beatrice bu hazineyi parka taşıdı ve bir ağacın altına oturarak altın rengi bir kızarmış tavukla iyice kızarmış papateslerin keyfini çıkardı. Beatrice'in sağ tarafında, sokakta oynanan bowling oyunu bitmek üzereydi. Oyun alanı telden parmaklıklarla çevrelenmişti ve saatin üzerinde uzun sokak
lambaları vardı. Beatrice tam o tarafa bakarken, ışıklar dikkatini çekti. Ani bir parlama tüm formalı oyuncuların hareket eden beyaz kütleler olarak görünmesine neden oldu. Oyuncular beyaz şapkalar, beyaz gömlekler, beyaz pantolon ya da etekler ve beyaz çoraplar giymişlerdi. Beatrice bu spordan söz edildiğini duymuştu, ama hiç çimenlik bir bowling kulübü görmemişti. Bu beyazların dünyasının bir parçasıydı, onun katılması için aralarına çağırılacağı bir yer değildi. Beatrice "in uykusu vardı, uzanabileceği gözden uzak bir yer bulabilmek için çevresine bakındı ve geniş sık çalılıkların olduğu bir köşeye gitti. Puro kutusunu çalılıkların altına sokarak yere yattı ve uykuya daldı. Beatrice omzunu sarsan birisi tarafından uyandırıldığında güneş doğmuştu. Tepesinde dikilen ve bedeninin gölgesi gözlerine düşen polis memuru ona, "Uyan, buradan gitmelisin. Burada bizim parkımızda yaşayamazsın," dedi. "Buradan gitmelisin. Haydi." Beatrice çalılığın altına uzandı, kutusunu aldı ve ayağa 169 kalkarak iyice eskimiş olan elbisesini düzeltti. Yönünü bulmak için bir an için çevresine baktı, sonra sande-viççiye doğru yürürken kutudan cebine bir dolar daha koydu. Bu sabah bir çörek ve bir kutu süt alacak, sonra kasabadan çıkarak yoluna devam edecekti. Beatrice anayolda, asfaltın hemen kenarından yürüdü. Arabalar yaklaşık her beş dakikada bir düzenli olarak ve yavaşça geçiyordu. Eski kırmızı bir kamyon onu geçti, yavaşladı ve yüz metre kadar ileride kenara yaklaşarak durdu. Beatrice kamyona yaklaştığında, arkada iplerle oraya tutturulmuş olan mobilyaların arasında oturmakta olan orta yaşlı bir Aborijin kadınıyla on iki yaşlarında bir oğlanı gördü. Başka bir kadın ön taraftaki camdan dışarıya uzanarak Beatrice'e binmek isteyip istemediğini sordu. Beatrice bu teklifi kabul edince ona kamyonun arkasına çıkmasını söylediler. Hava konuşmaya çalışmak için çok rüzgarlıydı, ama kamyonun arkasındaki üç kişi arada sırada birbirlerine gülümsediler ve uzaktaki bir yeri işaret ettiler. Sonraki altmış kilometre daha çabuk geçti. Sonunda araç, içinden birden birkaç kişi çıkan küçük sarı bir evin yan avlusunda durdu. Bunların hepsi Aborijindi. Beatrice kendini onlara tanıttı ve bu evde yaşayanların McDaniel ailesi olduğunu öğrendi. Kamyondaki üç kişi ölen bir akrabalarının evindeki mobilyaları almaya gitmişlerdi. Beatrice'e gece orada kalarak onların misafiri olması için ısrar ettiler. Aile, sahip olduğu her şeyi paylaşmaya ve yabancıları sanki ailenin oradan geçmekte olan bir üyesiymiş gibi evlerine kabul etmeye açık görünüyordu. 170 Sonsuzluğun Mesajı Kadın kamyondan inerek, "Benim adım Pauline," dedi. Eski moda saati oğlana doğru uzatırken, "Al, bu saati taşı," diye ekledi. Çocuk onu içeri götürdü. "Benim adım Beatrice. Size nasıl yardım edebilirim? Beni kamyona aldığınız için gerçekten minnettarım." Kadının yanıtı, "Bu masayı verandaya taşıyabiliriz," oldu ve "Freddy, gel bize yardım et!" dedi. Daha yaşlı olan iki adam öne çıktılar. Beatrice'le Pauline birer sandalye taşırken onlar çukurlaşmış ve paslanmış krom masayı verandaya koydular. Masa verandaya konulmuştu çünkü içeride yer yoktu. Evde bir masa ve mutfağın büyük bir bölümünü kaplayan dört sandalye vardı. Pauline'in dört odalı evinin diğer odalarında yataklar, kanepeler, dolaplar ve yerde duran şilteler vardı. Banyo mutfağa bitişikti ve tuvalet koridordaki bir dolabın içine sıkıştırılmıştı. İçeri girer girmez onları harika bir yemek kokusu karşıladı. Pauline, "Bir tabak al," diye ısrar etti. "Sonra bir yere otururuz ve sen de bize öykünü anlatırsın." Beatrice yaşamına ya da yolculukta karşılaştığı koşullara bir öykü olarak bakmamıştı, ama belki de bu kullanmak için iyi bir terimdi. Beatrice Bayan Crowley'in yerindeki yangından ve kendisinin Aborijinlerin eski usullerini öğrenmeye olan ilgisinden söz etti. Pauline tatlı patatesten bir lokma daha alırken, "Bununla neden ilgileniyorsun?" diye sordu. "Bu geriye gitmektir. Bizim ileriye gitmeye ihtiyacımız var. 171 .Mario Morgan
Hükümetten daha fazla para almaya ve daha fazla evle daha fazla işe ihtiyacımız var. Eğer burada bizim yaşlı teyzecik gibi konuşmaya başlarsan işleri yalnızca kötüye götürürsün, iyiye değil!" Beatrice teyzeciğin verandanın köşesinde oturan kadın olması gerektiğini düşündü. Beatrice gülümseyerek yaşlı kadının yüzünü incelerken, "Bu doğru olabilir," dedi. "Ama neleri bırakmış olduğumuzu bile bilmezsek gelecekte neler için savaşmamız gerektiğini nasıl bilebiliriz ki?" Beatrice yüzünü yeniden diğerlerine döndürerek, "Keşke zamanımı bana geçmişi, eskiden her şeyin nasıl olduğunu, neden bazı şeylerin farklı olduğunu ve bunların neden değiştiğini anlatabilecek birisiyle konuşarak geçirebilseydim," dedi. Freddy, "Hala eski zamanlarda olduğu gibi yaşayan az sayıda insan var," diyerek konuşmaya katıldı. "Arnhem Ülkesi'ne ya da çölün içlerine git. Bizim Kuzey Bölge'de ve batı Avusturalya'da yaşayan arkadaşlarımız var. Eğer istersen senin oralardakilerle buluşmana yardımcı olabilirim. " Pauline onun sözünü, "Ama işler orada da buradaki kadar kötü," diyerek kesti. "Her yerde o kadar çok haksızlık var ki. Hükümetten kimse bizi dinlemeyi istemiyor. Hiçbir beyaz adam bizi umursamıyor ve tüm güç onların elinde. Eminin hepimizin çöle taşınmamızı ve tüm ülkeyi onlara bırakmamızı isterlerdi, ki onların sığır ve koyunları çimentoyla kaplayıp alışveriş için kullandıkları yerler dışında her yerde otlayabilsin. Benim kaçmaya niyetim yok, ben haklarımızı korumak için 172 t Sonsuzluğun Mesajı burada kalacağım. Eğer onların yaşam biçimlerini kabul etmek zorundaysak, bizim de onlar gibi yaşamamıza izin verilmeli. Bizim kendi doktorlarımız ve hukukçularımız, radyo spikerlerimiz, bira fabrikalarında çalışan işçilerimiz ve-" Pauline'in sözü verandadaki erkeklerin yüksek sesle gülmesiyle kesildi. Adamlar, "Evet, bira fabrikalarında çalışmak her şeyi kesinlikle çözümleyebilir, Pauline," diyerek onunla alay ettiler. Freddy, "Bu bir rüya," dedi. "Siyahların beyazlarla birlikte çalışmaları. Aynı ücreti almaları. Aynı işi yapmaları. Beyazlara komşu olarak yaşamaları. Bunların hepsi bir rüya." Sonra yaşlı teyzeciğin neredeyse fısıldıyormuş gibi çıkan zayıf sesi duyuldu. "Bizler Rüya Zamanının çocuk-larıyız-insan olmanın ne demek olduğunu tek anlayanlar biziz. "Rüyayı yaşamalıyız. Tek yol budur. Halkımıza yardım etmenin, dünyaya yardım etmenin tek yolu. Beyaz adam bütün Aborijinlerin çölden geldiğini sanıyor, ama benim halkım burada binlerce yıldır yaşamakta ve burası eskiden bizim ülkemizdi. Ülkemiz denizden dağlara kadar uzanırdı. Açıp bakılacak kağıt haritalar yoktu. Sınırlar şarkı çizgileriydi. Her şey müzik tarafından yerine konur ve yerinde tutulurdu. Komşu ülkeler bizim şarkımızı bilirler ve şarkısını söylediğimiz ağaçları, akarsuları, kayaları ve dağlan tanırlardı. Atalarımız bu yeri bizim için Rüya görerek yaptılar ve 173 Mario Morgan burası saygı, itibar ve mutluluk olan bir yerdi. Bizler Toprak Ana'nın koruyucusu olan iyi kişilerdik. "Ama beyaz adam geldi, zincirler halinde diğerlerini getirdi ve onlar bizim şarkımızı öğrenmediler. Aslında, onlar bizim müziğimiz ve geleneklerimizle alay ettiler. Onların zihinleri bizim Rüya görmemize kapalıydı." Kadın şarkı söylemeye başladı, "Na na num ke, num ke, num ke." Beatrice kadıncağızın çocukluğundan anımsadığı eski dile hayran kalmıştı. Kadın şarkıyı bitirdiğinde, evdekiler Beatrice'in birkaç gün orada kalarak bazı sözcük ve şarkıları öğrenmesini kabul ettiler. Birkaç gün çabucak bir aya dönüşüverdi. Kız onlara elinden gelen her yardımı yaptı ve ailenin yemek almada kullandığı paraya katkıda bulundu. Pauline Beatrice'i kullanılmış ve başkalarına bağışlanmış giysilerin çok düşük fiyatlarla satıldığı bir ucuz giyim dükkanına götürdü. Beatrice iki elbise, bir çift bez ayakkabı ve elbiselerini koyabileceği küçük mavi bir el çantası aldı.
Beatrice yaşlı teyzecik ile yaptıkları günlük konuşmalardan birinde dinden konuştular. Yaşlı kadın bükülmüş ve kamburlaşmış sırtını dikleştirip ağaca yasladı ve daha rahat bir biçimde oturarak, "Ben Hıristiyanlığı seviyorum," dedi. "isa'nın öykülerini ve güzel org müziğini seviyorum. Ama o kadar övündükleri o on ilkeyi hiçbir zaman anlayamadım. Tanrı bir adama onları taşlara yazmasını söyledi, ama sanırım bunda bir hata var. 174 pomnızıugun .mesajı "İlkelerin birinde anne babanıza saygılı olun, deniliyor. Neden Birlik bizim anne ve babamıza sevgiyle doğmamızı sağladığı halde bunun yazıya dökülmesini istesin ki? Bu bir çocuğa öğretilmemeli. Belki de ilke aslında, 'Çocukların size olan sevgilerini yitirmelerine neden olacak şeyler yapmayın,' diyordu. Herhalde adam bunun yazmak için fazla uzun olduğunu düşündü, onun için bu ilkeyi kısalttı. "Bir başka ilke de çalmamak gerektiğini söylüyor, ama herkes eğer kendi hislerini dinlerse bir şeyi izinsiz olarak aldığında her zaman kendini kötü hissedeceğini bilir. Bir de Tanrı'yı haftada bir gün anımsamak gerektiğinin bir ilke olduğunu söylüyorlar. Birliğin bunun yazılmasını istemiş olabileceğine inanamıyorum. Biz Birliğe yaptığımız her şeyde, her gün ve bütün gün boyunca saygı gösteririz. Halkımızın törenlerinin, danslarının ve dilinin unutulması çok kötü, ama her nasılsa iyi olan gelecek, bunu biliyorum." Yaşlı kadın şaka yaparak, "Gelmesi bin yıl daha sürebilir," dedi, "ama bir gün gelecek. Biz Rüya görmemizi bırakmamalıyız. Beatrice, eğer sen Rüya görmeyi yaşarsan, karşılaşman gereken insanlar seni bulurlar." Ertesi hafta bir gün Pauline ve Beatrice bahçede ölü tavukları temizliyorlardı. Önlerinde, altında ateş yanan demirden büyük bir kap vardı, tavuğu kaba batırıp sonra yumuşayan tüyleri avuç avuç yoluyorlardı. Kırmızı tavuk tüyleri Beatrice'in kollarına ve elbisesinin önüne yapıştı ve ikisi de ıslak tüylerin kendine has kokusunu duyuyorlardı. Beatrice, "Yola çıkmalıyım, Pauline. Kuzeydeki 175 Mario Morgan insanlarla birlikte olmam gerektiğini hissediyorum," dedi. Pauline onu, "Burada kal. Birlikte belki halkımız için bir şeyler yapabiliriz. İki kişi bir kişiden daha iyidir. Burada senin yardımına ihtiyacım var ve kuzeydeki insanların da bizim yaptıklarımızla aynı şeylere ihtiyaçları var," diyerek yanıtladı. Beatrice ona güven veren bir sesle, "Belki de köklerimizi bulmak bize bir başka yoldan yardımcı olacak. Yalnızca oturup şikayet etmek hiçbir işe yaramaz. Kim olduğumuzu ya da eskiden kim olduğumuzu bilmem gerek. Her nasılsa, normal bir beyaz insanın işine sahip olmak ve o tür bir evde oturmak bana aradığım yanıtı verebilecekmiş gibi gelmiyor. Bunun ne olduğunu bilmiyorum, ama eğer hislerimi izlersem bunu bulabileceğimi sanıyorum. Kalbim bana rehberlik edenlere güvenmemi ve orada bir yerlerde, benim yürümemi bekleyen bir yol olduğunu söylüyor. Senin savaşmana yardım edeceğim, Pauline. Söz veriyorum. Ama yalnızca neye karşı savaştığımı değil, ne için savaştığımı bilmek zorundayım." 176 Ertesi sabah Beatrice herkese hoşçakalın, dedi ve bir kez daha anayolda yürümeye başladı. Kızın puro kutusunun artık yalnızca yansı doluydu ve McDaniel'ların ona alması için ısrar ettikleri yiyecekle birlikte mavi el çantasının içinde duruyordu. Beatrice'in omzunda, çantanın iplerine bağlanmış ordu malı artığı eski bir su matarası vardı. O gün Beatrice birkaç kez arabaya binmişti. Önce yaşlıca beyaz bir çift durmuştu. Beatrice onlar anayoldan ayrılacakları kavşağa gelene kadar arabanın arka koltuğunda üç saatten fazla gitti. Ondan sonra, tatil yapmakta olan yalnız, yabancı bir kadın onu arabasına aldı ve Beatrice'i indirdiği benzin istasyonunun olduğu bir sonraki kente kadar götürdü. Beatrice bir sandviç yedi ve matarasını suyla doldurdu, sonra bir kez daha yürümeye başladı. Birdenbire arkasında gürültülü bir korna sesi duydu, şehirlerarası çalışan büyük bir kamyonun şoförü korna çalarak aracı kenara çekti. Adam bütün gece boyunca kamyon sürecekti ve
kendisine arkadaşlık edecek birisi işine yarayabilirdi. Beatrice adama yardımsev177 erliği için minnettar olarak kamyona bindi. Ağzının kenarından bir sigara sarkan adam, "Nereye gidiyorsun?" diye sordu. "Kuzeye." "Kuzeyde senin gibi pek çok siyah yaşıyor, değil mi? Çalılardan yapılma yemeklerden yiyor olmalılar. Onları nasıl yiyebildiğinizi anlayamıyorum. Şimdi ben. . . Ben büyük kalın bir dilim biftekle bolca bisküit ve evde yapılmış reçel isterdim!" Adam gece boyunca zamanını aklına gelen her yeni konuyu Beatrice'e anlatmakla geçirdi. Arada sırada kıza bir soru soruyordu, ama onun yanıt olarak yalnızca "Ee, şey," demesi yeterli oluyordu. Beatrice'in gerçekten çok uykusu vardı ama adam onu kamyona arkadaşlık etmek için almış olduğu için, kendini uyanık kalmaya zorladı. Kız, adamın yüksekten attığı sözlerle ilgilenmiş gibi yaptı ve onun şikayetlerini dinledi. Sabah yakıt almak ve kahvaltı yapmak için durdular. Kız kendi çantasındaki yemeklerden yedi. Adam akşam üstü durup biraz uyuması gerektiğini söyleyene kadar gittiler. Bir başka kamyoncu onlarla aynı hızda yolculuk ediyordu. Birbirlerini birkaç kez geçtiler. Adam ışıklarını yakıp söndürerek diğer kamyona işaret verdi ve her ikisi de kenara çektiler. Adam kenara çekip dinlenmesi gerektiğini, ama yanında yolculuğuna devam etmesi gereken bir otostopçu olduğunu söyledi. İkinci şoför onu yanına alabilir miydi? Şoför bunu kabul etti. Beatrice bir kamyondan inip diğerine bindi. 178 İkinci şoför iki metre boyunda, cüsseli bir adamdı. Beatrice'in çantasını alıp kamyonun ön tarafına atarken, kolundaki kaslar sanki kendilerine meydan okumayacak birkaç yüz kiloluk bir yükle uğraşmadıkları için düş kırıklığına uğramış gibiydi. O da sanki dudağının kenarındaki normal bir uzantıymış gibi duran yanan bir sigarayla yaşıyordu. Beatrice'le şoför yalnızca benzin almak için durarak bütün gün yollarına devam ettiler. Benzin istasyonunun sahibi Beatrice'in bayanlar tuvaletine girmesine izin vermedi. Tuvaletin bozuk olduğunu ima etti. Karısı Beatrice'e bir kağıt bardak verdi ve "Al, belki bunu kullanabilirsin!" dedi. Beatrice bunu nasıl yapacağını bilmiyordu, onun için binanın arka tarafına gitti ve bardağı bacaklarının arasına tuttu. Kız tuvaletini bitirdiğinde çişini yere döktü ve aynı şeyin ileride tekrar olması olasılığını düşünerek bardağı saklamaya karar verdi. Onu çantasına koydu. O gece, günbatımından birkaç saat sonra, şoför büyük kamyonu yolun kenarına çekti ve araçtan indi, sertleşmiş kaslarını açmak için kollarını gerip boynunu hareket ettirdi. Beatrice'in kapısını açtı ve "Dışarı çık da gerin. Güzel bir gece," dedi. Gerçekten de öyleydi. Yıldızlar yukarıda göz kırpıyordu ve kilometrelerce uzaktaki kentin elektrik ışıkları olmadığından, tek ışık kaynağı olan ayın parlaklığı görmeye değerdi. Beatrice kamyondan indikten sonra ellerini yukarıya kaldırdı ve kollarıyla omurgasını esnetti, şoför onu belinden kavradı ve yere attı. Adam bir dizini kızın bacağına koyarak dizlerinin üstüne oturdu, bir eliyle kızın kolunu ve karışmış 179 saçlarını tuttu. Boşta kalan eliyle kızı okşuyor ve onun bedenini hissediyordu. Beatrice çığlıklar attı ve ondan kurtulmaya çalıştı, ama adam yalnızca defalarca, "Kapa çeneni," dedi. Adamın dizinin ağırlığı kızın bacağını eziyordu. Kız onun elinden kurtulmaya çalıştı ama adam ona bir tokat attı. Sonra yumruğunu sıkarak, ona güçlü bir darbe vurdu. Beatrice kendinden geçti. Kız kendine gelmeye başladığında, yolun kenarında tek başına olduğunu gördü. Kamyon ve şoförü gözden kaybolmuştu. Beatrice toprak, ter ve kan içinde kalmıştı. Sol gözünü yalnızca birazcık açabiliyordu ve şişerek normalin iki katı büyüklüğe gelmiş olan bacağı hissizleşmişti. Kız sonunda kendini oturmaya, sonra da ayağa kalkıp birkaç adım atmaya zorladı. Yürümeye çalışmaktan başka yapacak bir şey yoktu. Birkaç dakika sonra şoförün pencereden aşağı attığı, büyük olasılıkla oradan uzaklaşırken atmış olduğu, mavi çantasını gördü. Beatrice yırtılmış ve kirlenmiş elbisesini değiştirmesi gerektiğini biliyordu, ama bunu yapacak gücü yoktu. Bunun yerine, kız kendini ayaklarını sürüyerek ve çantasını arkasından sürükleyerek yürümeye zorladı.
Bir ses duyduğunda kalbi hızla atmaya başladı. Geniş arazide sesler çok uzaklara kadar yayılıyordu. Kız bir kamyonun sesini, farlarının görüş alanına girmesinden çok daha önce duyabiliyordu. Saklanmalıydı. Ama nereye? İçinden gelen dürtü asfalttan ayrılıp yere dümdüz yatmaktı, ama koşamıyordu. Yalnızca arkasına dönüp çalılıklara doğru yürüyebildi, ama artık çok geçti. Kamyoncu onu görmüştü ve frene basmaya başlamıştı. 180 Sonsuzluğun Mesajı Şoför aracı durdurdu, dışarı çıktı ve ona seslendi. "Hey, hey! Sen misin, kızım?" Adam kızın arkasından koştu. Ona yetiştiğinde, kızı durdurmak için kolunu kızın beline doladı. Kız o kadar güçsüzdü ki onu arkasına döndürmek hiç zor olmamıştı. Adam kızın yüzünü gördüğünde, söyleyebildiği tek söz, "Aman Tanrım! Aman Tanrım!" oldu. Bu, geveze şofördü. Adam Beatrice'in kamyona binmesine yardımcı oldu. O kapıyı kapatıp, sürücü koltuğuna gidip direksiyonun arkasına geçtiğinde, kız uyumuştu. Adam sabahleyin benzin ve kahvaltı için durdu. Yemek yediği yerdeki birisi kızın kamyonda oturduğunu gördü ve hırpalanmış olduğu belli olan bu yolcuyla ilgili konuşmaya başladı. Şoför onu yanıtlamadı. Yemeğini bitirdi, parayı ödedi ve oradan çıkarak kıza iki bisküit, çay ve şişmiş gözü için buz götürdü. Birlikte geçirdikleri üçüncü günde, Harry kendini Beatrice'e tanıttı. Konuşmakla meşgul olduğu ilk defasında bunu yapma zahmetine katlanmamıştı. Olanlardan kendisini sorumlu tuttuğu ve kendini suçlu hissettiğinden, kıza yardım etmek için elinden gelenin en iyisini yaptı, şimdi kuzey delerdi. 181 Geoff Marshall için, rutin temyiz. işlemi sekiz yıl boyunca sürdü. Bu işlem mahkemenin atadığı yetkililer tarafından yürütülüyordu ve Geoff ne bunlarda bir rol aldı ne de olanlarla ilgilendi. Geceleri çoğunlukla Willett'lann sığır çiftliğindeyken çok sevdiği açık, yıldızlı gökyüzünü hayal ederek tavana bakıyordu. Çocukluktaki o özgürlüğün geri gelmesini çok istiyordu. Kendi ırkından-vahşi ve eğitimsiz, ama özgür-insanları düşünmek onun hoşuna gidiyordu. Onlar hakkında daha fazla şey öğrenmek istiyordu ama hapishane kütüphanesinden bir kitap ödünç alarak sertliğiyle kazandığı üne bir zarar gelmesini istemediği için tereddüt ediyordu. Bir gün, kütüphane arabası onun hücresinin önünden geçerken, Geoff görevli adama seslendi. Geoff, "Hey, adamım, bekle bir dakika," dedi. "Bana özel bir kitap getirip getiremeyeceğini öğrenmek istiyorum. " Otuz yıldan fazla bu işte çalışmakta olan yaşlı adam, 183 "Tabii," dedi. "Kitabın adı ne?" Geoff, "Bilmiyorum," diye yanıtladı. "Çocukken bir defasında Avusturalya Aborijinlerinin sanatını anlatan bir kitap görmüştüm. Ben Avusturalya'lıyım. O konuda bir şeyler okumak istiyorum ama elimde kitap adı, yazar ya da başka bir şey yok. Bana yardım edebilir misin?" Ak saçlı adam yeniden güvenle, "Tabii ki," dedi. "Ama bunu dışarıdan getirtmem gerekecek. Bu birkaç hafta alır." Adam bir kalem ve kağıt çıkardı ve not aldı. Sonra hücre numarasını yazdı ve Geoff'a kim olduğunu sordu. "8047811im." 184 Güneş tam tepedeydi ve Tanrı'nm yarattığı tüm canlılar gölgeden yoksun kalmıştı. Küçük bir topluluğa yaklaştıklarında, Beatrice burasının Harry'den ayrılması gereken yer olduğunu biliyordu. Burası etkileyici bir yer değildi, davetkar bile görünmüyordu, ama her nasılsa ona doğru yermiş gibi geliyordu. Tüm binaların üstünü kaplamış olan toz, kısa süre önce bir fırtına olduğunu ya da burasının dünyanın her gün rüzgarla birlikte yaşanılan bir yeri olduğunu gösteriyordu. Kaldırımla sokak arasında çim bitmemişti ve ana cadde ölü ve unutulmuş görünüyordu, ama Beatrice bir ara sokaktaki yeşil parkı ve gölge yapan yüksek ağaçları görebiliyordu. Parkta siyah birileriyle caddede diğerlerinin arasında gezinen az sayıda siyah vardı, onun için kız kendi halkının yaşayan nüfusun azınlığını oluşturmadığı bir yere gelmiş olduğunu biliyordu. Harry kamyonu bir
kenara, girişi bir barın içinde olan iki katlı bir otelin önüne çekti. İkinci kattaki birkaç pencere açıktı ve bir başka rüzgarın kendilerini odanın içine sokmasını bekleyen perdeler dışarı doğru uçuşuyordu. 185 Alarıo Morgan Beatrice kamyondan indi, adama hoşçakal, dedi ve ona kendisinin düzeleceğini söyledi. Kız ona, dün etli börek yerken kaybettiği yandaki iki dişinden söz etmemişti. Gözü kan kırmızı renkteydi ve hala yalnızca biraz açılabiliyordu, ama bacağı biraz iyileşmiş gibiydi ve her geçen gün ona daha az acı veriyordu. Beatrice çantasını taşıyarak karşıdan karşıya geçti ve parka doğru yöneldi. Onun tam önünde duran kendisinden büyük beyaz bir kadın, bir sandviççi dükkanının önüne YARDIMCI ARANIYOR tabelası asıyordu. Beatrice hiç tereddüt etmeden açık kapıdan içeri girdi, kadına yaklaştı ve ona, "Burada bunu yapmak için bulunuyorum!" dedi. Şaşıran kadın kafasını yukarı kaldırdı ve kendisine bakan yaralı yüzü gördü ve neredeyse ona doğrultulmuş olan bu iğrenç gözden dolayı korkuya kapılıyordu. Kadın, "Ne?" dedi, "Ne söyledin?" "Burada size yardımcılık yapmak için bulunuyorum. Tabelada yazdığı gibi! Eğer bana nasıl yapacağımı gösterirseniz hemen her şeyi yapabilirim." Sonra, soluğunu tutarak ve kadının dikkatli bakışını hissederek, "Lütfen bugün nasıl göründüğüme aldırmayın. Bir kaza geçirdim, ama bu ilk kazaydı. Sorun çıkaracak birisi değilim ve size yardım edebilirim. Gerçekten yardım edebilirim." Kadın, "Bunu daha yeni koydum," dedi. "Sen ilk baş vuran kişisin." "İzin verin iki üç günlüğüne sizinle çalışayım siz de benim nasıl çalıştığımı görün. Eğer işinize yaramazsam, bana hiçbir borcunuz olmaz ve siz de tabelayı yeniden 186 W Sonsuzluğun Mesajı asabilirsiniz. Eğer iyi çalışırsam, bana ücretimi ödersiniz ve iş benim olur. Ne dersiniz?" Kadın endişeli bir ses tonuyla, "Bilmiyorum," dedi. "Kimsin ve nereden geliyorsun?" "Adım Beatrice ve buraya Sydney'den geldim. İngilizce, matematik ve benzeri konularda mükemmel bir eğitim aldım, çalışma ve insanlara yardım etmede beş yıllık deneyimim var. Bugün gerçekten de kötü göründüğümü biliyorum, ama durumum her gün iyiye gidiyor. Haftaya o kadar iyileşmiş olacağım ki işe kimi aldığınıza şaşıracaksınız!" Gri renk saçlı kadın gülümsedi. Bundan daha ikna edici bir öykü daha düşünemiyordu. "Evli misin? Ailen var mı? Nerede oturuyorsun?" "Hayır. Hayır. Şimdilik hiçbir yerde!" İkisi de güldüler. Bunlar saçma sorulardı ve verilen yanıtlar da aynı derecede saçmaydı. "Peki. Yarın buraya gel, Beatrice. Gel sana dükkanı göstereyim, yarınla öbür gün nasıl olduğuna bakacağız." Dükkanın sahibi Mildred McCreary'ydi. Yirmi yıldan fazladır aynı yerde bu işi yapıyordu. Önceleri dükkanı o ve kocası işletiyordu. Kocası öldüğünde, kadının oğlu onun iş ortağı oldu. Ama herkesten uzaktaki bu toplum çocuğa göre değildi. Burası fazla sessiz, fazla durgun, dünyanın geri kalanından fazla uzak bir yerdi, onun için çocuk burayı terketti. Kadın beş yıl önce ondan birkaç mektup ve bir de yılbaşı kartı aldı ama sonra hiçbir şey gelmedi. Kadın her gün onun ön kapıda asılı plastik 187 Mario Morgan sinek şeritlerinin arasından geçip içeri girmesini bekleyip durdu, ama çocuk hiçbir zaman gelmedi. Dükkan uzun, dar bir yerdi. Müşteriler dükkanın ön taraftaki yarısını görebiliyorlardı. İçeride tenekelerin, ambalaj ve kutuların içine konmuş çeşit çeşit ürün duruyordu. İçecekleri soğuk tutmak için kullanılan bir buzdolabı vardı. Mildred bir müşteri rafta duran sıcak içecekler yerine soğuk bir içecek
aldığında fiyata birkaç sent daha ekliyordu. Kadın ayrıca her gün, düzenli müşterisi olan iş sahiplerinin alıp götürerek yemeleri için yemek yapıyordu. Bunlar çoğunlukla öğlen yemekleriydi, ama arta kalanlar akşam dükkan kapanana kadar hemen her zaman satılıp biterdi. Otelde kalanlar bazen lokantadaki daha pahalı yemekleri yemek yerine sandviç yapmak için gerekli malzemeleri almaya gelirlerdi. Birkaç blok ötede birkaç inci çıkarma alanı vardı ve burada çalışan işçiler Mildred'ın yemeklerinin fiyatını makul, tadını da iyi buluyorlardı. Dükkanın arka tarafında, raftaki ürünler bittikçe onların yerine konacak olan her tür ürün depolanmıştı, bir banyo ve tuvalet, küçük bir soba, bir lavabo, duvara monte edilmiş bir dolap ve ikinci bir buzdolabı vardı. İki bölmeyi ayıran kapının hemen iç tarafında, işlerin yoğun olmadığı zamanlarda Mildred'in ön kapıyı görebileceği bir yerde duran içi doldurularak kaplanmış bir sandalyeye oturarak dinlediği eski moda bir dolaplı radyo vardı. Arka kapının sağ tarafındaki merdivenler ikinci kata, McCreary ailesinin evine çıkıyordu. 188 • Mildred Beatrice'e eksilen ürünleri raflara koyma, binanın her iki yarısını süpürme ve yemeklerim hazırlandığı yeri temizleme işini verdi. Mildred bu genç kadının her işi kendini son derece vererek yapmasından etkilenmişti. Günün sonunda kadın Beatrice'e üst kata çıkıp dükkanın arka tarafına katlanabilir bir portatif karyola indirmesini önerdi. Bundan sonraki on gün boyunca Beatrice dükkanın önünü süpürmek ve arka tarafta halıyı silkelemek dışında dükkandan hiç çıkmadı. Kız, Mildred'a onun kaldığı yeri temizlemeyi önerdi ve orayı kadının kendisinin temizlediğinden çok daha iyi temizledi, onun için bu da onun görevlerinden biri haline geldi. İki kadın birbirleriyle iyi anlaşıyorlardı. İkisi de gereksiz yere konuşmuyordu ve Beatrice sürekli olarak meşgul olduğundan Mildred kendine harika bir işçi bulduğunu düşünüyordu. Kadın, kıza kayıt defterlerini nasıl tutacağını, gelir ve giderleri dengelemeyi ve müşterilere verilen kredilerin işlendiği hesap defterini tutmayı bile öğretti. İşe başlamasından dört ay sonra, Beatrice'e paraları ve her ay Malcolm Houghton'ın hesabına yatırılacak kiranın olduğu zarfı bankaya götürme işi verilmişti. Bay Houghton ikinci kuşaktan bir sığır çiftliği sahibiydi. Adamın sığırlarının gezineceği arazi tüm kasabanın kapladığı alanın yirmi katı büyüklükteydi. Otelin olduğu bina ve caddenin Mildred'ın dükkanının olduğu tarafındaki tüm binalar Malcolm Houghton'a aitti. Adam bankanın idare heyetindeydi, ziyaretçi doktorun verdiği 189 hizmetleri ona haftada iki gün çalışabileceği bir klinik sağlayarak destekliyordu ve spor etkinliklerine kurdurduğu bir park ve top sahasıyla yardımcı oluyordu. O da Aborjinleri çalıştırıyordu. Beatrice adamı görmemişti ve herhangi bir zaman onu görebileceği bir konuma gelebileceğini sanmıyordu, ama onun adından söz edildiğini hemen her gün duyuyordu. Kız, dükkanı açmaya, kapamaya ve işletmeye alıştığında, arasıra dükkana gelen diğer Aborijin kadınlar ve ailelerle tanışabilmek için gerekli zamanı bulabildi. Sonunda kuzeyde siyah çocukların beyaz çocuklarla aynı okula gittiklerini görmek harika bir şeydi. Gelirleri hala yaşam standartlarını yükseltmeye harcanıyor olmakla birlikte, burada Beatrice'in ülkenin başkentinin yakınlarında gördüğünden çok daha fazla sayıda Aborijine iş verilmişti. Beatrice eski zaman çöl halkının yaptıkları türden sanat eserleriyle ilgileniyordu ve bunlarla ilgili bazı tarihsel öyküler öğrendi. Kız kendisinin Aborijin kökleriyle ilgili bir şeyler öğrenme arzusunu dile getirmeyi sürdürdü. Kasabanın dışındaki bir yerleşim yerindeki barınaklardan birinde oturan Bili adında bir adam ve birkaç başka kişi, Beatrice'e kendilerinin yanına sık sık çölde oturan birilerinin uğradığını söyledi. Bili eğer yine birisi gelirse ona söyleyeceğine söz verdi. Güneşli bir Çarşamba sabahı bir dağıtım kamyonu gürültüyle dükkanın kapısında durdu ve Beatrice'in arka tarafa taşıması için birkaç kutu bıraktı. Beatrice bir parça tost yemekle meşgul olan Mildred'a, "Bunlar gerçekten çok ağır. İçinde ne var?" diye sordu. 190
Kadın çilek reçeline doğru uzanırken, "Boş şişeler," diye yanıtladı. Şişeler bir-iki hafta karton kutuların içinde, açılmadan durdu. Sonra Mildred'a oyuncakçıdan postayla bir paket geldi. Beatrice, onun paketin içinden bir kutu renkli balonu çıkardığını gördü. Kadının böyle bir şeyi neden sipariş vermiş olabileceğini merak etmişti, ama hiçbir soru sormadı. Birkaç gün sonra kadının amacı ortaya çıktı. Kadın, Beatrice'ten şişeleri kutulardan çıkarmasını ve hepsini yıkamasını istedi. Kız sonra Mildred'in şişelere üzüm suyu, şeker ve gizemli bir şeyi koyusunu izledi. Kadın ondan her şişenin ağzına bir balon geçirmesini istedi. Şarap yapıyorlardı ve balonların kontrol edilmesi ve patlamalarını önlemek için, biriken gazın düzenli olarak serbest bırakılması gerekiyordu. Bay Houghton'ın ücretinin bir bölümü nakitle değil alkolle karşılanıyordu. Adam Mildred'in babasının ve rahmetli kocasının başlattığı bir geleneği sürdürmesi için onun uzmanlığına güveniyordu. Kadının bu işi üstlenmeye bir diyeceği yoktu. Aborijinler şarap içeceklerdi. Gidip bir yerlerde sarhoş olacaklardı, onun için bu işi yapanın kendisi olması bir şey farketmezdi, böylelikle satışlardan gelecek kazancı kasabadaki başka birisinin yerine kendisi elde edebilirdi. Mildred, Beatrice'i düş kırıklığına uğratmıştı çünkü kız içkinin insanları kurşunlardan daha hızlı öldürdüğünü biliyordu, ama elinden bir şey gelmiyordu. Yaşam böyleydi. Beatrice bir sabah gün doğmadan önce, açık kapıdan 191 dükkanın arka tarafına giren Bill tarafından uyandırıldığında, neredeyse bir yıldır Mildred McCreary için çalışmaktaydı. Adam ona acele etmesini ve ona anlattığı çöl kabilesinin koşucusunu görebileceği büyük sığır çiftliğine gitmesini söyledi. Saat erkendi; Beatrice Mildred'ı uyandıramazdı. Dükkanı açmak için zamanında geri gelebileceğini biliyordu, onun için üzerine bir etek ve buluz giydi ve dışarı çıktı. 192 Şimdi resmi olarak Jeff Marsh olarak tanınan Geoff, sekiz yıldır ölüm cezasını bekliyordu ve tüm temyiz davaları sonuçsuz kalmıştı. Geoff, gardiyanlar bir Salı sabahı, onun haberi olmaksızın hücresine gelip ellerini ve ayaklarını zincirleyerek onu hapishane müdürünün bürosuna götürdüklerinde sert, ama ölüme terkedilmiş bir adamdı. Orada, ağaçtan panellerle döşenmiş büroda, hapishane müdürü uzun siyah deriden koltuğunda oturarak ayakta durmakta olan mahkuma bir resmi belge okudu. Ölüm cezası şartlı tahliye olanağı olmayan ömür boyu hapis cezasına çevrilmişti. Bu, bir şoktu. Geoff ölümle ilgili düşünceleriyle yüzleşmişti. Marshall'lardan nefret ediyordu, onların dininden nefret ediyordu, ama yıllar boyu duyduğu tüm vaazları düşünerek saatler geçirmişti. Geoff cennet ve cehennem, on emir, İsa ve şeytan üzerine düşünmüştü. Bunlardan hiçbiri onun içini rahatlatmıyordu. Ortada yanıtlanmayan çok fazla soru vardı. Şimdi hapishane müdürü ona ölmeyeceğini söylüyordu. Yaşamaya devam edecekti. Bir kafeste kilitli olarak, zor durumda kalmış 193 Mario Morgan birisi olmaya devam edecekti, ta ki yaşlı, çok yaşlı bir adam haline gelinceye kadar. Bu haber tedirgin ediciydi. Geoff ne hissettiğini bilemiyordu. İçindeki bir şey ferahlamış bir başka şeyse korkmuş, şaşırmış ve çökmüştü. Sonraki haftalarda, ayrı bir bölüme konulmuş olan ölüm cezasına çarptırılmış mahkumların tümü, yeniden diğer mahkumların arasına alındı. Hapishanede geçirdiği yıllarda, Geoff başka birisiyle aynı hücrede kalmamıştı. Şimdi onu, kendisine Shorty diyen bir adamla aynı hücreye koymuşlardı. Aralarındaki tek ortak nokta yaşlarıydı. Shorty'nin boyu kısaydı; bir altmış boyunda ve altmış kiloydu. Saçlarını hapishane yetkililerinin izin verecekleri kadar uzatıyordu ve bedenine, sahip olduğu dişten daha çok dövme yaptırmıştı. Shorty'nin çocukluğundan başlayan uzun bir suç listesi vardı. Yıllar boyunca araba hırsızlığından, hırsızlıktan, kumar ve fuhuş zincirinin bir parçası olmaktan ve şimdi de cinayete teşebbüsten tutuklanarak beş kez hapishaneye girip çıkmıştı. Konuşmayı çok
seviyordu. Öte yandan, Geoff nadiren konuşuyordu ve günlerce hiçbir konuşmaya katılmamaya alışmıştı. Shorty, Geoff'tan korkuyordu. Bu kadar sessiz kalan birisine güvenmiyordu. Geoff, Shorty'nin sürekli gevezelik ederek kendisini delirteceğinden emindi, ama yalnızca birkaç hafta sonra birbirlerine alışmış gibi görünüyorlardı. Shorty hücre arkadaşına bir arabayı kontağına kısa devre yaptırarak nasıl anahtarsız kullanabileceğini, çeşitli kasaları nasıl açacağını ve at yarışlarında nasıl oynanacağını anlattı. 194 Sonsuzluğun Mesajı Geoff, Shorty'yi dinledi çünkü onun kendisini dinleyecek birisine ihtiyacı vardı. Shorty'yi dinlerken bu ufak tefek İtalyanın yüz hatlarını inceledi. Bu Geoff'ta, uzun bir süredir kendini göstermemiş olan resim çizme isteğini uyandırdı. Diğer mahkumların kaldığı bu bölümde kağıt ve kalem gibi malzemeleri bulmak daha kolaydı, onun için Geoff zamanını yeniden bir sanatçı olarak geçirmeye başladı. Önceleri tüm resimleri küçük parçalara ayırıp tuvalete atarak sifonu çekiyordu. Bu yeni hobisine gösterilecek tepkinin ne olacağını bilmiyordu. Ama başkalarına dövme yapacak olan mahkumların çizimlere ihtiyaçları vardı. Adamlar ejderha, yılan ya da kafatası resimleri istiyorlardı ve yeni, değişik olan herhangi bir resmi hevesle bekliyorlardı. Geoff kısa sürede kişisel isteklere yaratıcı bir biçimde karşılık verebilmesiyle ünlendi. Aynı zamanda kendisiyle ilgili bir şey de keşfetti. Başkaları için yaptığı her korkunç resim için, anlamlı ve göze hoş gelen bir şeyler çizmek için zaman harcaması gerektiğini fark etti. Bu dengeleme dürtüsünün nereden geldiğini bilmiyordu, ama bu o kadar karşı konulmazdı ki onun varlığını reddedemezdi. Sonunda her iki türden sanat eserlerini de çizmeye başladı. Birisinin pazusunun üstüne mürekkeple işlenecek olan uzun kılıç biçimli dili olan bir canavar yaratabilir ve aynı gün bir mahkumun annesinin doğum günü için göndereceği bir çiçek tarlası çizebilirdi. Geçen yıllar boyunca Geoff'un bir tek ziyaretçisi bile olmadı. Mahkemenin görevlendirdiği yasal danışmanların onunla işi' bitmişti. Hapishane duvarlarının dışında 195 Mario Morgan ailesi ya da arkadaşları yoktu. Hiç mektup almıyordu. Sanki dünyada onun varlığını bilen ya da onunla ilgilenen bir tek kişi bile yokmuş gibiydi, ama o yaşamını dört duvar arasında geçirmeye mahkum edilmişti. Geoff içten içe, bir çölde olsaydı bile bundan daha yalnız olamayacağını düşündüğü halde, içinde bulunduğu durumda elinden gelenin en iyisini yaptı. 196 Beatrice güçlü iş adamı Malcolm Houghton'a ait olan sığır çiftliğini çevreleyen tozlu, kızıl renkli yol boyunca yürüdü. Çitler adamın istediği gibi bakımlıydı ve sürünün neredeyse hepsini yediği ve üzerinde gezinerek çorak hale getirdiği otlaktaki otlar yeniden büyümeye başlamıştı. Esen hafif rüzgar sabahki havayı o kadar mükemmel kılıyordu ki Avusturalya'ya yeni varmış olan birisinin kolaylıkla bugün havanın dünkü kadar sıcak olmayacağını düşünmesine neden olabilirdi, ama Beatrice ayaklarının mevsim değişimlerine karşı sert ve nasırlı hale gelmesine şükrediyordu. Bölgedeki bitkiler son yağmurlardan dolayı yemyeşildi. İleride Houghton arazisinin çitlerinin batı sınırındaki hattın kıvrılarak geçtiği küçük bir koruluk vardı. Ağaçların arasında hareketsiz duran mavi bir şey asılıydı. Beatrice bunun görmeye gittiği kabile koşucusunun bıraktığı bir işaret olabileceğini düşündü. İleriye doğru yürüyerek, mavi görüntüye bunun bir nesne olmadığını ve aslında asılı olmadığını anlayana kadar baktı. Bu aslında sırtını ağacın yüksek bir yerine 197 Mario Morgan yaslamış, bacaklarını sallanan koltukta oturuyormuş gibi bir dalla desteklemiş olan bir Aborijin kadındı. Kadın yalnızca göğsünü dışarıda bırakan açık mavi ekose bir gömlek giymiş ve bacaklarının arasını örtecek bir bez parçası sarmıştı. Beatrice kendini tutamayıp gülümsedi. Bu tebessüm kızın yüzüne sıcak
ekmeğin üzerinde eriyen yağ gibi doğal bir biçimde yayıldı. Yukarıda oturmuş olan kadın sırıtınca, çocuksu bir sevinçle ön tarafındaki bir dişi eksik olan bir ağız göründü. Kadının ırmaklarda-ki cilalanmış taşlar kadar parlak olan koyu renk gözleri, Beatrice'inkilere benziyordu, ama elli yaşındaki kafasındaki grileşmekte olan, sessiz ve hevesli bir evet, evet, edasıyla aşağı yukarı sallanan bir yoyo topuna benzeyen saçları, Beatrice'in omuzlarına kadar uzanan koyu kahverengi kıvırcık saçlarına hiç benzemiyordu. Genç kız kadını öğrenmiş olduğu kabilelerin dillerinden birinde selamladı ve bir yanıt bekledi. Beatrice bunu birkaç kez daha tekrarlardıysa da bir yanıt alamadı, kadın yalnızca gülümsemeye ve kafasını sallamaya devam etti. Beatrice'in üçüncü girişiminde kadın kendi yerli dilinde "Bugündeyiz!" dedi. Beatrice hemen kendini ona tanıttı ve konuşmaya başlamak için girişimde bulundu, ama ufak tefek kadın beklenmedik bir hareket yaparak oturmakta olduğu ağaçtan aşağı indi ve yavaşça oradan uzaklaşmaya başladı. Kadın bir elli beş boyunda kısa biriydi ve kısa kalın bacakları onun küçük ama güçlü ve kaslı bedenini destekliyordu. Houghton çiftliğinden, yakındaki topluluktan uzaklaşıyor, tüm bitkilerin giderek seyrekleştiği ve yerini Avusturalya kıtasının ortasındaki 198 tümüyle boş olan topraklara bıraktığı çöle doğru gidiyordu. Kadın arkasına dönmeden, sanki geniş araziye sesleniyormuş gibi İngilizce olarak, "Gidiyoruz!" dedi. Beatrice onu şaşırmış olarak, "Bekle," diye yanıtladı. "İngilizce biliyor musun?" Kadın olduğu yerde durdu ve arkasına dönerek, "Evet, ben de kentte yaşamıştım. Ama şimdi buradan ayrılmalıyız, benim ülkeme gitmeliyiz. Halkımız senin yardım yakarışlarını duydu. Sen çok soru soruyorsun. Biz sana yanıtlarını bulmanda yardımcı olacağız. Gel, gidiyoruz!" dedi. Sonra yeniden yürümeye başladı. Beatrice çölde yaşayan kadının bir gün geleceğini umuyordu, ama her nasılsa ikisinin birlikte kasabaya gideceklerini, kendisinin Mildred'a hoşçakal diyeceğini ve eşyalarını depoya koyacak birisini bulacağını düşünmüştü. Sonra, tüm hazırlıklar tamamlandığında, kabilede yaşayan kadını izleyerek kendi asıl ülkesine gidecekti. Olaylar onun planladığı gibi olmuyordu. Beatrice eteğindeki çiçek desenine baktı ve kafasındaki uzak bir dosya çekmecesinden yıllardır düşündüğü bir soru çıkıp geldi, soru bir kimsenin dünyadaki son günüyle ilgiliydi. Yaşamlarının son gününün sabahı uyandıklarında, farklı bir şey hissedecekler miydi? İçinde ölecekleri giysileri giydiklerinde, gelecekle ilgili herhangi bir kuşku duyacaklar mıydı? Beatrice bugün ölmeyecekti, ama kesinlikle büyük bir kapıyı kapatmaktaydı. Her nasılsa sorunun yanıtı kendiliğinden zihninde beliriverdi. Kız kendi kendine, hayır, dedi, bir günün senin son 199 günün olduğunu ve yaptığın en iyi planı bile uygulayamayacağını bilemezsin, ama olanları kabul edecek bir tutum içine girebilirsin. Bunun sonucunun iyi olabileceğine inanabilirsin! Beatrice on altı yıl boyunca bir kiliseye ait öksüzler evindeki ailesiz, geleneksiz, bireysellik olmaksızın, kurumda yetişen birçok küçük Aborijin kızdan biri olarak geçirdiği yaşamdan başka bir yaşamı tanımamıştı. Ondan sonraki dört yılı akıl danışacak, rehberlik edecek biri ya da bir sırdaşı olmadan, ne aramakta olduğunu bilmeden bir şeyler aramakta olan genç bir kadın olarak geçirmişti. Beatrice hayatını, hiç kimsenin çocuğu olmayan kayıp bir insan olarak yaşamıştı. Bu gün tüm bunların bittiği gündü. Bugün içinde onun sonunda birilerine ya da bir şeylere bağlanabileceği ve kendisini gerçekten ait olduğu yerde hissedeceği bir umut ışığı varmış gibiydi. Beatrice çölde yaşayan ve oradan ayrılmakta olan kadının arkasından kendisini duyabileceği kadar yüksek bir sesle, "Bekle, geliyorum. Evet, beni bekle, geliyorum, " diye bağırdı. İkisi birlikte, kız sessizliği, "Senin ülken ne kadar uzakta? Ne kadar yolculuk yapmamız gerekiyor?" diye sorarak bozana kadar, yaşli kadın önde genç kızsa onun biraz arkasında, konuşmadan yürüdüler.
Kadın işaret parmağıyla ileriyi gösterdi, sonra parmağını kapadı, yeniden işaret etti, parmağını geri çekti, sonra bir kez daha ileriyi işaret etti. Üç bir şey. Bu üç kilometre olamazdı, üç gün olmalıydı. Günler boyu ORHAN KEMAL İL HALK KÜTÜPHANESİ 200 sonsuzluğun iVIesajı yürümek bir sorun değildi. Beatrice son yıllarda sokaklarda ve kentin dışında yürümek için yeterince zaman geçirmişti. Beatrice kadının gideceği yönü biliyor olmasına şaşırmıştı. Görünürlerde gidecekleri yönü kesirebilecek-leri hiçbir işaret yoktu ve her şey birbirine benziyordu. Toprak kırmızımsı gri renkteydi, çalılıklar soluk yeşil renkten koyu yeşile kadar değişen renkler taşıyordu, kayalar toprakla aynıydı ve arada bir gördükleri yalnız bir sürüngen, ortama o kadar iyi uyum sağlıyordu ki, varlığını sadece dışarı çıkan gözlerinden anlayabiliyor-lardı. Sığır çiftliği gözden kaybolduğunda, Beatrice tüm yön hissini kaybetmişti. Kafasından geçen düşünceyi dile getirdi: "Ne yöne gittiğimizi nereden biliyoruz?" Kadın bu soruyu eliyle yaptığı bir işaretle yanıtladı, parmakları kapanmıştı, başparmağı yeri serçe parmağıysa gökyüzünü gösteriyordu. Beatrice bu işareti, ya da kadının neden konuşarak onun sorularını yanıtlamadığını anlamamıştı. Bu belki de kadının gökyüzündeki bir şeyi ve yerdeki bir şeyi izlediği anlamına geliyordu, ama bu önemli değildi. Beatrice için bildiği her şeyden uzaklaşmak rahatlatıcıydı. Tenekeden evleri daha da geride bıraktıkça kız olması gereken yerin oralarda bir yer, ileride bir yer olduğunu daha da iyi anlıyordu. Attığı her adımda orayı bulacağından daha da emin oluyordu. Otuz dakika sonra kadın durdu, Beatrice'e dönerek, "Burada anamıza, toprak anaya teşekkür edeceğiz. Bedenimiz ondan yapılmıştır. O bize yiyecek ve besinlerimizi verir, bize ilaç sağlar ve bizi gözyaşlarıyla 201 iYiano jıorgan temizler. Biz onun kollarında uyuruz. Bizler öldüğümüzde, o bizim kullanılmış olan kemiklerimizi atalarımızın bedenleriyle ve henüz doğmamış olanlarla birbirine karıştırmak için kabul eder. Bu bizim ondan almış olduğumuz ve artık işe yaramayan bir şeyi ona geri verme zamanımızdır," dedi. Kadın toprakla konuştu, onu açmak için izin istedi. Sonra dizlerinin üstüne oturdu ve kazmaya, kumları eliyle çıkararak bir delik açmaya başladı. "Yardım edebilir miyim?" Kadın kafasını olumlu anlamda sallayarak yanıt verdi. Beatrice onun karşısına oturdu ve ikisi birlikte kumları kazdılar. Sonunda kadın düğmesiz ekose gömleğini çıkardı ve onu çukura koydu. Sonra kalçasına sardığı bezi çıkardı ve onu da çukura bırakarak ayağa kalktı, ucunda deriden bir kese bağlı olan ipten örülmüş bir şerit kalçasında asılı duruyordu. Kadın keseyle ilgili bir şey söylemedi ve sıra sende, dermişçesine Beatrice'e baktı. Kilise okulundaki tüm vaazlar, çıplak insan bedeniyle özdeşleşmiş tüm utanç ve sıkıntı duygulan Beatrice'in kafasına üşüştü. Yalnızca biraz tereddüt ettikten sonra, Çiçek desenli eteğini ve bulüzünü çıkarıp çukura koydu. Kadın yeniden toprakla konuştu ve ikisi çukuru doldurup toprağı düzlerken renkleri gözden kaybolan elbiselere teşekkür etti. Kadın son olarak dudaklarını büzdü ve kumluk yere üfleyerek ellerinin ve dizlerinin yerde bıraktığı tüm izleri sildi. Oranın kazıldığını gösteren hiçbir iz kalmamıştı. Kadın Beatrice'e dönerek, "Diğerlerine katıldıktan ve halkımın, Gerçek İnsanlar 202 sonsuzluğun Mesajı kabilesinin geleneklerini öğrendikten sonra kendini bu kadar rahatsız hissetmeyeceksin," dedi. Beatrice, "Ama senin üstünde elbiseler vardı!" diye karşılık verdi. "Evet, o düşünce biçimine saygı göstermek gerek. Ona katılmıyoruz, ama onu eleştirmiyoruz. Onun yerine gözlemliyoruz. Bazen, havanın soğuk olduğu yerlerde, bu gereklidir, ama giysiler insanlar arasında daha az değil daha fazla yargılama ve ayırıma yol açıyormuş gibi görünüyor. Eminim birisini hakkında dış görünüşüne bakarak karar vermenin ne kadar yanıltıcı olduğunu fark etmişsindir; kişi
gördüğün görüntüdekinden çok farklı olabilir. Benim anladığım gibi, sen de, gruplar utanca neden olmadıkça utanç duyma diye bir şeyin olmadığını göreceksin. Eğer etek ve buluz giymeye devam etseydin bu yalnızca senin, kendini bizim bir parçamız gibi hissetmeni isteyen bir klanın içinde bir yabancı gibi hissetmene neden olacaktı." İki kadın yürümeye devam ettiler. Beatrice kendi kıtasındaki hayvanların ve sürüngenlerin birçoğunun zararsız olmasından memnunluk duyuyordu. Burada insan yiyen, büyük kaplanlar ya da ayılar yoktu. Bunun yerine, kemirgenlerden bir altmış boyunda olanlara kadar her boyda zıplayan kangurular, dünyaya dokunmanın harikalığını göstermek dışında hiçbir şey yapmıyormuş gibi görünen koalalar ve görkemli tüyleri ve uçmadan koşarak ulaştığı hızla emular vardı. Tabii ki, bazı zehirli yılanlar vardı, ama Beatrice'in içi rahattı çünkü yol arkadaşının onlara karşı ne yapmayı 203 Mario Morgan bildiğinden emindi. Bodur çalılıkların ve arasıra görülen ağaçların arasında saatler boyu yürüdüler. Sonunda, günün ilerleyen saatlerinde, kadın yeniden konuştu. "Eğer bu bizim iyiliğimizeyse, bugün yeniden yemek yemeliyiz, onun için Birliğin bize ne armağan sunacağı gözleydim. Unutma her adımda görülebilecek bir şeyler vardır." Kadın eliyle yerdeki, Beatrice'in konsantre olduğunda zar zor görebildiği, küçük izleri göstermeye başladı. Yerde pençe, sürtünen karın, hızlı sıçrama, yavaş yürüme izleri, aç, yorgun, yaşlı ya da genç yaratıkların izleri vardı. Sapları gün boyunca gördüklerinden daha kalın olan, uzun, yeşil benekli yapraklı bir bitki öbeğine rastladılar. Kadın durdu ve bitkiyle konuştu. Öne doğru eğilerek, bitkinin bir parçasını kopardı, kırarak içini açtı ve dolgun kahverengi tohumlar ortaya çıktı. Kadın taneleri aynı Beatrice'in bezelyeleri tohum zarfından çıkarmak için yaptığı gibi başparmağıyla çıkardı. îkisi bu küçük ödülü paylaşarak yediler. Ardından, Beatrice için bir parça kırıp ona bunun kabuğunu soymasını işaret etti. Beatrice kadının istediğini yaparken, "Nasıl oluyor da bunları yemenin tehlikeli olmadığını anlayabiliyor-sunuz?" diye sordu. "Değişik bir şeyle karşılaştığında bunun yenilebilir olup olmadığını anlamanın bir yöntemi vardır. Bu koku alma duyusuyla başlar. Yalnızca bitkileri değil, her şeyi koklamayı öğrenmen çok önemlidir. Havayı, suyu, hayvanları, hatta başka insanları kokla. Yeterince karşılaştırma yaptığında, zehirli maddelerin çoğunlukla 204 Sonsuzluğun Mesajı güçlü, kendilerine özgü bir kokusu olduğunu fark edeceksin. Eğer bir bitkide senin tanıdığın bir zehirin kokusu yoksa, bundan sonra bitkinin bir parçasını kırarak bedenine sürtmelisin. Bunun için göz kapakların, burun deliklerinin çevresi ya da kolunun altı gibi duyarlı bir yeri kullan. Herhangi bir acı, rahatsızlık ya da kaşıntı duyup duymayacağını, cildinde şişme ya da su toplaması olup olmadığını görmek için bekle. Eğer bunlar olmazsa, bitkinin tadına bakabilirsin, ama ağzının kenarını ya da üst dudağının altını kullan ve yine bedeninin vereceği tepkiyi bekle. Eğer hiçbir tepki yoksa, biraz daha büyük bir parçanın tadına bakabilirsin. Bitkinin suyunun bir bölümüyle gırtlağının gerisinde gargara yap ve bunu tükür, sonra yine bunu yutmadan önce neler hissettiğine bak. Bu ilk parçayı yuttuğunda, bunun karın ağrısına yol açıp açmayacağına ya da bedeninin seni bu parçayı ağzından geri çıkarmaya ya da altından dışarı atmaya zorlayarak reddedip etmeyeceğine bakmalısın. Bunun senin düşünmeni ya da yürümeni etkileyip etkilemediğini görecek kadar uzun süre bekle. "Tüm yeni karşılaşmalar birer testtir - yiyeceklerle, insanlarla, görüşlerle. Önce her şeyin kokusuna bak. Eğer birisi sana bir şey söylerse, onu kokla, sezgilerini kullan! Eğer kokusu sana iyi geliyorsa, o zaman tadına bakmak için birazını dene, ama bunu her zaman çiğne. Yutmadan önce uzun süre çiğne. Sözcükler bile yutulmadan önce uzun süre çiğnenmelidir çünkü bir şeyi tükürmek, onu bir kez içine aldıktan sonra ondan kurtulmaktan çok daha kolaydır. Eğer sözcükleri kabul edip 205
Mario Morgan içine alırsan ve bu görüş senin için iyi değilse, bu senin için sorunlara neden olacaktır. Bu, sen onu dışarı atana kadar şişliklere, baş ağrılarına, göğüs ağrılarına, karın ağrılarına ve çürüyen yaralara yol açacaktır. Neyse ki, konu yiyecekler olduğunda kusmak ya da ishal olmak ve sorunu çözmek daha kolaydır. Görüşleri ve inançları kafadan çıkarmak bundan daha zordur. Görüyorsun ki bu çölün dışındaki dünyanın yaptığı ve yaşamın büyük bir bölümünün değişikliğe uğramasına neden olan şeyler var. En iyisi bize normal görünen ya da iyiymiş gibi gelen bir şeyin zararsız olduğunu var saymamaktır. "Bizim için en büyük savaşım Avrupalı beyaz dünyanın sözcüklerini ve inançlarını koklamak ve tadına bakmak ve onları kibarca tükürüp atmak olmuştur. Çok az özgür yerli kaldı. Gittikçe daha fazla kabilenin topraklarından göçmeye ve beyazların dünyasında yaşamayı ya da ölmeyi seçmeye zorlanmasıyla onların sayıları da her yıl azalıyor. Aslında beyazların dünyasını kastetmiyorum. Sözlerimi düzeltmeliyim çünkü derinin renginin bununla hiçbir ilgisi yok. Bu düşünme ve yaşama biçimi, değerlerin asıl yasalardan farklı hale gelerek insanları değişime uğratması. Değişime uğrayanlar her renkte olabilir. "Yaşlılarımız buna katılıyor, kardeşim. Senin birçoğumuza uyuduğumuz ya da uyanık olduğumuz zamanlarda, gelen yardım yakarışlarını duyduk. Senin yaşamının bir arayışla geçtiği ve sende birçok kayıp insana kendi yollarını bulmalarında yardım edecek olan önemli yanıtları bulma potansiyelinin olduğu doğru. 206 puiisuzıugıın Mesajı Ama bu, senin için kolay olmayacak. Öğrenmeye hevesli ve içinde bilgiyle doldurulacak bir boşluk olan küçük bir çocuktan farklı olarak, sen şu anda bilgiyle dolusun. Neyi atacağına, neyin yerine başka bir şey koyacağına ve neyi kabul edeceğine sen kendin karar vermelisin. Bunu biliyorum, çünkü bunu ben de yaşadım." Beatrice tohumlardan bir avuç dolusu aldı. Bunların kabuklu yemişe benzeyen tadının keyfini çıkararak her-birini yavaşça çiğnerken besinsel değerlerini merak etti. Yürümeye devam ederlerken Beatrice kadının ona söylediği şeyi çok ciddi bir biçimde düşündü. Beatrice sonunda bir fısıltıdan yalnızca biraz daha yüksek bir sesle, "Bunu yapabileceğimden emin değilim," dedi. "Seni geri götüreceğim." "Hayır, geri dönmek istemiyorum. Yalnızca demek istiyorum ki, elbiselerim olmadan gerçekten çok rahatsız olduğumu söylemeye çalışıyorum. Başkalarıyla görüşmek aklıma geldiğinde, özellikle de erkeklerle ..." Kızın tümcesi sessizliğe karıştı. Beatrice'i düşündüğü yüzünden belli olan kadın, "Bu sorun değil," dedi. "Uygun bir örtü yapacağız. Gerekli olan şeyleri yolculuk yaparken bulacağız ve sana bunun nasıl yapıldığını göstereceğim. Gerçek İnsanlar bazen böyle örtüler kullanırlar. Bunu yapabilirsin. Sanırım yine de eteğini ve bluzunu giymeyince kendini daha rahat hisseceksin. Biz daha rahat ve çok daha az hantal bir şey yapabiliriz. Senin bedenini açıkta bırakmanın utanç veri207 Mario Morgan ci olduğu inancını anlıyorum, ama bu gerçekten de senin öğrendiğin bir tutum." Kadın tüm ağzının göründüğü bir sırıtışla, "Sanırım bir opossum1 derisi harika olacak," dedi. Belki eğer bu düşünceyi buharlara gönderirsek, bu amaç için doğmuş olan bir opossum yolumuza çıkarak bizi onurlandırır." Akşama doğru karşılarına küçük bir akarsu çıktı ve her ikisi de eğilerek sudan içtiler. Tam o anda parlak simsiyah bir kafası ve üzerinde kahverengi çizgileri olan bir piton yılanı kayarak iki yolcunun sağındaki bir kayanın üzerine geldi. Beatrice daha konuşmak için ağzını aça-madan kadın yılanı tam kafasının arkasından yakaladı. Kesesinden taştan bir bıçak çıkaran kadın sürüngenin yaşamına derhal son verdi. Kadın yılanı belindeki kuşağa astı. Hiçbir şey söylemeden yollarına devam ettiler. Güneş ufukta batarken birkaç dakikalığına ara verdiler. Kadın her gün batımının kendini ne kadar görkemli bir biçimde gösterdiğini söyledi. Güneş battığında alacakaranlık çok kısa ömürlü oluyordu; ortalık çabucak karardı. Yıldızlar
gökyüzüne yayılan büyük birer elmas gibi görünüyordu. Kısa bir süre daha yürüdükten sonra kadın yemek yemek ve dinlenmek için duracaklarını söylemek için konuştu. Birlikte, kuru otlardan içinde bir avuç dolusu tavşan pisliği de olan bir yığın yaptılar. Kadın yılanın derisini yüzdü ve onu kesip parçalara ayırarak çalılıklardan • yapılan bir çemberin ortasındaki bir kayanın üstüne 1 Opossum: Keselisıçangillerden Yeni Zellanda, Avusturalya ve Amerika'ya özgü memeli bir hayvan. 208 koydu. Beatrice'in yol arkadaşı kesesinden aldığı iki küçük çakmaktaşı parçasıyla ateşi yakan bir kıvılcım çıkardı. Kadın, "Bu etin içindeki tüm suyu kurutmamalıyız," dedi, "ama bunu ısıtmalıyız yoksa karınlarımızın içinde küçük solucanlar olur." Kadın çembere doğru uzandı, pişirilmiş bir parça yılan eti aldı ve onu Beatrice'e verdi, sonra kendisi için de bir parça alarak, "Bu yılana doğmuş olduğu ve bugün yolumuza çıktığı için minnettarlık duymak bizim geleneğimizdir. Onun ruhu, bedeninin bedenimize katıldığı gibi, bizim ruhumuza katılacak ve biz yaşama birlikte devam edeceğiz," dedi. Et hala biraz nemliydi, hafif sert ve bir hayli de doyurucuydu. Yemeklerini yedikten ve bir süre sessiz kaldıktan sonra, Beatrice kadına, "Senin adın ne?" diye sordu. "Bugün Benala'yım, bu kahverengi ördek anlamına gelir. Bu bizim kendi adlarımızdan bir şeyler öğrenme geleneğimizdir. Biz bilgelik kazandıkça eskiyen adlarımızı bırakır ve düzenli olarak kim olduğumuzu daha iyi tanımlayan yeni adlar seçeriz. Bu yaşamı yaşadıktan sonra, değişime uğramış birisi olarak doğumumda bana bir ad verilmesi ve benden bunu ömrüm boyunca taşımamın beklenmesi bana ilginç geliyor." Beatrice, "Evet," diye yanıtladı. "Bu en azından benim gibi hiçbir zaman soyadı olmayanlar için böyle. Bunun beyaz dünyadaki erkekler için de böyle olduğunu gördüm. Ama beyaz kadınlar evlendiklerinde, 209 juano JHorgan kocalarının soyadlarını alıyorlar, Aynı adı taşıyorlar ve bazen onlara takma adlar ya da asıl adlarının yerine geçen adlar konuluyor. Çoğu kez insanlar bunu sevmeseler ya da senin dediğin gibi bu ad eskise bile doğumda aldıkları adla yaşıyorlar. Bir defasında hükümete gidip para vererek adını değiştirmenin bir yolu olduğunu duymuştum. Arkadaşım bunun komik olduğunu çünkü ailesinin kişiyi ne olursa olsun aynı adla çağırmaya devam ettiğini söylemişti." Benala, "Onları seven insanlar mı?" diye sordu, yanan kömürden gelen portakal rengi ışıkta kadının yüzündeki şaşırmış ifade görünüyordu. Beatrice duraklayarak, "Evet," dedi. "Sanırım onları seviyorlar, yalnızca onları kendi yeğledikleri biçimde çağıracak kadar sevmiyorlar!" İki kadın da güldü, sonra yine sessiz kaldılar. Derin düşüncelerle dolu olarak oturdular. Beatrice bir kömürün yanıp bitmesini izledikten sonra, "Gerçek İnsanların Avrupalıların inançlarını tükürüp atmalarının gerektiğinden söz ediyorsun. Öğretmeye çalıştıkları şeyin yanlış olduğunu nereden biliyorsun?" diye sordu. Benala kaşlarını kaldırdı, iç çekti ve onu yanıtladı: "Bu onlar için yanlış değildi, ama onlar yaşamın yasalarının asla değişmediğinin farkında değilmiş gibi görünüyorlar. Bunlar Sonsuzluğun yasaları. Sanırım yaşamının ilk bölümündeki deneyimlerin senin nelere inandığını belirledi. Daha sonra, inandığın şeyler senin neleri deneyimlediğini ya da olanları nasıl gördüğünü belirler. 210 Her ikisi de bunu gerçek yapmaz. İnsanlar gerçeğin yerine inancı koyma eğilimindedir." "Dediklerini anlamıyorum. Bana bir örnek verebilir misin?" Benala kafasını evet anlamında salladı. "Değişime uğramış olanların, mutantların dünyasında dini bir ilke vardır. Bunu bildiğinden eminim. Bu 'Öldürme,1 der. Bu yeterince açıktır, ama yine de onlar savaşlarda, ulaşımda, yapılan tıbbi deneylerde, kendi mallarını ya da yaşamlarını korurken, kızgınken hatta yalnızca ödeşmek için bile birbirlerini öldürürler. Basit 'Öldürme,' ilkesinin yorumu
kişinin farklı koşullar altındaki düşüncelerini haklı çıkarmak için değiştirilir. Eğer toplum bu biçimde düşünmeyi seçerse bu kabul edilir, ama gerçek 'Öldürme,' değil 'Öldüremezsinî'dir. Bunun koşullarla, izinle ya da yapılmış olan edimlerin incelenmesiyle hiçbir ilgisi yoktur. Sözler gayet açıktır. Öldürmek olanaksızdır. O ruhu sen yaratmadın, onu sen öldüremezsin. İnsan biçimine son verebilirsin, ama bu yalnızca ruhu Sonsuzluğa geri gönderir. Ruhlar durup başlamazlar, onlar süreklidir. Ölüm bir sonuç değildir. Ölüm Sonsuzluk dünyasında değişik bir biçimde var olmaktır. Bir yaşama son vermek kişiye kesinlikle bir sorumluluk getirir; yaşam çok değerli bir deneyimdir. Ama bu sorumluluk Avrupalıların yasalarında anlaşıldığı gibi değildir. Bana birkaç kişinin görüşleri evrensel yasalar olarak tanıtılıyormuş ve milyonlarca insan bunların doğru olduğunu kabul ediyormuş gibi görünüyor. Yaratılışın yasaları zamanla değişmez ve kesinlikle erkek211 ler ya da kadınlar için farklı değildir. Her insana özgür irade armağanı verilmiştir. Bu hiçbir zaman geri alınamaz. Onun için herbirimiz kendi yolumuzda gitmekte, kendi alın yazımızı aramakta, kendi üst benliğimizi keşfetmekte özgürüz. Yaşamında birlikte yolculuk yaptığın grup seni ya olumlu olarak destekleyecek ya da sana sürekli olarak onlara rağmen kendi olumlu düzeyine ulaşman için gereken fırsatları sunacaktır." Beatrice Benala'nın sözlerini, "Bir dakika," diye kesti. "Benim doğumda anne ve babam tarafından terk edilmem ve çocukluğumu bir öksüzler yurdunda geçirmem kendi özgür irademle yaptığım bir seçim değildi." Benala onu, "Eğer buna inanıyorsan, buna inanıyorsun demektir." diye yanıtladı. "Bu onu gerçek mi yapar, yoksa yalnızca senin inandığın şey mi? Sen doğmadan önce, sen Sonsuzluktayken, sana bu insan deneyimine sahip olma fırsatı verildi. Sen annenle babanın içinde bulunduğu koşulların farkındaydın ve yine de bunu kendi aydınlanmanı ilerletmek için harika bir fırsat olarak gördün. Geriye, 'eğer şöyle olsaydı'lara bakıp geçmişi açıklamak için mantıklı ya da akılcı bir neden aramak niye? Bugün yeni bir gün. Biz her yeni gün ileri yürürüz. Bugünün seçimi bugünün seçimidir. Sana geçmişte toleranslı olmayı, sabin, kendini ifade etmeyi, kabul etmeyi, kibarlığı, sevgiyi, dürüstlüğü, bütünlüğü ve bunun gibi şeyleri öğrenmen için birçok koşul sağlandı. Eğer bunları çocukken o öksüzler yurdundaki koşullar altında öğrenmediysen, bunlar yeniden karşına çıkacak, 212 iuesajı seni temin ederim. Eğer bunları öğrendiysen, bu iyi! Durumlar önemsizdir. Önemli olan mezun olmaktır. Şimdi uyuma zamanımız geldi. Seninle daha birçok önemli şeyden konuşacağız." Benala Beatrice'e uyumak için bir yeri nasıl düzleyeceğini ve bedenindeki eğimleri daha rahat ettirmek için toprakta nasıl küçük oyuklar açacağını gösterdi. Benala yattığında neredeyse hemen uyuyuverdi. Beatrice gökyüzüne bakma ve duyduğu şeyleri düşünme isteğine direnemedi, daha sonra sormak için kafasında sorular ve tartışmalar hazırladı. Çoğu üniversite açık havada değildi. Burada sıralar, kitaplar, duvarlarda asılı dereceler, hatta duvarlar bile yoktu, ama bu Beatrice'e kesinlikle yüksek öğrenim yapılan bir yer olarak görünüyordu. Yukarıdaki ani bir parıltı Beatrice'i şaşırttı. Bir göktaşı birdenbire belirdi ve siyah gökyüzü boyunca hızla kaydı. Kız aman, Tanrım, diye düşündü, bunun ne anlama geldiğini bilmiyorum, ama bu anlamlı bir şey olmalı! Sonra, Bu benim inandığım şey, ama bu gerçek olmayabilir! diye düşünerek sessizce kıkırdadı. Bir an için iç huzuru kızın kafasından bedenine yürüdü ve kız derin bir uykuya daldı. 213 Güneş hala dünyanın arka tarafında saklanırken Benala kıpırdanmaya başladı. Gökyüzü koyu mavi renkten üzerinde suluboya pembe ve portakal renklerle yapılmış ince çizgiler olan daha aydınlık bir renge dönüşüyordu. Onun hareketi Beatrice'in gözlerini açmasına ve bir an için nerede olduğunu düşünmesine yol açtı. Kız kazdığı dar uyku çukurunda oturdu ve hala yüzünde ve kollarında duran kumlan sildi.. Beatrice kendi bedeniyle yer arasında hiçbir ayrılık olmaksızın ne kadar da iyi uyumuş olduğuna şaşırmıştı. Beatrice oturduğu yerden, "Günaydın," dedi.
Yanıt, "Sabahın üstü," oldu. İki kadın da güldüler ve Beatrice, "Bu hoş bir yorum. Şimdi sabahın üstü," dedi. "Evet, sanırım İrlanda'lılar böyle söylüyorlar. Bunu ben de seviyorum. Şimdi benim halkım olsa, 'Bugün,' derlerdi." Beatrice "Senin halkının dilinde konuşalım mı?" diye sordu. "Kesinlikle çalışmaya ve pratiğe ihtiyacım var." Benala yanıt vermeden önce gözlerini başka bir tarafa 215 çevirirken yüzünde üzgün bir ifade belirdi. "Bu o kadar kolay değil. Görüyorsun ya, son otuz yılda her şey bir hayli değişti. Bir zamanlar yüzlerce kabile, birçok farklı dil ve her dilin daha da fazla lehçesi vardı. Herkes kendi topraklarını biliyor, diğer ülkelere, onların gelenek ve alışkanlıklarına saygı gösteriyordu, ama yabancıların kontrolü ellerine almalarıyla, şimdi bazı kimseler bizim klanımızı sığınılacak bir yer olarak görüyor. Dilimiz gereklilikten dolayı başka dillerin karışımı olan bir dil haline geldi. Geleneklerimiz bize katılan diğerlerinin geleneklerine saygı göstermek için değişti. Örneğin, bazıları orada bulunmayan birisi hakkında asla konuşmaz, bazılarıysa ölmüş olan birisinin adını asla anmayan bir kabileden geliyor. Tabii ki, biz bu gelenekleri önce onlara hakaret gibi gelen şeyler yaparak öğrendik. Diğerleri sabırlı olarak ve bizim cehaletimizi bağışlayarak öğrendiler. Bugün, senin gibi evlenmemiş bir kadından söz etmenin altı ya da yedi farklı yolu var. Sanırım en iyisi bizim İngilizce konuşmamız; gerekli sözcükleri ileride gerek duydukça öğreneceksin." Benala yeniden yere eğildi ve kumdan yaptığı uyku tulumunu eski haline getirdi. Beatrice onun yaptığını yaptı ve bıraktığı izleri kapatmanın göründüğü kadar kolay olmadığını anladı. Beatrice kafası sorularla dolu olarak, "Neden uzun süre önce o kadar çok kabile vardı?" diye sordu. "Sanırım bu doğanın işi. İnsanlar çoğaldıkça aralarında derin dostluklar kuruldu. Öncelikle yiyecekten dolayı, dostlar herhalde birlikte gezinmeye ve her iki 21G 11 sonsuzluğun Mesajı tarafın da kabul ettiği bir biçimde yaşamaya başladılar. Ama değerler, inançlar ve törenler ülkenin bir yerinden diğerine bazı farklılıklar gösteriyordu." Önceki günkü yemekten arta kalan yılan derisi, yakındaki bir çalılığın üstüne asılmıştı. Benala onu aldı ve belindeki kuşağa asarak yola çıkmaya hazırlandı. Sonra ayağa kalktı, ayakları biraz açık, kollan yukarıya kaldırılmış olarak, sessizlik içinde güne bir şeyler söyledi. Sabah ayininin sonunda, Benala yeni yol arkadaşına baktı. Hiçbir yorumda bulunmadan, yanyana yürüyerek, yola çıktılar. Bir kadın daha önce birçok kez geçtiği yerlerden tekrar geçiyordu; diğeriyse tümüyle yeni bir dünyaya adım atmıştı. Bu sabahki yürüyüşte yoğun çalılıklar olan ve eğilip altlarından geçmeleri için bazen dikenlerle kaplı yeşil dallan yollarından çekerek ilerlemeleri gereken bir yerden gittiler. Dikenli dallarla boğuşurlarken Beatrice arkadaşına ciddi bir soru sordu. "Benala," dedi, "sence neden bizim ırkımız burada on binlerce yıldır yaşadığı halde bir alfabe ya da yazılı dil geliştirmedi? Ben kültürümüzü onun entellektüel açıdan az gelişmiş olduğunu söyleyenlere karşı savundum. Bunun nedenini biliyor musun?" İki Aborijin kadının daha yaşlı olanı, "Evet," yanıtını verdi. "Bunun bedeli çok yüksekti! Bizim halkımız, esir aldıkları kişileri okuma-yazma öğrenmeye zorladıkları binalara koyan İngilizlere, onların daha önce öleceklerini 217 ?l ¦ftiano iuorgau söylediler. Bedel çok yüksekti! Onlar yitip giden anılarının bedelini ödemeden öleceklerdi. Bizim çocuklarımıza, bir öğrenciye, bir bilgi verildiğinde, bu bir tek öğretmen tarafından yapılmaz. Bu, bir grup öğretmenin olduğu bir toplulukta yapılır. Böylece hiçbir şey unutulmaz, hiçbir şey eklenmez ve hiçbir kimsenin yorumu bir gerçek olarak öğretilmez. Biz şarkı ve
danslardaki müziğin içine yerleştirilmiş tarihi öğreniriz, bu, değişime uğramış dünyada ABC'nin müzikli bir ritimle öğretilmesinden çok farklı bir şey değildir. Yazıya dökülen şeylerin yıllarca değişmeden kalması çok enderdir. Halkımız geçmişte kafadan kafaya ve kalpten kalbe sessiz iletişimi kullanırlardı. Benim kabilemin bu yeteneği kaybetmediğini göreceksin, ama bu hiçbir şey saklamamak ve yalan söylememek üzerine kuruludur. Bir şeyi yazıya döktüğünde, onu anımsamana gerek kalmadığına inanma eğilimi gösterirsin, çünkü ona daha sonra bakabilirsin. Yazık ki, bu zihni tembelleştirir. Senin gücün bir kağıt parçasına devredilmiştir. İnsanlar dün ne yaptıkları ya da ondan önceki gün ne yedikleri gibi en basit şeyleri bile anımsayamazlar. Yazmayı seven kişiler etraflarına bakarlar ve kendilerini toplumlarındaki başka kişilerle karşılaştırırlar ye insanların belleklerinin zayıf olmasının normal olduğu sonucuna varırlar. Bu, bu bir gerçek mi yoksa yalnızca bir inanç mı, sorusuna dayanır." Benala sırıttı ve açılan ağzında kendiliğinden kar beyazı renkte olan dişleri görünürken sözlerine devam etti. "Halkımızdan yüz yaşında olanlar elli yaşında sahip olduklarının iki katı bilgiye sahiplerdir. Biz 218 Sonsuzluğun Mesajı bilgiyi yazılı olarak aktarma yoluna nadiren başvurduk. Bizim için bu ne gerekliydi ne de uygundu. Bu birçok kültürde işe yarar, ama bu bir daha az ya da daha iyi olma meselesi değildir. Sen eğitim gördün ve yazılı sözcüklerin değerini ve tehlikelerini biliyorsun. Benim halkımla birlikte yaşadığında, yaşamı çok farklı olarak göreceksin. O zaman kendin karar verebilirsin. Biz binlerce yıldır mesaj sopalarımızın üzerine simgelerle yazılan yazıyı kullandık ve gelecekteki yolculara notlar ilettik. Bizim mağaralarda ve koyaklarda kaydedilmiş bir tarihimiz var, ama bizim halkımız her zaman yaşamlarını maddi şeylere değil ruha dayalı olarak yaşadı. Biz doğayı ya da unsurları kontrol etmeyi ya da kendimizi üstün insanlar haline getirmeyi asla düşünmedik. Dünya evrimini henüz tamamlamadı. İnsanın buradaki en iyi yaratık olduğuna karar vermesi akla uygun bir şey değil. Bitkiler hala uyum sağlıyorlar, hayvanlar hala gelişiyorlar ve insanların ruhsal farkındalıklarının eşyalara verdikleri önemi yakalaması için katetmeleri gereken uzun bir yol var. Biz bunun yerine, kendi yolumuzu geliştirdik, çünkü bizim isteğimiz uzun ömürlü olmak ve tüm yaşamın uyumlu olması. Beatrice, şundan eminim ki bir gün kendi halkını koruma gereği duymayacaksın ve bizlerin birer Aborijin olmakla ne kadar şanslı olduğumuzu gerçekten anlayacaksın." Beatrice, "Evet," dedi. "Sanırım insanların çiftçi, tüccar ve avukat olmadıkları, onun yerine sanatçı, şair, müzisyen ve büyücüler olduğu bir kültür olmak anlamlı bir şey. Haklısın. Bizim kendimizle gurur duymak için 219 Mario Morgan birçok nedenimiz var!" ¦ Çalılıkların arasından uzanan bir kaya yığınındaki oyukta yağmur suyu birikmişti. Burası tüylerle doluydu ve koyu renkli sıvıda yüzen iki kuş cesedi vardı. Benala kurumuş yılan derisini kuşağından aldı ve suyu eliyle ileri geri hareket ettirerek biriken pislikleri temizledi. Suyu piton yılanının derisiyle aldı ve Beatrice'e suyu süzerek içmesini söyledi. Sonra rolleri değiştiler ve lider damla damla akan süzülmüş suyla susuzluğunu giderdi. Beatrice'le Benala dinlendikten sonra yeniden yürüdüler ve kısa bir süre sonra yeşil-sarı renkli küçük bir kuş sürüsü üzerlerinden geçti. Aynı türden kuşların uçtuğunu ya da tek başına yakındaki bir dala konmuş olduğunu gördüler. Benala gözleriyle bir kuş yuvası aradı. Kadın bir yuva buldu, oradan bir yumurta aldılar, diğer iki yumurtayı yaşamın sürmesi için orada bıraktılar. Benala yumurta kabuğunun ucuna bir delik açtı ve için-dekinin birazını ağzıyla emdi. Sonra onu bitirmesi için Beatrice'e verdi. Benala boş yumurta kabuğunu aldı, etrafını yapraklarla sardı ve onu belindeki keseye koydu. Akşam olduğunda yetişkin mavi dilli bir sürüngen önlerinden geçti ve böylece o günkü besinleri tamamlanmış oldu. O gece ikisi parlak gökyüzünün altında otururlarken, Benala yol arkadaşına yeni bir ad düşünmesini önerdi. "Eğer bu adınla rahat hissediyorsan onu kullanabilirsin ya da başka bir
şey seçebilirsin. Hiçbir sınırlama yok. İstediğin herhangi bir adı alabilirsin." 220 sonsuzluğun iviesajı "Peki ya ben bir adı kullanmak istersem ve bir başkası benden önce o adı almışsa?" "Bu sorun değil. Bu değişik insanlar için değişik şeyleri simgeler. Senin dünyanın seni belirli bir adla çağırmasını istersin. Bu ad sana ruhsal yolunun bu bölümünde dikkatini vermeni gerektiren özel bir konuyu anımsatır. Örneğin benim adım, kahverengi ördek anlamına gelen Benala, bu adı yaşamımın büyük bir bölümünde fazla ciddi olduğum için seçtim. Derslerle oyunlar arasında bir denge olmalı. Ben ördeklerin yiyecek aramak, tehlikeden kaçmak ya da kendilerini izleyen birilerini etkilemek için değil, sadece zevk için uçmalarına, havada süzülmelerine hayranım. Ben zamanımı pek böyle geçirmiyorum ve daha fazla süzülen bir kişiliğe sahip olmak üzerinde çalışıyorum!" Benala gözlerini kırpıştırdı ve sözlerini bitirirken kaşlarını kaldırdı. Beatrice onu, "Bunu düşüneceğim," diye yanıtladı. O gece Benala arkadaşına yakındaki bitkilerin yapraklarını kullanarak bir uyuma yeri hazırlamayı öğretti. Yaptığı uyuma yeri rahattı. Gündoğumu yeni bir sabah ayinini beraberinde getirdi. Onlar ilerledikçe bölge biraz değişiyordu ve bitkilerin arasındaki mesafe artıyordu. Bitkiler Benala'nın bir yeraltı nehrinin olduğunu söylediği yerde daha yoğunlaşıyordu. Düzenli aralıklarla durarak Benala'nın kesesine koyduğu kuru yaprakları ve kurumuş böğürtlenleri topluyorlardı. Böğürtlenleri ararken opossumu 221 Mario Morgan gördüler. Bu büyük, şişman, gri bir yaratıktı, orada oturmuş sanki iki bacaklıların gelmesini bekliyormuş gibi bir yaprağı kemiriyordu. Benala eline büyük bir kaya aldı ve onu tüm gücüyle hayvana atarak hayvanın hemen ölmesini sağladı. Kadın, hayvanın bedeninin alt tarafını kesip iç organlarını çıkarırken ona minnettarlık sözcükleri söyledi. Beatrice Benala'ya hayvanın cesedini taşımayı önerdi. O da sessizce opossumun ruhuna teşekkürlerini sundu. Öğleden sonra Benala Beatrice'i büyük bir su yatağına götürdü. Dibi kayalık olan bu su yatağındaki, yeraltı kaynağından sürekli olarak çıkan su damlalarının oluşturduğu su o kadar berraktı ki, suyun dibine bakıldığında doğanın yarattığı, mozaiğe benzer biçimler görülebiliyordu. Su yatağının tam kenarında, suyun yoğun bir bataklığa benzeyen arazi parçasına doğru aktığı yerde, sanki içlerinden onları yukarıda tutan uzun sazlar geçiyormuş gibi görünen kahverengi sosis biçimli bitkiler vardı. Benala bu uzun bitkileri ve bir kucak dolusu yeni, taze filizi toplarken Beatrice eğilerek sudan içti. Birkaç metre ötede, doğadaki biçimlerin bir parçası olmadığı belli olan geniş düz bir kaya duruyordu. Bunun üzerinde rengi daha koyu- olan düzgün ve oval bir taş vardı. "Bu kaya, bir sunak gibi, bu ülkede yaşayanlar tarafından toz öğütmek için kullanıldı. Bugün bizler hala bu kayayı yemeklerimizi öğütmede kullanıyoruz ve böyle yapmakla ruh enerjimizi bu yere katmış ve onu hala burada olan ruhlarınkiyle değiş tokuş etmiş oluyoruz." 222 sonsuzluğun Mesajı Benala. çantasındaküeri dışarı çıkardı: böğürtlenler, yapraklar ve yumurta kabuğu. Teker teker hepsini ezerek toz haline getirdi. Karışıma hamur haline gelene kadar su damlaları ekledi. Sazları örerek bir kap yaptı ve hamuru bunun içine koydu. Benala etrafı temizleyerek eski haline getirirken, "Bunu daha sonra yiyeceğiz," dedi. Onlar yürürlerken gün yavaşça geçti ve gittikleri yol azaldı. Benala kesesinden uzun bitki yapraklan alarak konuşurken onları ördü. Beatrice, "Gerçek İnsanlar kabilesinde kaç kişi var?" diye sordu. "Şu anda on dokuz. Sen yirminci olacaksın. Ama bu sayı sık sık değişir. Herkesle aynı anda karşılaşmayacaksın. Artık bir zamanlar yaptığımız gibi birlikte yaşamamız mümkün olmuyor. Bir yerde on dokuz kişiye yetecek yiyecek bulunmuyor. Daha da önemlisi, eğer hepimiz birlikte görünürsek yakalanma tehlikesi var.
Sayımız az olduğunda kaya ya da ağaç kütükleri gibi görünerek gözden kaybolabiliyoruz. Bunun şu anda bizim için en iyi şey olduğuna karar verildi." "Neden sayı değişiyor?" "Çünkü üyelerin birçoğu seninle benim gibi. Onlar başka bir yerden gelen mülteciler. Kiliselere ait, yemek ve tütünün bedava olduğu ve kimsenin senden bir şey yapmanı beklemediği kamplar var. İlk esir alınanların şimdi orada doğan çocukları ve torunları oldu. Tüm kabile gelenekleri yasaklandı. Küçük kasabalar ve büyük kentlerin dışında da yaşam var. Hükümet onlara para 223 juano juorgau bağışında bulunmaya başlıyor ki, insanlar birkaç şey alabilsinler, bu onlar için çok baştan çıkarıcı bir şey. Ama bu, her ikisi de uzakta olan iki dünya arasında yaşanan kayıp bir yaşam. Birkaçı bizi bulur; bazıları bizimle kalarak onlara destek olmamızı ister. Biz yaşamlarımızı elimizden geldiği kadar olumlu yönlendirmek için enerjimizi koruruz." O akşam kamp yapmak için durduktan sonra çok küçük bir ateş yaktılar. Benala ateş yanıp beyaz bir kömür haline gelene kadar bekledikten sonra, belindeki keseden tohum tozundan yaptığı kekleri çıkardı ve onları ısıttı. Yemek hazır olduğunda ikisi de bitkiyle doldurulmuş birer sandviç yediler. Benala, "Burada senin kullanacağın bir şey var," dedi. Bütün akşam yanan ateşin başında üzerinde çalıştığı projeyi Beatrice'in uzattığı eline koydu. "Daha sonra, sana derilerden benimki gibi bir tane yapmayı öğreteceğim, ama bu şimdilik işimizi görür." Beatrice Benala'nm yaptığı taşıma kesesine daha yakından baktı. Bu harika bir buluştu. Karelerden yapılmıştı ve bir cüzdan kadar küçük olacak biçimde katlanabiliyordu. Gerektiğinde, açılarak gittikçe daha da büyüyordu, taa ki bir alışveriş çantası boyuna gelene kadar. Beatrice, bir de -insanlar kentte yaşamıyorsan senin eğitimsiz ve sanatsallıktan uzak olduğunu düşünürler; dünyanın bu tür dehadan haberi olmaması çok yazık, diye düşündü. Beatrice Benala'ya sevgiyle, "Çok teşekkür ederim," dedi. "Kendimi daha iyi hissetmeye başlıyorum." Benala opossumu eline aldı. Kafasını kestikten sonra, 224 Sonsuzluğun Mesajı derisini yüzdü. Etini ateşin üstüne postunu da yere koydu. Kesesinden çıkardığı bir kazıma aletini kullanarak, postun yüzeyindeki yağı ve diğer dokuları temizledi. Benala hayvanın kafatasındaki beyni çıkardı ve Beatrice'e bunun birkaç gün sonra kuruyacak olan postun içine sürülmesi gerektiğini söyledi. Kadın gün biterken, "Örtünü bitirdiğimizde, kendini evindeymiş gibi rahat hissedeceksin!" dedi. Beatrice gülümsedi ve kendi kendine, şimdiden kendimi evimdeymiş gibi rahat hissetmeye başladım bile ve artık sürekli olarak evsiz olacağım, diye düşündü. 225 Birlikte geçirdikleri dördüncü, besinci ve altıncı günde, Beatrice güneş çıkmadan önce uyandı ve artık yapması gereken şeyleri biliyordu. Önceki gece hazırlanan uyuma çukurunu doldurarak kumun yüzeyini düzeltti. Dudaklarını büzüştürüp insanların bıraktığı türden tüm izleri üfleyerek sildi. Benala kısa bir süre sonra ona katıldı. Her iki kadın da sabahı selamladılar ve bu selamlamayı, günü Birliğe adayarak bitirdiler. Beatrice şimdi o gün yollarına çıkacak her şeyin-her yaratığın, her insanın, hatta hava durumunun bile-var olmasının kendine özgü bir nedeni olduğunu anlamıştı. Onun amacı olup bitenleri anlamak değil, bunları kabul ederek saygı göstermekti. Avusturalya'nın vahşi doğasındaki yaşam karmaşık değildi. Bu, Büyük Ruh'un amacına saygı duymaktan ibaretti. Beatrice sazdan örülmüş kuşağı ve yol arkadaşının kendisine verdiği keseyi aldı ve bunları üzerine geçirdi. Bunlar şimdi bedeninin önünde ve arkasında iki parça halinde asılmakta olan opossum postunun üstünde duruyordu. Beatrice'in göğsü çıplak kalmıştı, ama bu 227 Mario Morgan onu rahatsız etmiyordu. Kız kafasını silkeledi ve saçlarını parmaklarıyla taradı. Son birkaç gündür rüzgarın kafasına getirdiği kumlar geceleri kafasına
giren kumlarla birleşmişti. Beatrice bunları ne zaman ve nasıl temizleyebileceğini bilmiyordu, onun için işini kafasını silkeleyerek görmeliydi. Benala'nın yaptığı gibi yaparak, iki parmağıyla başparmağını bir araya getirdi ve ağzına biraz kum koydu. Kumu tükürmeden önce onunla dişetlerine masaj yaptı ve dişlerini ovaladı. Ağzı temizlenmişti. İki kadın birlikte önceki gece kamp ateşi yaktıkları alanı düzeltti ve düz arazide yürümeye başlamadan önce orayı eski haline getirdiler. Havada hafif bir esinti vardı, esinti o kadar latifti ki insan bunu yaramazca yanağına üfleyerek onun dikkatini çekmeye çalışan bir sevgili sanabilirdi. Uzaktaki mavi gökyüzü kızıl kahverengi topraklarla karışıyor, net bir çizgi oluşturuyordu. Uçsuz bucaksız düz arazinin birbirine benzeyen görünümleri ve az sayıdaki bitkiler dört bir yanda hep aynıydı. İki kadın kıtanın büyük kırmızı ya da gri kanguruların yaşaması için fazla kuru ve çıplak olan bir yerine gelmişlerdi. Zıplayan yaratıklar yalnızca çeşitli çöl kemirgenleri ve gittikçe artan tavşanlardı. İki saat boyunca yürüdükten sonra bodur çalılarla dolu bir yere geldiler. Benala, "Burada bekleyeceğiz," dedi. "Burası iki ülkeyi birbirinden ayıran şarkı hattının olduğu yer. Burasıyla şimdi benim halkım ilgileniyor, ama ben seni getirdiğim için, burada durarak girmemize izin verilmesini bekleyeceğiz." İkisi orada sessizce oturarak beklediler. 228 Sonsuzluğun Mesajı Beatrice, "Birisinin bizim burada olduğumuzu keşfetmesi ne kadar sürecek?" diye sordu. Yanıt, "Bunu şimdiden biliyorlar," oldu. Beatrice, kaşlarını şaşırmış bir ifadeyle çatarak, "Nasıl bilebilirler ki?" diye sordu. "Biliyorlar!" Genç kentli, sorularını, "Ne yapmamız gerekiyor? Yola ne zaman devam edebileceğimizi nasıl bileceğiz?" diye sürdürdü. Kadından, "Göreceksin," yanıtı geldi. Beatrice hevesle, "Biz beklerken lütfen bana halkımız üzerine bir şeyler anlat," dedi. Benala içini çekerek söze, "Peki," diye başladı, "Aborijin halkı doğanın çocuklarıdır. Toprak bizim anamızdır ve biz ona zarar verecek ya da ona s'aygısızlık olacak hiçbir şey yapmayız. Bizler gökyüzüyle, yıldızlarla, güneş ve ayla bağlantılıyız. Tüm yaşamla bir akrabalığımız var-hayvanlar, kuşlar, bitkiler; burada, cennette doğmuş olmaktan memnunuz. Burası binlerce yıldır gerçekten de bir cennetti. Burada yaşayan insanlar yakında sıradağlar olan, suları altın beyazı kumların ve görkemle kıvrılan mavi dalgaların olduğu bir kıyıda denize dökülene kadar küçük çayları besleyerek verimli vadilere dönüştüren tembel şişman bir yılan gibi akarak yükseklerden aşağıya inen bir ırmağın olduğu bir yerde yaşamaktan memnundu. Halkımızın bu ülkenin her kıyısında sahip olduğu ve Avrupalıların soğuk, nemli, kasvetli bir yerden gelerek Sydney, Brisbane, Adelaide ve 229 Mario j>lorgan diğer kentlerinde olmasını istedikleri şeyler bunlardı. "Bizler ülkemizi terk etmeye zorlandık ama Aborijinler vahşi insanlar değildir. Savaşçı olmak, ödeşmeye çalışmak bizim doğamızda olmayan şeyler. Biz göze göz, dişe diş, diye düşünen bir kültürden gelmiyoruz, bunun tam tersini düşünüyoruz. Bizim tarihimizde dünyadaki başka herhangi bir ırkmkinden çok daha az saldırganlık bulunur. Birisi toplum tarafından kabul edilemeyen ya da şiddetle dolu bir şey yaptığında, 'kemikle gösterme1 denilen yönteme baş vurulurdu. Kötülüğü yapan kişi duyduğu suçluluk ve vicdan azabından dolayı ortaya çıkan kendi kendine yarattığı psikolojik hastalıktan rahatsızlanır ve bazen ölürdü. Bizim hiçbir zaman hapishanelerimiz, giyotinlerimiz, insanları kurşuna dizen idam mangalarımız, hatta polis rolü oynayan kişilerimiz bile olmadı. Sonra, seksen yıl kadar önce, hiçbir zaman bize bir şeyler sağlamaya çalışmayan bir hükümeti kuran yabancılar, bizim kendi kendimizi yönetmemize karşı çıktılar. Aramızda bir anlaşma yapılmadı. Gerçekte, tüm Avusturalya'nın resmi sisteminin üzerine kurulduğu belgeler kıtada kesinlikle insan yaşamı
olmadığını bildiriyordu. Bir milyon insan yok sayıldı. Bizler çok barışsever insanlar olduğumuz için, kültürümüz hızla yok oldu. "Barışseverliğimizin büyük bir bölümü, sanırım çocukları büyütme biçimimizden geliyor. Bizde istenmeyen hiçbir çocuk yoktur. Biz hem karının hem de kocanın çiğnediği, hamileliği önleyen bir bitkiyi kullanırdık. Bizim planlanmış anne babalığımız çok farklıydı çünkü 230 uuuniu.iugi.ui doğmamış olan ruh kontrol altındaydı. Ruh insan deneyimi okuluna girmek istediğinde, o bu arzusunu bildirirdi. Tüm toplumumuz o ruhun gelişini beklerdi. Klandaki tüm diğer çocuklar onun erkek ve kız kardeşleri olurdu, tüm kadınlar ikinci birer anne ve tüm erkekler ikinci birer babaydı. Çocuklar asla ilgiden ya da sevgiden yoksun kalmazdı. Her biri cesaretlendirilirdi ve onlara değer verilirdi. Çocuklar üç ya da dört yaşlarına kadar annelerinin memelerini emerlerdi ve onları besleme zevki çok sayıda kadın tarafından paylaşılırdı. "Görüyorsun ya, biz tüm bebeklerin, cinsiyetleri ne olursa olsun, birçok yeteneğe sahip olarak doğduklarını biliyoruz. Tüm insanlar yaşamda birçok harika şey yapabilme yeteneğiyle doğarlar, bizler nadiren bunların tümünü keşfedebilecek kadar yaşarız. Herkes bir şarkıcı, dansçı, sanatçı, sağaltıcı, öğretmen, lider, palyaço, masalcı ve başka pek çok şeydir. Buna inanmayabiliriz, bunların bir bölümüyle ilgilenmeyebiliriz, ama bu, yeteneklerimizi eksiltmez. Bu yalnızca kendimizin o yanını tanımadığımız ya da onu değerlendirmediğimiz anlamına gelir. "Sanırım Aborijinlerin ırksal ayırımı anlamaları bundan dolayı çok zor olmuştur. Biz bir insanı diğerinden daha değerli görmeyiz. Bizim klan ve kabilelerimizde, insanlar yapmayı sevdikleri şeyleri yaparlar, bunu çok etkileyici göründüğü için ya da özel bir ödül için yapmazlar. Herkes içinden gelen şeyle katkıda bulunur ve onların her birine samimice teşekkür edilir, onun için kabul ediliyor ve değer veriliyor olma duyguları 231 karşılıklıdır. Bizim sözde liderliğimiz bile temelde gönüllü olarak yapılır ve çoğu kez dönüşümlüdür. Yaşlılarımız deneyimleri nedeniyle daha bilge olan saygıdeğer yaşlı kimselerdi. "Tabii genelleme yaparak konuştuğumu unutma. Yüzlerce kabile vardı ve dünyanın her yerindeki topluluklarda olduğu gibi, bunların yaşam biçimleri arasında da farklılıklar bulunuyordu. Ben anne babamla büyük anne ve büyük babalarımın hangi kabileden geldiklerini bilmiyorum. Sen ve ben çalınmış, doğumda ailesinden koparılmış çocuklardan oluşan bir nesiliz. Sanırım sana da doğumunun ayrıntılarıyla ilgili hiçbir bilgi verilmemiştir. " Beatrice kafasını sallayarak onu doğruladı. Benala sözlerine, "Kişisel olarak benim için," diye devam etti, "iki toplumu, yani değişime uğramış kentle bizim burada çöldeki kaçak dünyamızı, karşılaştırarak anladığım en önemli şey, benim insan deneyimini yaşamakta olan bir Sonsuzluk ruhu olarak rolümü anlamak ve yargılamakla gözlemlemek arasındaki farkı görmek oldu. Bir kentte büyüdüğümden bana her şeyi yargılamam öğretildi: insanları dış görünüşleriyle yargılamam, eşyaları değerleriyle yargılamam, günü hava durumuna göre yargılamam, sağlığı çekilen acının düzeyiyle yargılamam. Dünya birbirleriyle asla tam olarak anlaşamayan uzman yargılayıcılarla dolu. Sonunda herkes edimlerini belirleyen temel inançlarda kendi eşinden, ailesinden ve arkadaşlarından ayrılıyor. 232 "Burada çölde gözlem yapmayı öğrendim. Yargılama doğru ya da yanlış olanın ne olduğuna karar vermek ya da yanlış olandan daha doğru olanı bulmak demektir. Bir şeyleri yargıladığında, bu otomatik olarak kendini eşitliğin diğer tarafına yerleştirir. Aynı zamanda bağışlayıcı olmayı da öğrenmelisin. Yargıladığın zaman, sonuç olarak eşit ölçüde zamanı bağışlayıcı olarak harcamaksın, yargıladığın her bir ana karşılık bağışlayıcı olduğun bir an olmalı. Eğer bunu sağken yapmazsan, bir başka zaman yaparsın. "Gözlem, işe yüzde yüz farklı bir bakış açısıdır. Gözlem yaptığında bağışlama adımına gerek kalmaz. Tüm insanları insan deneyimi okulunda yolculuk yapmakta olan Sonsuzluk ruhları olarak görürsün ve tüm ruhların onlara Yaratan tarafından
verilmiş özgür irade armağanına sahip olduklarını anlarsın. Bir başka deyişle, senden farklı insanlar hatalı değillerdir. Onlar yalnızca farklı ruhsal seçimler yapmaktadır. "Bedenimiz her yanımızla bağlantılı olan beş duyuya sahiptir, onun için gözlem gözlerle, burunla ya da herhangi bir duyuyla yapılabilir. Her birimiz bizim için neyin doğru olduğuna karar vererek olumlu bir yolculuğu desteklemeye yardımcı olmalıyız. Bunun karşılığında, karşımıza çıkan herkese yardımcı olmakla sorumluyuz. Örneğin, bizim kabilemiz, modern değer sistemini yargılamak yerine, onu gördüğünü söyleyecektir ve bu durumda bizim için gördüğümüz şey reddettiğimiz bir şeydir. Senin ve benim için, bizler o diğer dünyayı tattık ve o dünya bize yürüdüğümüz yolda destek vermiyor. 233 JT1.CU 1U Biz o düşünce biçimine saygı gösterdik ve ondan uzaklaştık. Biz onu yanlış, sorumsuzca ya da bencilce diye yargılamıyoruz. Bunun yerine yalnızca olan bitenleri gözlemledik ve onun bir parçası olmak istemiyoruz. Bu karışık bir konu çünkü Birlik bilinciyle ilgili, ama kabilenin diğer üyelerinin yanında bunun üzerine daha fazla konuşabiliriz. "Benim halkıma 'Karoon,1 adı verilir, bu ilk, orijinal, değişmemiş, Birlik'te düşünen ya da gerçek gibi anlamlara gelir. Ben Gerçek İnsanlar kabilesi diyorum. Avrupa tipi toplumdan değişmiş, Birlik'te düşünmeyen, farklılaşmış ya da değişime uğramış, Mutant, olarak söz edilir. Benala dişlerini göstererek gülümsedi ve gülerek, "Bu bir yargılama değildir; bir gözlemdir," diye ekledi. Tam o anda açık düzlükten dalgalar halinde garip bir vızıltı sesi gelmeye başladı. Sesin perdesi yüksekten basa kadar değişiyordu ve insanı ürküten bir çeşit inleme biçiminde devam ediyordu. Beatrice, "Bu ses de neyin nesi?" diye sordu. Benala işaret parmağını dudaklarının üstüne koyarak ona susmasını işaret etti. Kadın, sesler durana kadar dikkatle dinledi ve sonra konuştu. "Bu sesler halkımızdan geliyor, bize gelebileceğimizi söylüyorlar. Şimdilik sen onların grubunun dışında kalacaksın. Onlar çok, çok eski bir iletişim yöntemini, bir ipe bağlanmış özel bir tür düz tahta parçasını kullanıyorlar. Bu havada döndürülüyor ve seslerle sözcükler oluşturarak mesaj gönderiyorlar. Bu ses burada, açık havada uzak mesafelerden duyulabiliyor ve kafadan kafaya ya da kalpten kalbe konuşmanın 234 Sonsuzluğun Mesajı mümkün olmadığı yerlerde çok işe yarıyor." İki kadın yeniden yürümeye başladılar ve bir yerde yemek yiyip su içmek için durdular. Benala Beatrice'i küçük bir bitki öbeğinin olduğu bir yere götürdü. Kadın dizlerinin üstüne çöktü ve topraktan bir delik açmak için izin istedi, delik derhal koyu renkli bir suyla doluverdi. Benala sonra suyla konuştu ve onu içmek için izin istedi. Her ikisi de avuçlarıyla bir kap yaparak suyu minnettarlıkla içtiler. Beatrice çölde her gün su bulunmasının kesin bir şey olmadığını anlamaya başlıyordu. Benala iki bitki yığınını topraktan çıkardı, birini yol arkadaşına verdi ve bitkiyi yemeden önce köklerindeki toprağı nasıl temizleyeceğini ve bitkinin sapının en körpe yerini nasıl yiyeceğini gösterdi. Kısa bir dinlenmeden sonra yollarına devam ettiler. Otuz dakika sonra o gün gördüleri en büyük toprak yığınıyla karşılaştılar. Benala, "Bizi yığının öbür tarafında, gölgede bekliyorlar," dedi. Beatrice onların nasıl birileri olduğunu merak etti: bunlar birçoğu kenti görmemiş olan ve yakalanmaktan kurtulabilmeyi uman yerliler miydi? Tüm yaşamlarını, doğumdan ölüme kadar, hiçbir modern araç gereci kullanmadan geçiren sözde ilkel insanlar mıydı? Kendi anne ve babası, kilise okulunun sürekli olarak onun kafasına sokmaya çalıştığı gibi aptal, dinsiz ve insanlıktan uzak kişiler miydi, yoksa Benala'nm anlattığı gibi zeki ve barışsever kişiler mi? Tepenin öbür tarafında ne bulacaktı, buraya geldiği için üzülecek miydi? Beatrice yürürken sonunda kendilerine doğru gelen küçük bir 235 ¦inano jıorgan nokta görene kadar içinde bulunduğu durumu düşünmeye devam etti. Nokta kendilerine yaklaştığında, bunun bir Aborijin kadını olduğunu gördüler.
Kadının üzerinde yalnızca sıcak bir hoşgeldin gülümsemesi ve örgü bir kordonla beline asılmış olan bir kese vardı. İnce uzun boynunun üzerindeki yumuşak ve kahverengi, kırışıksız teni onun genç olduğunu gösteriyordu. Benala'yla kız birbirlerine yaklaşana kadar gittikçe daha da hızlandılar ve sonunda genç kız koşmaya başladı. Benala kıza sarılırken, "Bugün," dedi. Diğeri de, "Bugün," diye karşılık verdi. Kız Beatrice'e dönerek, "Sen bize geldin. Umarız aradığın şeyi bulursun. Gel, seni diğerlerinin yanma götüreyim," dedi. Üçü sessizlik içinde yanyana yürüdüler. Toprağın yüzeyinde büyük bir yükselti oluşturan kayalık yüzey, gürültü çıkaran ıslak kumları havada savuran kasırgaları durduruyordu. Üçü toprak yığınının etrafına dolaşırken, boş kalmış bir alan, bir sığmak gördüler; orada yerde dört kişi oturuyordu, iki kadın ve iki erkek. Adamlardan birinin uzun beyaz saçları ve saçlarına uyan uzun bir sakalı vardı. Adamın görünüşü o kadar yumuşak ve nazikti ki kente gitseydi ona kesinlikle Noel Baba derlerdi. Diğer adam daha gençti. Saçında onu kafasına sıkı sıkıya tutturan bir tür sicim vardı. Yüzü inceydi, kollan neredeyse bir kuşunki gibiydi, ama bedeni güçlü ve kaslı görünüyordu. İlk kadının yaşını tahmin etmek zordu. Kadın gözlerinin ve ağzının 236 oonsuzmgun .mesajı çevresindeki birçok derin kırışıklık nedeniyle yaşlı görünüyordu, ama saçlarında grilik yoktu. Diğer kadının saçları kar beyazı renkteydi. Sağ kulağının üstünde, dikkat edilmeden bakıldığında, inatçı saçlarının bir parçası sanılabilecek küçük bir kuş tüyü vardı. Göğsünün üstüne beyaz çizgiler çekilmişti ve alnında benekler vardı. Genç kız yanlarına gidip onların karşısına otururken dördü de gülümsediler ama yerlerinden kalkmadılar. Benala gidip genç kızın yanına oturmadan önce Beatrice'e, "Burada bekle. Onlara katılmak için seni yanlarına davet etmeleri gerekiyor," dedi. Beatrice gruba katılmayı hak etmek için ne yapmış olduğunu düşünürken güneşin altında ayakta durup bekledi. Son dört gün Beatrice'in yaşamının ilk yirmi iki yılından çok farklı geçmişti. Beatrice yolculuğu kolaylaştıran yeni arkadaşını çok seviyordu. Onun yaptığı açıklamaların birçok soruya yanıt olmasından hoşlanmıştı, ama hala rahatsızdı. İçten içe Beatrice kendine gerçek halkıyla ilgili keşfedeceklerinin ileride açtığına pişmanlık duyabileceği bir Pandora'nın kutusu olabileceğinden korkuyor olduğunu itiraf etti. Atalarıyla gurur duymayı, onları savunmayı, onlarla övünmeyi o kadar da ümitsizce istiyordu ki, ama şu anda bunların olacağından hiç de o kadar emin değildi. Bu insanlar yeni birisini kendi aralarına kabul eden birileri gibi görünmüyorlardı! 237 Bedeni boyanmış ve saçında tüy olan kadın ayağa kalktı, sonra birkaç metre ötedeki düz bir yere giderek çömeldi ve avuçlarıyla taşları temizleyerek kumda yaklaşık olarak bir metreye bir metrelik bir yer açtı. Sonra sığınağa geri döndü, kısa sivri bir sopa aldı ve oturduğu yere dönmeden önce onu Benala'ya verdi. Benala sopayı güneşin aydınlattığı yere getirdi. Onu Beatrice'e vererek, "Kumdaki boş yeri kullanarak bir resim çizer misin," dedi. Yabancı, "Neyin resmini?" diye sordu. Benala'nın yanıtı, "Bu insanların görmesini istediğin herhangi bir şey," oldu. Beatrice, "Ama ben resim çizemem ki," diye ısrar etti. "Tabii ki çizebilirsin. Herkes çizebilir. Endişelenme. Sadece elinden gelenin en iyisini yap. Haydi, bir resim çiz." Beatrice çok şaşırmıştı. Onların ne çizmesini bekledikleri ya da neyi istedikleri konusunda hiçbir fikri yoktu. Bu bir sınav mıydı, oyun muydu, yoksa bir şaka mıydı? 239 jVlarlo Morgan Beatrice'in harekete geçmesini beklerken hepsi de ciddi görünüyorlardı, Hepsi de hoş ve arkadaşça görünüyordu ama kesinlikle ciddilerdi. Arkadaşı ona, "Bir resim çiz," demişti, "Sadece elinden gelenin en iyisini yap." Onun için Beatrice
sopayı eline aldı ve kafasında bir şey olmaksızın bir daire çizmeye başladı, sonra onun üstüne daha küçük bir daire çizdi ve buna çizgiler ekledi. Beatrice ortaya hiç de sanatsal olmayan bir kanguru resminin çıktığını gördü. Resim tamamlandığında Beatrice ayakta durdu ve özür dilercesine izleyenlere dönerek, "Resim çizme yeteneğimi hiçbir zaman geliştirmedim! Üzgünüm," dedi. Altı kişilik grup, bir sıra halinde, çocuksu kanguru resminin çevresinde dolaştılar ve ona iki kez baktılar. Sonra oturdukları yere geri döndüler. Benala Beatrice'e dönerek gelip onun yanma oturmasını söyleyene kadar birkaç saniye için aralarında sessizce fısıldaştılar. Benala, "Grubumuza hoş geldin," dedi. karşısında oturan insanı tanıştırarak, "Bu Apalie, Su İnsanı," dedi. Benala sonra ak saçlı kadını göstererek, "Wurtawurta, Süslü Tüy," diye devam etti. Adamları işaret ederek, "Bu Mitamit, Ruh Rüzgarı Koşucusu," dedi, sonra ak sakallı adamı göstererek, "ve Googana, Yağmur Adam," dedi. "Bizi karşılayan kişinin adı Karaween, Kırmızı Sepet Yapıcı." Benala sonra Beatrice'e dönerek, "Senin kim olduğunu biliyorlar, ama bunu onlara kendin söylemelisin," dedi. Kız gruptakilere, "Benim adım Beatrice ve ben de tıpkı Benala gibi doğumumda anne ve babamdan 240 sonsuzluğun .Mesajı çalındım, size kim olduğumu öğrenmeme yardım etmeniz için geldim," dedi. Grubun tüm üyeleri kafalarını anlayışla salladılar. Googana, Yağmur Adam, kendi yerli dilinde konuştu ve Beatrice onun söylediklerini bir hayli iyi anladı. "Senden bir resim çizmeni istedik çünkü bu bizim sorulmamış sorularımıza verilecek birçok yanıtı açığa vurur. Eğer bir ziyaretçi dağlar ve ağaçlar çizerse, o kişi bizim ülkemizi gelip geçeceği bir yer olarak görmektedir. Eğer resimde gökyüzü varsa, bu karşımızda bizim evrendeki kendimize özgü yerimizin daha fazla farkında olan ve bir süre burada kalabilecek birisi var demektir. Sen çizmesi sana kolay gelen bir kanguru çizdin, bu kanguruyla ve onunla ilgili her şeyle bir ilişkin olduğunu gösterir. Biz kanguruyu ayak izlerini çizerek resmederdik, onun için senin büyük şeyler düşündüğünü ve gözlemlediğini biliyoruz ve sana ayrıntıları ve ayrıca görünmez olanı görmeyi öğreteceğiz. Senin aradığın gerçekler çok özel ama tüm insanlara uygulanabilecek şeyler." Gruptakiler birkaç saniye daha oturdular, sonra birer birer ayağa kalktılar. Herkes üzerinde oturarak bozduğu yeri temizledi. Beatrice, Benala'nın kendi yaptığı resmi sildiğini gördüğünde, ona orada bulunan taşlan eski yerlerine koyarak yardım etti. İşlerini bitirdikten sonra, yedi gezgin açık arazide sessizce yürümeye başladılar. Duyulan tek ses ayak sesleri ve ara sıra karşılarına çıkan küçük bir yaratığın saklanmak için koşarak kaçarken çıkardığı seslerdi. Beatrice yaşamında şu anda hissettiği gibi hissettiği bir başka an olduğunu anımsamıyordu. Bu 241 neredeyse bir uyuşmuşluk hissiydi. Zihninin içinde bulunduğu durum beklentiyle rahatlamanın garip bir karışımıydı. Bunu anlamak onun için zordu. Beatrice, belki de, diye düşündü, huzur hissi böyle bir şeydir, bir tür hiçliktir. Genç Kara ween, Kırmızı Sepet Yapıcı, sessizlikte sol kolunu sanki bir müziği yönetiyormuş gibi hareket ettiriyordu. Beatrice genç kadına soru sorarcasına bir ifadeyle baktı. Kız, "Biz birlikte sessiz bir şarkı söylüyoruz," dedi. Benala, "Gerçek İnsanlar kabilesinin aralarında kullandıkları ana iletişim yöntemi telepatidir," diyerek araya girdi. "Buna kafadan kafaya, kalpten kalbe konuşmak denilir. Zamanla, sen de buna katılabilir hale geleceksin, ama bu çalışmayı gerektirir. Senin durumunda sanırım, bende de olduğu gibi, öğrendiklerini unutmak çok önemli." Gruptakiler belirli bir düzen olmaksızın yürüdüler. Kimse grubun lideri seçilmemişti. Yanlarında ateş yakmak için bir sopa taşımıyorlardı. Bu mevsimde günlük kamp ateşini yakmak için gereken kuru çalı çırpıyı bulmak zor bir şey değildi. Daha sonra yanlarında sudan korudukları yanan bir kor taşımalarının gerektiği mevsim gelecekti, ama o gün, o gökyüzünün altında değil. Batan güneşe doğru giderlerken, yumru kökleri besleyici olan tatlı patatesler ve yaprak ya da sapları yenilebilir türden başka bitkiler topladılar. İki yılan, iki tavşan ve bir sürüngen de o günkü menüye eklendi.
242 Sonsuzluğun Mesajı Gruptakiler yemek yiyeceklerdi, ama birlikte değil. Her biri ellerine yiyecek geçtikçe bunları yediler. Sabahın ve akşamın erken saatlerinde ve karanlık bastırdıktan sonra, çöldeki canlıların birçoğu kendilerini gösteriyordu. Yemek bulma işi doğadaki atış, hedefi vurma, acı vermeden öldürme yeteneklerini geliştirme ve koşma, bakışları yoğunlaştırma, konsante olma yeteneklerini mükemmeleştirme olarak görülüyordu. Tüm çocuklar büyüme çağlarında hayvanları, böcekleri ve kuşları izleyerek saatlerce zaman geçiriyorlardı. Onların seslerini öğreniyorlardı ve bu seslerin her birini taklit edebiliyorlardı. Bir iguananın diliyle avlanmasından, büyük kanguru ve küçük kanguruların yaptıkları uzun sıçrayışların değişik biçimlerine, vombatla2 opossumun yürüyüş ve ileri atılmalarına kadar pek çok hareketi yapabiliyorlardı. Onlara tüm yemeklerdeki insan ve yaşam gücünün birbiriyle karışarak yemekte bir hale gelmesi için bunların ruhlarının birleşmesinin gerektiği öğretiliyordu. İnsana yaşamını sürdürme armağanını veren yeryüzünün kutsallığı her avcının ve toplayıcının zihninde bulunan en önemli şeydi. Beatrice herkesin ne kadar da fazla bilgiye sahip olduğu görmekten hayrete düşmüştü. Onlar neyin yenilebileceğini, bunun mevsim ve hava koşullarına göre nerelerde bulunabileceğini, bitkilerin içindeki zehirli kimyasal maddeleri çıkararak nasıl zararsız hale getirileceğini ve bazı durumlarda, zehirin daha sonra ilaç olarak kullanılmak için nasıl kurutulabileceğini biliyorlardı. Hayvanların hareket ve 2 Vombat: Avustralya'ya özgü keseli bir hayvan 243 ¦ftiarıo morgan sesleri geceki şarkı ve dansların içine katılmıştı. Bunlar daha sonra yiyecekleri kendilerine çekmek için gerçek bir manyetik yem olarak kullanılıyordu. Hayvan ya da bitkinin yaşamı onu alan kişide yaşamaya devam edecek olan yaşamsal güç karşılığında veriliyordu. Bu saygıya dayalı ve çok anlamlı bir sistemdi. Her şeyin saygıya değer, olumlu bir amacı vardı ve koşullar bunun tersini gösterdiğinde bile bu asla akıldan çıkarılmazdı. Çıplak bir ortam gibi görünen bir yerde, toprağın üstünde ve altında, suda, gökyüzünde, kuş yuvalarında, deliklerde, yaşayan ve ölü ağaçlarda, termit yuvalarında ve mağaralarda besinler bulunuyordu. Tüm yiyecekler rica ederek istenilir, beklenilir ve minnettarlıkla alınırdı. Yiyeceklerin değeri bilinirdi, ama insanlar bunları elde etmek için çalışmaları gerektiğini düşünmezlerdi. Onlar Büyük Ruhun, bir Tanrısal Gücün, kendi ataları yoluyla konuşup hareket ettiğinin ve bunu yapmaya henüz doğmamış olanlar, doğadaki unsurlar ve tüm yaratılış yoluyla da devam edeceğinin her an farkındalardı. Dünya ve yaşamın tümü kendini mükemmel bir biçimde gözler önüne seriyordu ve her şey bilmecenin vazgeçilmez bir parçasıydı. Beatrice'in anladığı - bilgiyle Gerçek İnsanlar kabilesinin yaşadıkları bilgelik arasında önemli bir fark vardı. Googana'ya, Yağmur Adam'a göre, bilgi eğitimdi, deneyimden, bir öğretmenin derslerinden ya da değişime uğramış olan dünyada olduğu gibi kitaplardan ve onların buldukları diğer modern buluşlardan gelebilecek olan bir öğrenmeydi. Bilgi, kabilenin kişinin bilgiyi nasıl kul244 lanacağını seçmesi olduğuna inandığı bilgelikten tümüyle ayrı bir şeydi. Belki de bilgelik bir edimi gerektiriyordu ve belki de yapılabilecek en iyi şey hiçbir şey yapmamaktı. Gruptaki en yaşlı kadın olan Wurtawurta, Beatrice'le konuştu. "Birleştirilmiş avuçlardan akan su bilgeliğin olmadığı bir yaşamdır. Su içmek için kullanılan bir kaba konulmuş olan su da farklıdır. Her ikisi de belirli zaman ve yerlerde yararlı ve değerlidir, ama bilgeliğin olmadığı bir yaşam başka bir zaman, başka bir yerde, başka bir düzeyde tekrarlanmaya mecburdur. Çok fazla gerçek kaybedilmiştir. " 245 Bir öğleden sonra, grup yollarına devam ederken Beatrice, Wurtawurta'ya döndü ve, "Sen bu kabilede mi doğdun? Senin hakkında daha fazla şey öğrenmek isterdim," diye sordu.
Kadının nazik, yaşlı yüzünden gelen yanıt, "Benim öykümü mü duymak istiyorsun?" oldu. "Tamam, bunu sana aynı bana yıllar önce anlatıldığı gibi anlatacağım. "Güneşli bir gündü. Kıyıya vuran okyanus altın renkli kumların kenarını her dalgayla soluk alıp veren kabarcıkla dolduruyordu. Balıkçılar elle örülmüş ağlarını sıcak sulara atıyorlardı ve denizden değişik yaratıklar çıktıkça neşeli bağırışlar duyuluyordu. Küçük kahverengi derili oğlanlar ve kızlar suyun kenarında oyunlar oynuyorlardı ve denizden çıkan ödülleri alıp yemekleri yapmak için hazır bekleyen kadınların olduğu kıyıya götürüyorlardı. Üç kadın dışında topluluktaki herkes oradaydı. Kabileye gelen en yeni gelin kıyıdan uzaktaki kutsal bir yerde doğum yapıyordu, annesiyle teyzesi onun yanındalardı. Meyve ve kurutulmuş kaplumbağa yiyor247 lardı, ama doğuma yalnızca birkaç dakikası kalmış olan anne için o gün daha sonra taze balık getireceklerdi. "Doğum zor olmadı. Genç gelin çok sağlıklıydı, kendini ve bebeğini bu doğum için hazırlamıştı. Küçük kız bebek, akrabaları tarafından sevgiyle karşılandı. Yeni büyükanne o gün doğumun ilk işaretleri görülmeye başlandığında hazırlanan yağı ve büyük, kesilmiş yaprakların en yumuşak bölümlerini kullanarak çocuğu temizledi. Bu insanlar arasındaki geleneğe göre, anne ve çocuğu üç gün boyunca yalnız başlarına kalacaklardı, böylelikle yeni babayla topluluğa çocuğun kutsanması için, anneyeyse kendisini arıtıp tazelemesi için zaman tanınmış olacaktı. "Anne ve çocuk taze, yeşil çimlerden oluşan bir yatağın üstünde dinlendiler. Doğumda kullanılan tüm yapraklar bir törenle yakılmıştı. Dumanı iyice siyah hale getirmek için yapraklara bir madde eklenmişti. Bu yakındaki insanlara bunun oraya gelmek için uygun bir zaman olmadığını bildirecekti. Siyah duman ayrıca gökyüzündeki görünmez ataların ruhlarına çocuğun ruhunun güvenli bir biçimde oraya vardığını söyleyecekti. Yeni anne bir gün oruç tuttuktan sonra acıkmıştı, onun için yiyeceklerin ruhuna ve yiyecekleri getiren kadınlara teşekkürlerini sunduktan sonra yemek yedi. "Ertesi sabah anne ve çocuk yüksek okyanus dalgalarının vurduğu küçük bir koydaki kayalıklı bir mağaraya gittiler. Su yavaşça yer altına sızarak çevredeki bitki ve çiçeklerin çok büyümesine neden olmuştu, öyle ki anne gideceği yere ulaşmak için onları aralayarak 248 gitmek zorunda kalmıştı. Kadın orada kendisini yıkadı ve yeni doğmuş olan kızını rahimin dışındaki suyun dünyasıyla tanıştırdı. "Üçüncü günde üç yetişkin kadın yürüyerek, çocuğu çiçek yapraklarıyla dolu bir kabın içinde taşıyarak topluluğun yaşadığı kampa döndüler. Bebeği her iki yanında yaşlı bilge kişiler olacak biçimde oturmuş olan babasına verdiler. Büyükanne bebeğin babasına verilmesini izledi, ama babanın gözlerinin içine bakmamaya dikkat etti. Zaman onlara yapılacak en iyi şeyin kaynanayla damadının birbirlerinin gözlerinin içine bakmamaları olduğunu kanıtlamıştı. Bu artık kabilenin bir ilkesi haline gelmişti. "Bu yeni insan yaşamının kutlanması için bir ziyafet veriliyordu. Genellikle, insanlar çok fazla yemek yemezlerdi; onlar Aborijin ırkının çoğunluğu zayıf ve atletik yapıda olan üyeleriydi, ama o gün özel bir gündü ve bolca yemek vardı. Herkes yemek yedikten sonra, bazıları yemek kaplarını siler ve bulundukları alanı temizlerken, bazılarıysa tüm dikkatin yeniden bebeğe yöneltileceği bir törenin hazırlıklarıyla uğraşıyordu. Bir müzisyen içi boşaltılmış bir ağacı eline aldı ve onun içine üfleyerek monoton bir vızıltı çıkarmaya başladı. Birbirine vurulan sopalar ritmi belirliyordu. Uyluklarına renkli papağan tüyleri yapıştırılmış ve kafalarının üstüne uzun palmiye yapraklan takılmış erkek dansçılar, herkese tüm ruhları yaratan Rüya zamanını anımsatacak olan öyküyü anlatan hareketler yapıyorlardı. Dansçılar ve şarkı söyleyenler birer birer kendilerine düşen rolü oynadılar. 249 Kadınlar içine toz haline getirilmiş deniz kabuğu katıldığı için parlayan beyaz tebeşirlerle boyanmıştı ve çiçek açma mevsimi olduğundan bedenlerine çiçekler takmışlardı. Şarkı ve danslarla anlatılan öyküde başlangıçta, zamandan önceki zamanda, Birliğin Rüyasına kadar hiçbir şeyin olmadığı söyleniyordu. Rüya zamanı
bilinci, özgür irade armağanını alan bir enerji katmanını içine alacak biçimde genişlemişti. Bu o enerji katmanının ve ataların ruhlarının, Rüyanın birlikte yaratılmasına katılmalarına neden oldu. Erkek ve kadın dansçılar dramatik bir biçimde atalarının öğretilerini, hayvan ruhlarını ve yeryüzünün kutsal mirasını betimlediler. Sonunda, bebek bu toplumun bir parçası olmaya hazırdı. Kız tüm öyküyü duymuştu. Kıza her elli yılda bir açan çiçeğin adını vereceklerdi: İndigo. Kızın annesi bu çiçeğin açmasını bekleyerek hep ona bakmıştı ve çiçeğin açtığı gün cenin onun karnında ilk kez olarak hareket etmişti. Annenin karnındaki küçük kelebek çırpınması, ruhun bu nadir çiçekle bir bağlantısının olduğunu gösteren bir işaret olarak kabul edilmişti. "İndigo bu sakin yerde, mevsimdeki değişimler nedeniyle yakındaki dağlarla kıyı arasında gidip gelerek, dört yıl boyunca kalabalık ailesiyle birlikte yaşadı. Her gece ya birisinin göğsüne yaslanarak ya da yanyana yattığı çocuklarla birlikte uyuyordu. Sabah ve öğleden sonraki uykularını gölgede, rüzgar tropikal ağaçların yapraklarını hareket ettirirken ve güneş ışığı saklambaç oynarken alıyordu. İndigo oturup etrafında olan biteni 250 ORHAN KEMAL İL HALK KÜTÜPHANESİ izleyebilecek kadar büyüdüğünde, diğer küçük kızlar otların yapraklarıyla sanki yapraklar birer insanmış gibi oyunlar oynayarak onu eğlendiriyorlardı. Kızlar bir yaprağı normal günlük işlerini yapan bir yetişkinmiş gibi oynatıyorlardı. Mevsimi geldiğinde, çocuklar çiçek açan bir bitkiden yapılan ve dallardan kolları olan oyuncak bebeklerle oynuyorlardı. Diğer mevsimlerdeyse bebekler birbirine insan biçiminde sıkıca bağlanmış ot demetlerinden yapılıyordu. Çocuklardan biri her zaman oyuncak bebekler yerine küçük indigo'yla oynuyordu, onun için indigo her zaman oyuna katılmış oluyordu. Oyuncaklar hiçbir zaman bir tek kişiye ait değildi. Her çocuğun çok sevdiği oyuncaklar vardı, ama her şey paylaşılıyordu ve aralarındaki farkları kendi aralarında çözümlüyorlardı. "İndigo bir yaşına geldiğinde, iki çeşit saklambaç oyunu oynayabiliyordu, bunlardan bir şeyi saklamak diğeri de kendisi saklanmaktı. "Üç yaşındayken yiyecek toplamada ve hazırlamada büyüklere yardım ediyordu ve zamanının çoğunu her tür sakatlık ve rahatsızlık için ilaç toplayıp kurutan büyükan-nesiyle birlikte geçiriyordu. Eğitimi ona anlatılan öykülerden, kabilenin şarkılarından, danslardan ve ayinlerden geliyordu. Dört yaşlarına gelen kadar, oğlanlarla kızlar arasında bir ayrım yapılmazdı. Birlikte oyun oynar, birlikte uyur ve yetişkinlere kendi istedikleri gibi yardım ederlerdi, indigo erkeklerin ve kendinden büyük kızların yapmaktan hoşlandığı, küçük hayvanlara ya da kuşlara tuzak kurma işi için büyükannesiyle birlikte 251 .Mario Morgan olmayı yeğliyordu. Bazen özel bir tıbbi bitkiyi aramak için ikisi kamptan uzaklara giderlerdi, İndigo dört yaşındayken kabusun başladığı günde de böyle bir geziye çıkmışlardı. "Bütün gün boyunca yürümüşlerdi. Büyükannesi çocuk çok yorulup gece uykusuna yatmak istemeden önce geri dönebilecekleri bir hızda yürüyordu. İkisi topluluğa bakan bir bataklığın etrafında yürürlerken büyükannesi, 'Kötü bir şeyler oluyor,' dedi. Her şey çok sessiz, fazla sessizdi. Kuş sesleri duyulmuyordu, havayı ağır bir kan kokusu kaplamıştı ve görülmeyen bir şeyin varlığı neredeyse ona dokunuyormuşcasına hissedilebiliyordu. Büyükanne kötü olan bir şeyleri kollarında ve boynunun arkasında hissedebiliyordu, bu karnında bir şeylerin düğümlenmesine neden oldu. Kadın durdu ve İndigo'ya dönerek, 'Çok sessiz ol, küçüğüm. Benim arkamda dur. Kötü bir şeyler oluyor,' dedi. İkisi kamp alanına yaklaştılar, durgunluk o kadar rahatsızlık verici hale gelmişti ki çocuk bile çok farklı bir şeyler olmakta olduğunu sezmişti. Uzaktan, kumsala doğru giden ve kıyıya çarpan büyük dalgaların durduğunu görebiliyorlardı. Deniz bile soluğunu tutmuştu, derin bir sessizlik içindeymiş gibiydi. "Sonra büyükannesi onları, uzun pantolonlarla ağır çizmeler giyen ve silahlar taşıyan iki beyaz adamı gördü. Adamlardan birisinin kızıl saçları ve uzun bir sakalı vardı, diğeri bir şapka takmıştı, ama kadın adamın şapkasının kenarından dışarı çıkan sarı saçlarını görebiliyordu. İki yabancı konuşurken, şapkalı adam uzun
252 ponsuzıugun J>ıesajı otların arasındaki bir şeyi tekmeledi. Kızıl saçlı adam çalılıkların altına ateş etti. Büyükanne şaşkınlıktan bağırmamak için kendini zor tuttu. Bu onun duyduğu ilk silah sesiydi, ama böyle bir silahın olduğunu daha önce duymuştu. "Zamanın başlamasından beri halkım kuzeydeki topraklara bakmışlardı. Birçok beyaz gelmişti ve zamanla, baştaki arkadaşlık şiddete dönüşmüştü. Sonunda, yabancılarla barışçıl bir biçimde iletişimde bulunmaya çalıştıktan sonra, kabiledeki bazıları kendilerine söz verilen çanta ve tenekelerde getirilen yiyeceklere dayanamamış, yaşamlarını avlanmak ve balıkçılık olmaksızın sürdürmeye başlamışlardı. Bunlar gönüllü olarak yabancıların onlar için kurdukları kamplara taşındılar. Diğerleri, suç işlemekle suçlanarak, hapishaneye atıldıktan yalnızca birkaç saat sonra ölüyorlardı. Geriye kalanlar buraya bakan kişilerin gizemli bir biçimde ortadan kayboldukları kuzeydeki bu topraklara yürüdüler. "Büyükanne çocuğun kafasını tuttu ve onu kendi bacağına yasladı, her ikisi de titriyorlardı. Yavaşça geri geri giderek oradan uzaklaşmaya başladılar, ama kadın beyaz adamların kokularını alabiliyordu ve koku gittikçe güçleniyordu. Büyükannesi indigo'yu kendine o kadar yakın tutuyordu ki, ikisinin kalpleri birbirlerine dayalıymış gibi atıyordu. Adımlar ıslak bir zemine basmıştı çünkü geri geri giderken bataklığa gelmişlerdi. Toprak yerini onların bileklerine kadar gelen yoğun çamura bırakmıştı. Büyükannesi çocuğu kucağına aldı ve 253 Mario Morgan onu bacaklarını kendi belinin sol tarafına dolayacak biçimde tuttu. Kadın, çocuğu kendilerini içine emen yüzeyden çekip alırken, yapışkan çamurdan gelen sesi ve kendilerine doğru yürüyen ağır çizmelerin sesini duydu. Sudaki otlar kadının beline kadar geliyordu, ama bu otlar çok inceydi, görünmelerini önleyecek kadar sık değildi. Kadın artık adımlarını normal atmıyor, ayaklarını suyun altında sanki kayak yaparmış gibi dikkatle kaydırıyordu. Kadın arkasını ayak seslerinin ve alkol, tütün, sarımsak karışımı garip beyaz adam kokusunun geldiği yöne dönmek istemiyordu, ama başka seçeneği yoktu. Nereye saklanabileceğini görmek zorundaydı. Bataklığın bir bölümü bu otlarla kaplıydı, sonra yalnızca suyun olduğu açık bir bölüm vardı. Bunun diğer tarafında kalın bitkilerle kaplı bir yer ve kayalık bir uçurum vardı. İndigo dört yaşındaydı ve yüzebiliyordu, ama büyükannesi onun yüzerken etrafına çok fazla su sıçrattığını ve gürültü çıkardığını biliyordu. Kadının yüzmesi ve küçük kızı çekerek yanında götürmesi gerekiyordu. Kadın acaba İndigo'ya bunun yüzmek yerine sessizce süzülmeleri gereken bir durum olduğunu anlatabilecek miydi? Çamur gittikçe derinleşiyordu, kadınsa yavaş ve zorlanarak hareket ediyordu. Büyükanne çizmelerin yere basarken çıkardığı sesle bir adamın sesini duydu, ama1 onun ne kadar yakında olduğunu anlayamadı. Kadın adamın onları henüz görmediğini anlamıştı çünkü sesinin tonunda bir dalgalanma yoktu. Büyükannesi indigo'nun düşünceli siyah gözlerine baktı. Parmağını dudaklarına götürerek ona sessiz olmasını işaret etti. Sonra çocuğu 254 Sonsuzluğun Mesajı sırtına doğru kaydırdı, indigo koluyla kadının boynuna tutundu ve büyükannesi onun iki ayağını birden tutarak kendi beline sardı. Kadın içinden tekrar tekrar, "Hareket etme, n'olur hareket etme", diye geçirdi. "Kadın suya yüzecek kadar girdi. Kol ya da bacaklarıyla suyun yüzeyine vurmadan, bir kurbağa gibi, diğer tarafa doğru yüzdü. Tutmak için biraz ot koparmalıydım, diye düşündü. Kafamızı gizlemek için. Ama artık çok geçti. Kendilerini çevreleyen bitkilerden uzaktaydılar ve iki insan kafası alacakaranlıkta suda aşağı yukarı hareket ediyordu. Neredeyse diğer tarafa varmışlardı ki sağ taraftan bir bağırma sesi geldi. Büyükanne o tarafa bakarak üçüncü bir beyaz adamı gördü. Kadınla İndigo'-nun arka tarafından, onların suya girdikleri yerden başka gürültüler geldi. Üçüncü adam onları görmemişti, arkadaşlarını görmüştü ve onlara bağırıyordu. Kadın bu yabancı dili anlamıyordu. Sazlığa ulaşmaları için önlerinde yalnızca birkaç metre vardı, ama kadın sudan çıkarak küçük ağaçlardan oluşan bir koruluğa geldiğinde üçüncü adamın kolaylıkla görebileceği bir yerde
duruyorlardı. Adam kafasını çevirirse onları görebilirdi. İndigo'yu uyarmak için zaman yoktu, bir başka plan yapacak zaman da yoktu. Büyükanne suyun altına girdi ve çocuğu kendi önüne çekti. İkisi uzun sazlar ve yabani leylakların arasında sudan çıktıklarında, kadın eliyle indigo'nun ağzını kapattı. Üçüncü adam onları su yüzüne çıkarken çıkardıkları sesi duydu, ama etrafına bakındı ve bir şey göremedi. Adam geniş adımlarla yürümeye devam ederek, çamurlu bataklığın kenarından 255 geçerek arkadaşlarının yanma gitti. "Saklanmakta olan kadınla çocuk kendilerini çevreleyen bitkiler kadar hareketsiz duruyorlardı. Büyükannesi eliyle çocuğun ağzına o kadar sıkıca bastırıyordu ki çocuğun öksürüğü yalnızca yanaklarının şişmesine ve suyun burun deliklerinden dışarı çıkmasına neden oldu. Çocuk acı çekiyordu ve korkmuştu, ama büyükannesi üçüncü adam diğer ikisine katılana ve üçü birden sırtlarını bataklığa dönene kadar hiç kımıldamadı." Kadınla çocuk, arkalarında kanlı bir ölüm kokusu bırakan zalim yabancıların tüm ses ve kokuları ortadan kayboluncaya kadar, iki saat daha bataklıkta kaldılar. Sonunda sudan dışarı çıktılar ve denizden uzaklaşmaya başladılar. Yalnızca birkaç metre yürümüşlerdi ki yerde yatan birisini gördüler. Yürürken büyükannesinin elini tutan İndigo da yerdeki adamı gördü. Adam yüzüstü uyuyor, diye düşündü, ama sonra hala ıslak olan ve adamın ensesinden sızan kanı gördü. İndigo adamın kafasının yanında yabani bitkilerle süslenmiş, ayakları ve ayak bileklerini, üstünde arkadaşlarının birçoğunun taktığı sarı örgülü süsler olan küçük ayakları gördü. Öbür taraftaysa üstü otlarla kısmen örtülmüş, yere düşmüş olan bir bedenin eli duruyordu. Elin üstündeki damarlar belirgindi, bu yaşlı birinin eliydi, büyükannesininkinden bile yaşlıydı. İndigo kendini adamın eline, çocukların ayaklarına ve kanlar içindeki ölü adama bakmaktan alamadı. Kimse ona susmasını söylememişti; ama bir ses çıkarmak olanaksızdı. Bir keresinde yaşlı bir adam 256 Sonsuzluğun Mesajı ölmüştü ve İndigo bedenden ayrılma törenine, ölüm salının yapılmasına ve onun yanan bir meşaleyle birlikte denize bırakılmasına tanık olmuştu. Çocuk ölümün ne olduğunu biliyordu, ama şimdiye kadar bu ona bir sorun değilmiş gibi görünmüştü. Kimse ona acı çekmekten ya da ölen çocuklardan söz etmemişti. Onun buradaki otların arasında gördüğü şey de ölümdü, ama bu çok kötü görünüyordu. "Büyükanne bir karar vermek zorundaydı. İndigo'yu saklayıp geri dönerek diğerlerine ne olduğuna mı bakmalıydı? Çocuk tek başına güvenlikte olacak mıydı? Acaba kız tek başına orada kalacak mıydı yoksa başını alıp gidecek miydi? Eğer adamlar gitmemişlerse ve kendisini de vururlarsa küçük kıza ne olacaktı? Bu insanlar çocuk katilleriydi, yerde yatan çocuklar bunun kanıtıydı. Ateşli silahlar hiçbir yaş sınırı tanımıyormuş gibiydi. Hayır, orayı terk etmeleri daha iyi olacaktı. Anlamsız ölümlerin olduğu bu yerden uzaklaşmaları gerekiyordu. Onun için, büyükanneyle İndigo ölülerden hiçbirine dokunmadan, daha fazla bir şey araştırmadan oradan uzaklaştılar. Bu 1870'te, seksen sekiz yıl önce olmuştu. İndigo benim, ben yıllardır birkaç farklı klanla birlikte yaşadım, ama tarih değişmedi. Her geçen yıl yabancılar daha fazla kişiyi öldürdüler. Bu, nazik insanların şekerle kandırıldığı, yalnızca bir çadır kurmakla kolayca açılan birçok dini yerleşim kampına götürülen insanların yaşadığı sürekli bir trajediydi. Dilimiz, alışkanlıklarımız, inançlarımız, oyunlarımız ve törenlerimiz bahçeden koparılan güller gibi birer birer bizden koparıldı ve 257 ¦luarıo iuurgan ölüme terk edildi. Şekere, una, tuza, yağa, tütün ve alkole alışık olmayan insanlarımız, şimdi çok genç yaşlarda beyaz insanların hastalıklarından ölüyorlar. Buraya yeni yerleşenlerin kanguru ve koalalara yaptıkları gibi bazı Aborijinleri de hala spor için, rastgele vurup vurmadıklarını bilmiyorum, çeşitli kabilelerden ayrılan mülteciler, bizim bir süreliğine, yabancı kralın istemediği tek yer olduğu anlaşılan bu çölde yeniden bir araya geldiğimizi öğrendiler.
"Evet, işte benim öyküm bu. Adımı şimdiye kadar birkaç kez değiştirdim, şimdi bana Wurtawurta diyorlar." Sekiz değişik yeteneği keşfettim, yaşadığım tüm deneyimlerimden bilgelik öğrendim, Gerçek insanlar kabilesinin yaşlı bir kadınıyım. Şimdi, yani doksan yaşımda, tüyden süsler takmaya ve törensel olmayan günlerde bedenimi istediğim gibi boyamaya hazırım. "Büyükannem ve ben mültecilerden oluşan karışık bir topluluğa ve çölde yaşayanlara katıldığımızda ben kendi ülkemin geleneklerini öğrenmiştim. Büyükannemin bedeni yakıcı güneş ısısının yerini birkaç saat içinde gecenin dondurucu soğuğuna bıraktığı yabancı iklimlere asla tam olarak alışamadı. Sık sık kemiklerinin rahatsız olduğunu ve ağrıdığını söylerdi, ama yine de ben on üç yaşıma gelene kadar yaşamayı başardı. Çocukken yaşlı kadının kendini sıcak tutmak için derin uyuma çukuruna girmesine yardım edişimi ve o yatarken üstünü kumla örtüşümü anımsıyorum. Şimdiyse ben kendim yaşlı bir kadınım. Kafam kıyıda yaşayan kabilenin öyküleriyle, şarkılarıyla ve danslarıyla, artık kendi halkım saydığım 258 Sonsuzluğun Mesajı insanların bilgileriyle dolu. Büyükannem yıllar boyu hep, 'Kabileler arasında hiçbir anlaşmazlık yoktur. Biz şarkılarımızda Birliğin önce göğü ve gökyüzü insanlarını yarattığını söyleriz. Diğerleri hayvan insanların şarkılarını söylerler: Bu bir anlaşmazlık değildir, yalnızca bir farktır. Sonuç olarak, Sonsuzluğun sayma sisteminde, bunun hiçbir farkı yoktur. Tüm insanlar Sonsuzluğun ruhlarıdır, buraya Avusturalya diyen ve ona sahip olduklarını düşünen mavi gözlü Avrupalılar bile. Tüm ruhlar için, aynı gerçekler geçerlidir. Onların ille de buna inanmaları gerekmez, ama gerçek gerçektir, ruh yasası yasadır, sonunda tüm insanlar uyanacaklar ve bunu bilecekler,' derdi. "Büyükannemin en çok kullandığı sözlerden biri de şuydu: 'Yaşam değişimdir. Bazıları büyük, bazılarıysa küçüktür, ama değişim olmaksızın gelişme olamaz. Ve değişimle gelişme acı ya da fedakarlık demek değildir.' "Benala aramıza katıldığında, saatlerce hayretler içinde oturduk ve dünyada olup biten olayları öğrendik. Benala zaman zaman modern dünyaya geri döner ve bize yeni bilgiler getirir. Şimdi aramıza bir başka mülteci geldi, yani sen. Yollarımız birleştiği için minnettarlık duyuyorum. Bu şans eseri olan bir şey değil, bu olabilecek şeylerin en hayırlısı ve her gün karşımıza çıkan olaylar gözlerimizin önüne yeni ruhsal fırsatlar serecek." Beatrice bu iki dünyayı, kendisinin yetiştiği dünyayı ve değişime uğramış olanların Aborijinlerin kurtarılması gerektiği buradaki dünyayı düşündü. Ah onlar Aborijinleri bir anlasalardı! 259 •M'. Gruptakiler o akşam yolculuk ederlerken, Beatrice'e mevsimlerle havayı ve karşılarına çıkan büyüyen ya da sürünen her yeni canlıyı öğretmeye karar verdiler. Ertesi akşam anlatılması bir yıl alacak olan şarkı ve dans öğretilerinin ilkine başlayacaklardı. Eskiden bu öğretiler büyümekte olan her çocuk için tekrar tekrar yinelenerek aktarılırdı. Gruptaki altı kişi Beatrice'le ilk karşılaşmalarından ve onun kuma çizdiği resimden ne kadar memnun kaldıklarından söz ettiler. Beatrice dış dünyadan gelip, beyaz adam gibi, sadece gözle görünür olanı görebilen, yalnızca kangurunun derisini gören ilk kişi değildi. Gruptakiler böyle bir şeyle ilk kez olarak karşılaştıklarında ne düşüneceklerini bilememişlerdi. Tüm Aborijin sanatı gökyüzü desenlerinden oluşuyordu. Aborijinler suyla dolu çukurları, kutsal kum yığınlarını, kamp ateşlerini ve cennetteki insanları görürdü. Ya da resimler, hayvan ve balıkların tüm fiziksel yapılarını, dış yüzgeçlerini ve gözlerini, omurga ve iç organlarını gösterirdi. Onlar birinin beyaz adamın gördüğü gibi nasıl 261 ULiXl XU ULUl yalnızca gözle görünür olanı, sadece yüzeysel. şeyleri görebildiğini anlamakta güçlük çekiyorlardı, ama bunun nedenini anladıklarında, bunun yalnızca çözümlemeleri gereken o ilginç sorunlardan biri olduğunu farkettiler. Beatrice'in onlarla tartışacak ya da onlara zorluk çıkaracak bir kişiliği yoktu.
Onun bu özelliği çizdiği kanguru resminde ayak parmaklarının olmamasından ve diğer özel ayrıntılardan anlaşılıyordu. Kızın resmi büyüktü ve çizgiler sıkışık değildi, bu onlara Beatrice'in açık görüşlü birisi olduğunu söylüyordu. Hepsi kangurunun üstünden geçen çizgiyi fark etmişlerdi, bu bir keseydi, ama keseden dışarı çıkan bir yavru kanguru kafası yoktu. Beatrice'in bedeninde de böyle bir çizgi vardı. Kız bir açıklama yapmadı. Eğer bir gün açıklama yapmak isterse, bunu kendiliğinden yapacaktı. Bu büyük bir olasılıkla kadınlıkla ilgili bir konuydu. Beatrice bir sanatçı olarak tereddütlüydü ve hatta onlara ne çizmesi gerektiğini bile sormuştu. Ama sonra onların ortalığı düzeltme işlerine katılmıştı. Bu onlara Beatrice'le ilgili başka şeyler söylemişti. Varoluşun ilk elli bin yılında, ne bir bireyin kişiliği, karakteri ve hareketleri ne de kalıtımsal karakterle toplumsal etkilerin çatışması bir sorun olmamıştı. Bu yalnızca son elli yılda gözlemlenecek ve üzerinde düşünülecek bir konu haline gelmişti. Beyaz derililer gelip de Aborijinleri götürdükten sonra, esir düşenlerden bazıları kaçmış ve gruptakilere tümü de kötü gibi görünen yeni kavramlar olan zalimlik, hırsızlık ve hırsla ilgili öyküler anlatmışlardı. Başlangıçta sorumsuz olan hiçkimse yoktu. Bazıları 262 iuesajı sürekli olarak enerjiyle doluydu, bazılarıysa tüm yaşamları boyunca tembel gibilerdi, ama her biri sorumluydu. Başlangıçta onur vardı. İnsanlar onuru gösteren süsler takarlardı. Herhangi bir kimse takılacak harika süs eşyaları yaratabilirdi, ama başkalarına onurları için verilmiş olanları taklit etmeye ya da benzerini yapmaya çalışmazlardı. Avrupalıların gelmesinden ve kabileleri kendi ülkelerini terk etmeye zorlamalarından beri, modern yerlerde doğan yeni Aborijin nesilleri sorumluluk ve onuru artık kültürlerinin bir parçası olarak saymamaya başladılar. Sorumlu olmalarını gerektiren hiçbir şey yoktu. Beyaz adam onlara temsil ettikleri her şeyin yanlış, aptalca ve kötü olduğunu öğretti. Birinin kalbi ve zihni böyle ayaklar altına alındığında onun onurlu olması kesinlikle söz konusu olamazdı. O akşam geç saatlerde grup altı dinleyici ve bir konuşmacıya ayrıldı. Beatrice onlara kendi yaşamını anlattı. Beatrice Benala'nın isteği üzerine, kendilerinin çevresindeki dünyayla ilgili en son bilgileri gruba aktardı ve Amerika ile Çin adındaki uzak yerlerden söz etti. Kız, "Bir kurdun çıkardığı incecik ve güçlü iplikçiklerden yapılan bir kumaş var," dedi. Karaween parmaklarını açık bir daire oluşturdu ve onun sözünü, "Bir örümcek gibi ağ ören bir kurt mu?" diyerek kesti. Beatrice, "Ağın biçiminden emin değilim," dedi, "ama bu uzun bir örümcek iplikçiği gibi, yalnızca ondan daha güçlü, 263 böylece bunlar bir araya getirilip kumaş dokunabiliyor. Bu kumaş çok pürüzsüz." Beatrice durup ipekli kumaşı nasıl tanımlayabileceğini düşündü sonra konuşmaya devam etti: "Pürüzsüz, cilalanmış bir taşı yanağınıza sürdüğünüzde nasıl hissettiğinizi bilirsiniz. Ya da basıncı ve biçimi olmayan suda yüzmenin nasıl olduğunu. Bu kumaş en yumuşak, en pürüzsüz bulutların içine sarılmış olmak gibi bir şey. Evet, bu gökyüzünün teninize dokunduğunu hissetmek gibi bir şey. Bu bir kayanın cilasını giymek gibi. Bu kumaşa 'ipek' diyorlar. Bir defasında elimde ipekten bir kumaş tutmuştum. Çin'de tümüyle ipekten yapılmış elbiseleri giyen insanlar var." Beatrice aklına sözlerine ekleyebilecek başka bir şey gelmediği için sustu. Grup yıldızlı gökyüzünün altında oturdu, dinleyicilerin her biri bu yeni şeyin, ipeğe dokunmanın nasıl bir şey olduğunu kendince hayal etti. I Yeni ay, yerini sabah ışığının ilk ışınlarına bıraktı. Gruptakiler kamp alanını temizlerlerken, herkesin kafası hala uzaktaki yerlerle ilgili öykülerle doluydu. Sonra yaşlı Googana herkesi, göbeği önündekinin sırtına değecek ve sol omuzlan yükselen güneşe bakacak biçimde, birbirinin arkasına geçerek bir sıra yapmaya çağırdı. Gruptakilerin sol kolları aşağı uzanıyor, avuçları dizlerinin hizasında açık duruyordu. Sağ kolları kafalarının üstündeydi, avuçları ışığa açılmıştı. Bellerini biraz eğerek eğri bir çizgi 264
oluşturdular ve hepsi doğuya baktılar. Uyum içinde her sabah kullandıkları sözü yinelediler, "Bugün, Birlik! Bu yöne, ileride her ne varsa ona, onun var olma amacına saygı göstermek için yürüyoruz. Bizim amacımız amaca saygı göstermek. Eğer bu her yerdeki yaşam için de en uygun olan şeyse, bu gün de yemek yeme deneyimine açığız." Mitamit, Ruh Rüzgarı Koşucusu, önceki gece ateş için kullanılan alanı temizlemeyi bitirdi. Külleri kumun altına sokarken ağaçla ve toprak anayla konuştu. Mitamit grubun kendilerine sunulan sıcaklık için ne kadar minnettar olduklarını açıkladı ve yakılan oduna karşılık olarak bir armağan verdi. Bu armağan yeryüzüyle yeniden birleşmeydi ki birbirlerine destek olabilsinler ve yeni yaşam için, yeni ağaçların büyümesi için hazırlıklar yapılabilsin. Beatrice ona, "Neden 'armağan' sözcüğünü kullanıyorsun?" diye sordu. "Ben armağanların yalnızca insanlar için olduğunu sanırdım." Mitamit, "Zaten armağanlar insanlar içindir," diye yanıtladı. "Ama yalnızca insanlar için değil. Ama duyduğum kadarıyla değişime uğramış dünyada çoğu kez verilen şey aslında hiç de bir armağan değildir." "Ne demek istiyorsun?" "Bir armağan senin birisinin istediği bir şeyi ver-mendir, onların sahip olması gerektiğini düşündüğün ya da senin kendini vermek zorunda hissettiğin bir şeyi vermek değil. Yalnızca bir insan onu istediğinde ve sen onu verebilecek durumda olduğunda bu bir armağan olur." 265 Benala lafa karıştı, "Dahası da var. Senin yaşadığın deneyim armağanını vermekle biterken, diğer insanınki onu almakla ve kabul etmekle başlar. Eğer verdiğin nesneyle duygusal bir bağın kalırsa, eğer bazı beklentilerin varsa, bu gerçek bir armağan olmaz. Verilen bir armağan onu alana aittir, onunla ne isterse onu yapabilir. Anlıyorsun ya, değişime uğramış birisi bir şey verdiğinde, onu alan kişinin teşekkür etmesini, onu takmasını, sergilemesini ya da karşılığında bir şey vermesini beklersen bu bir armağan olmaktan çıkar. Buna başka bir şey denilmelidir." Mitamit sözlerini, "Biz armağan vermeyi ve almayı çok severiz," diye sürdürdü. "Senin de göreceğin gibi, armağan yaşanılan her günü, yenilen her yemeği, kalınan her kamp yerini özel kılar." Ak saçlı Wurtawurta düşüncelerini dile getirdi. "Söylenecek o kadar çok şey var ki, ama her şeye başından başlamalıyız, sonra hefkes buna kendi söyleyeceklerini ekler." Kadın Beatrice'e, "Sonsuzluğun ne kadar uzun olduğunu biliyor musun?" diye sordu, ama kız düşüncelerini toparlayana kadar kadın yanıtı kendi verdi. "Sonsuzluk çok, çok uzun bir zamandır. Sonsuzluğun ne başı vardır ne de sonu. Sonsuzlukta yarın da dün de yoktur. Sonsuzluk bir çember gibidir ve sana diğer şeyler anlatılmadan önce onun son derece büyük olduğunu anlaman gerek. Sonsuzluğun ne kadar uzun olduğunu kavrayıp anlayabilecek misin dersin?" Beatrice kafasını evet anlamında salladı. 266 Yaşlı kadın, "İyi," diye devam etti, "çünkü sen Sonsuzluksun. Sen oradan geldin, oraya geri gideceksin ve yaptığın her şey orada yansıtılıyor. Bizler bunun için yaşıyoruz, Sonsuzluğumuz için. Rüyazamanını ve Gökkuşağı Yılanını biliyor musun?" Beatrice dikkatli bir edayla, "Hayır, pek bilmiyorum," diye yanıtladı. "Lütfen bana bilmem gerekenleri anlatın." Wurtawurta, "Peki," diye başladı, "başlangıçta, zamandan önceki zamanda, hiçbir şey yoktu. Yıldızlar yoktu, güneş yoktu, yeryüzü yoktu, hiçbir şey yoktu. Yalnızca Büyük Birlik vardı. Sonra Birlik rüya görmeye başladı. Bu Rüyazamanında, Birlik genişleyerek bir Birlik ruhu katmanı oluşturdu. Bu katmana özgür iradenin bilinci verildi. Bu ruh enerjisinin taşıyıcısı Gökkuşağı Yılanıdır ve atalarımızın varlığını sağlayan da odur. Dünya görünmeyen enerjiden yaratıldı ve birer Rüya Görücü olan atalarımız, bunu istedikleri gibi düzenleyebiliyorlardı. İşte bunun için, dağlar, ırmaklar, çiçekler, fareler ve insanlar hep aynı enerjiden yaratıldı. Bizler varlıkları birbirinden ayırıp ağaçlara ne yaptığımızın önemi yoktur diyemeyiz. Ağaçların hiçbir şey hissetmediğini söyleyemeyiz. Bence ağaçlar hisseder. Evet, farklı bir biçimde hisseder ama o da bir canlıdır ve kesildikten sonra ölmesi uzun bir zaman alır.
Aynı bize bakan bir ruh olduğu gibi, her çiçek öbeğine de, 'Büyü, büyü ve çiçek aç,' diyen bir ruh vardır. Kırmızı kuşun etini yiyip bunun krokodilin etini yemekle aynı şey olduğunu söyleyemeyiz. Bunların ikisi birbirinden çok farklıdır ve bedenimize katıkları enerjiler de farklıdır. Hepimizin yeryüzünün bizim doğduğumuz 267 yerindeki hayvanlarla hayvan ilişkilerimiz vardır. Biz kendi totem hayvanlarımızı yemeyiz. Bu kendi kardeşini ya da kendi kendini yemek olur." Benala, "Beatrice sen bilim öğrenmiştin, değil mi?" diye sordu. "Evet." "İyi, enerji üzerine okuduklarını, titreşim ve frekans farklılıklarının sesle ses ötesi, renkle görülemeyen kızılötesi gibi farklılıklara yol açtığını anımsıyor musun? Bence bilim şimdi bizim binlerce yıl önce tanımlamış olduğumuz ve Gökkuşağı Yılanı dediğimiz şeyin kesinlikle doğru olduğunu kanıtladı. Yabancılar kendilerinin pembe, sarı, yeşil ve mor renkli bir yaratık olduğunu sandıkları bir şeyden söz etmemize güldüler, ama bizim tanımladığımız şeyi anlamak için çaba göstermediler. Bizim halkımızın bunca zamandır söylediği şey, bir bulut neden oluşuyorsa bizim de ondan oluştuğumuzdu. Sen güneşin, yıldızların, suyun, ateşin, dingonun bir parçasısın. Ne demek istediğimi anlıyor musun? Hepsi bir tek şey." Beatrice, "Evet, anlıyorum," diye yanıtladı. "Ama insanlar farklıdır. Bizim ruhlarımız var, başka şeylerin ruhları yok, öyle değil mi?" "'Ruh' sözcüğünü ya da neyi istersen onu kullanabilirsin. Bence insanlar kendilerinin her şeyden üstün olduklarını, evrimin insanla son bulduğunu ve yalnızca insanın Kaynak tarafından yaratılan, herhangi başka bir şeyin ruhuna benzemeyen bir ruha sahip olduğunu düşünmekle hata ediyor268 lar. Gerçeklnsanlar insan deneyiminden en iyi biçimde nasıl yararlanabileceklerini düşünürler. Biz her canlının değerli ve kendine özgü olduğunu düşünürüz." Beatrice, "Bunları bir süre düşünmeliyim," diye yanıtladı. "Eğer her şeyin kendine bağlı olan bir ruhu varsa ya da her şey bir ruhsa, o zaman birer insan olarak bize düşen görev tam olarak nedir?" Benala, " 'Görev' sözcüğü iyi bir seçim, bu tam da kullanılması gereken sözcük," yorumunda bulundu. "Bir çiçeğin tüm yaşamı, önceden kestirilebilecek bir biçimde gözler önüne serilir. Bir hayvana hareket etme armağanı ve hayatta kalabileceği daha iyi ortamı arama fırsatı verilmiştir, ama hayvanlar dünyayla olan ilişkilerinden sorumlu tutulmaz. İnsanlarsa kendilerine verilen görevi üstlenirler ve bu görev bize verilen özel yeteneklerle doğrudan bağlantılıdır. "Ruhlarımız doğumdan önceki görülmeyen dünyada eksik haldedir. Bizler bütün hale gelmek için buraya gelmek zorunda değildik. Bizler burada bunun ya hep ya hiç türünden bir yolculuk olduğunu öğrenmek için seçilmedik. Bu geçilecek ya da kalınacak bir ders değil. Ama diğer canlılardan farklı olarak, biz insanlar yaptıklarımızdan sorumlu tutuluruz. Bizim seçme şansımız vardır. Bizim özgür irademiz vardır ve bizler bunun farkındayız. Ne kadar disiplinli olacağımıza yalnızca biz karar veririz ve bundan dolayı sorumluyuz. Bizler yaratıcı varlıklarız. Sınırsız bir yaratıcılığa ulaşabiliriz. Biz burada bir diğerimiz için, yardım etmek, geliştirmek, eğlendirmek, karşılıklı ilişkide bulunmak için 269 1'ICU 1U JtlUl bulunuyoruz. Bizler burada bu gezegene bakmak için bulunuyoruz. Enerjinin bilgisi ve bu bilginin idare edilmesi, bilincimizle birlikte gelir. Birçok duygumuz vardır ve bizler sonunda anahtarın çok basit olduğunu anlayacağız. Bu anahtar yargısız, koşulsuz sevgidir. Eğer bir şey karmaşık gibi görünüyorsa, bu, sevgi değildir; başka bir şeydir. Sevgi duruma göre hangi rol daha fazla yardımcı oluyorsa, yardım edici verici ya da alıcı olabilir. İnsanlar bilgeliğe ulaşabilirler, ama diğer canlılara bu fırsat verilmemiştir. Duygusal bilgeliğe ulaşmak bizim yeryüzündeki görevlerimizin bir bölümüdür. "İnsanlar eşsizdir çünkü biz gülebiliriz. Biz, yaptığımız şeydeki komikliği anlayıp onu görebiliriz. Bizim müziğimizin sınırı yoktur. Yalnızca biz insanlar Kaynak tarafından böylesine kutsanmışızdır.
"Sanırım doğayla olan bağdan yoksun olarak, bir süre için değişime uğramış olan toplumda yaşamış olmak benim için iyi bir şey oldu. Ben iki dünyayı da gördüm. Bu iki dünyanın neden birbirinden bu kadar farklı, neredeyse birbirinin tersi gibi göründüğünü, ama her ikisininde hareket halindeki evrensel yasa olduğunu anlıyorum. Düşünecek çok şey var, ama bizim bolca zamanımız var ve senin önünde Gerçek İnsanların yaşama biçimini görebilmen için daha birçok günün olacak." Beatrice kafasını ona katıldığını belirtmek için yukarı aşağı sallarken evet, diye düşündü. Öğrenmek için zamanım ve bana bunu yapmada yardımcı olacak bir ailem var. 270 Yedi gezgin, ortasında yalnızca birkaç santimetre su kalmış olan ve kuruyan çamurun yüzeyin çoğunu kaplamış olduğu bir su deliğine geldiler. Apalie, "Burada yiyecek toplayacağız," dedi. "Bunu sana göstereceğim," eline yeri kazmak için kullandığı sopayı alarak çamuru kazmaya ve çıkardıklarını bir yana yığmaya başladı. Diğer kadınlar da ona katıldılar. Kısa bir süre sonra çamurdan yapılmış toplardan bir dizi oluşturmaya başlamışlardı. Apalie, "Durup bunları kurumaya bırakacağız," diye ekledi. Googana Beatrice'in. karşısına oturdu. Uzun beyaz sakalı bugün o konuşurken kafasını hareket ettikçe bir taraftan diğerine giden bir çene örgüsü biçiminde düğümlenmişti. Arada bir, Beatrice çoğunlukla gizli kalan bir yarayı görebiliyordu. Bugünkü parlak güneş adamın göğsünün ortasındaki büyük yumruyu aydınlatıyordu. Googana Beatrice'in oraya baktığını gördü ve düşüncelerini okudu. Parmağını eski yaranın üzerine koyarak, "Bunun nasıl olduğunu öğrenmek ister misin?" dedi. "Benim öykümü duymak ister misin?" 271 Beatrice gülümsedi ve kafasını evet, anlamında salladı. Googana, "Ben kendisine bilgiler verilmiş olan bir adamım, bir Akıllı Adamım," dedi. "Tüm erkek çocuklar dokuzuncu yazlarıyla on ikinci yazları arasında bir zamanda bilgileri alırlar. Eğer bir oğlan belalı ya da sorun çıkaran biriyse, bilgiler ona çoğunlukla dokuzuncuda verilir. Narin oğlanlar on iki yaşına gelene kadar hazır değillerdir. Sana bununla ilgili ayrıntıları anlatamam çünkü bu erkeklere dair bir iştir ve bir kadının zihnine konulacak bir şey değildir, ama sana bizim her annenin oğluna hoşçakal demeye zorunlu olduğu bir törenimiz olduğunu söyleyebilirim. Bu çok duygusal bir törendir çünkü bir oğlan annesine sarılarak ona hoşçakal der ve birkaç gün sonra onun bedeninde bir erkek geri döner. Bu, çocukça şeylerin sonudur, oğlan ölmüştür. Bir yaşamın içinde birçok yaşam vardır. Çocukluk bunlardan yalnızca ilkidir. Bizler herkese büyümesinde yardım edilmesi gerektiğini gördük ve sünnet törenimiz bizim için bu görevi görür. Bir oğlan çocuğu kendisine acıyı azaltması için öğretilen zihinsel imgelemi kolaylıkla öğrenirse, bu onun, eğer bunu isterse, çalışarak bir Akıllı Adam olabileceğini ve, yaşamı boyunca bir yetenek üzerinde yoğunlaşabilecek tutkuya sahip olduğunu gösterir. "Ben öyleydim. Diğer Akıllı Adamlar teknikleri yıllar boyu süren bir seri bilgi verme töreniyle öğretebilirler, ama ne zaman, neden ve kimin için hizmet edeceğine ve armağanını başkalarıyla nasıl paylaşacağına karar verecek 272 bilgeliğe yalnızca öğrencinin kendisi ulaşabilir. "Otuz yedi yazın kışa dönüşmesini gördüğüm zaman, beni çağıran bir ses duydum. Bu ses uzaklardan geliyordu ve bana eğer onun yerini bulabilirsem, orada birbirimize iyi bir şeyler verebileceğimizi söyledi. Ses beni birkaç kabilenin olduğu ülkenin içinden geçerek karşımda yüksek bir uçurumun ve kükreyen suların çok soğuk bir göle döküldüğü güzel bir yere götürdü. Ses çağlayandan akan suyun derinliklerinden geliyordu. Bu, oradan alınmak, güneşi görmek isteyen kristallerin sesiydi ve bu ses benim yeteneklerimi artıracağına söz verdi. Kristal, sözünü tuttu ve onu burada derimin altında, kalbimin yakınında, kırk yıldır taşıdım. "Şimdi gözlerimi kapıyorum ve havada gezerek kilometrelerce ötede olan şeyleri görebiliyorum. Yeraltına yolculuklar yaparak hangi bitkilerin büyümekte olduğunu, yeraltı ırmağında ne kadar su olduğunu ve yeni bir hayvan yuvasının nerede olduğunu ve içinde kaç tane yavru olduğunu görebiliyorum. Kuşların ve hayvanların duyularını kullanmayı öğrendim, onun için, bunu yapmam istendiğinde,
halkımıza ve tüm diğer canlılara yardım edebilirim. Bu benim, bir insanın bedeninin içini görebilmemi ve orada neler olduğunu bilmemi sağlıyor. Çoğunlukla gereken tek şey konuşma, müzik ya da renklerdir. Ruhsallıkla bağlantısı olmayan hiçbir dış güç, hastalık ya da kaza yoktur. Herhangi bir insanı iyileştirmem için ona, kendisine sunulan ruhsal gelişim fırsatını belirlemede yardımcı olmam gerekir. "Yeryüzü bir öğrenme ve deneyimleme yeridir. Sen bir 273 Sonsuzluk Ruhu olarak buraya gelmeyi arzuladın ve bunu yapacağın biçimi yaratmada sana yardımcı olundu. Annenin yediği yiyeceklerin özünü alan ve sana verilenlerle bir beden yaratan senin enerjindi. Sen çevrenin ve kalıtımın hazırladığı koşulların farkındaydın ve burasının senin bir çeşit ruhsal zenginleşmeyi deneyimlemen için mükemmel bir yer olduğunu kabul ettin. "Eğer kısacık bir an için kendi Sonsuzluğumuzu anımsayabilseydik, yeryüzünün duygularımız için bir okul olduğunu kolayca görebilirdik. Bizim enerjimiz yağmur ya da ateş gibi başka şeylerin enerjilerinden farklı bir biçimde bir araya getirilmiştir ve bitkilerle hayvanlar gibi gelişen canlılardan farklıdır. Bizim enerjimiz kendine özgüdür. Bizler insan olarak duyguları deneyimlemek ve bedenlerimizi duygusal bilgeliğe ulaşmada birer araç olarak kullanmak için buradayız. "Beden, insanların ruhlar dünyasının, kaynağın, tüm atalarımızın, bizim kendi mükemmel Sonsuzluk benliğimizin rehberliği için yaratılmıştır. Görme, işitme, tat alma, hissetme ve koku alma gibi tüm duyular, duygularla bağlantılıdır. Aslında, duyguların duyularla bağlantılı olduğunu söylemeliyim, çünkü asıl olan duygulardır. "Bebekler bir duygusal barış durumunda doğarlar. Onların duyularına olan şeyler duygusal hislerle bağlantılıdır. Bizler büyüdükçe, örneğin kartalın kanatlarının sesi, kartalla yaşadığımız deneyimlerimize ya da bize söylenilen şeylerden dolayı sahip olduğumuz inançlarımıza göre, bizi ya rahatlatır ya da bize korku 274 sonsuzluğun Mesajı verir. "Bir Büyücü Hekim olarak insanların bunun farkında olduklarında daha sağlıklı yaşamlar sürdürebildiklerini ve Bir Akıllı Adam olarak bilginin onlara bu insan zamanına daha fazla Sonsuzluk ışığı getirebilmelerine neden olduğunu biliyorum." Googana ayağa kalktı, eline yeri kazmak için kullanılan bir sopa alarak kuma bazı biçimler çizmeye başladı. Googana çizdiği biçimi göstererek, "Bu Gökkuşağı Yılanıdır. O, Kaynaktan gelen ve yeryüzünü altında hareket eden biçimdir. O, bizim içimizden böyle geçen yaşam gücünün bir bölümüdür," dedi. Googana, yere başka bir resim çizerek, "Kızgınlık duygusunun biçimi bu mızraklarınki gibidir," dedi. 275 "Bir kimse kızdığı zaman, yaşam enerjisi, su ya da kaygan kayalar gibi akmak yerine, her iki tarafa itilir ve keskin sivri uçlu bir hale gelir. Bu, bedenin içine girer ve organlara zarar verir. Kızgınlık aynı bedende yara açan ve çıkarılması zor bir mızrak gibidir. Googana, bir başka resim çizerek, "Gücenme enerjisi buna benzer," diye devam etti. "Gücenmenin uçları da sivridir ama onunkilerin ucunda bir diken vardır, onun için bu insanın içine saplanır ve daha uzun süre orada kalır. Gücenme kızgınlıktan daha zararlıdır çünkü ondan daha uzun sürer. Googana, kumlara bir resim daha çizdi ve "Endişelendiğin zaman, enerji böyle aşağı doğru gider," dedi. "Haset, kıskançlık ya da suçluluk endişeden daha karmaşıktır ve düğümler karnında ya da derinin altında olabilir ya da bir başka yerdeki yaşam akışını yavaşlatabilir. 276 Sonsuzluğu» Mesajı "Üzüntü çok küçük bir bozulmaya neden olur. Ve keder aslında sevgi bağı olan bir çeşit üzüntüdür. Bu, hayatta kalan kişinin ömrü boyunca sürebilir.
"Korku bazı şeyleri sona erdirir. Korku kan akışını, kalp atışlarını, solunumu, düşünceyi, sindirimi - her şeyi bozar. Korku, ilginç bir duygudur çünkü bu, aslında insansı değildir. Bu duygu çok kısa süreli bir hayatta kalma rolüne hizmet ettiği hayvanlardan alınmıştır. Hiçbir hayvan korku içinde yaşamaz. İnsanların aslında korku duyacakları hiçbir şey yoktu. Onlar kendilerinin Sonsuzluk olduklarını biliyorlardı. Onlar herhangi bir acı ya da rahatsızlığın geçici olduğunu biliyorlardı. Şimdiyse korku gezegenimizi çevreleyen temel bir enerji gücü haline geldi. Korkunun içimizde yol açtığı zarar işte böyledir. Googana bir başka resmi göstererek, "Kişi mutluyken, gülümserken, gülerken, kendini iyi hissederken, bedeni enerjiyi böyle alır ve kullanır," dedi. 277 Mario Morgan "Bans, sükunet ve dinlenmeyse bu resimdeki gibidir." "Yargılamadan yoksun olan gözlemde olduğu gibi duygusal bağımsızlık, böyle akışkan, bütün, sağlıklı ve yaşamı zenginleştiren bir enerjidir. Googana sözlerine, "Görüyorsun ya," diye devam etti, "sen kendi enerjinden ve duygularını disiplin altına almaktan sorumlusun. Herkes olumsuz bir durumda olmanın nasıl bir şey olduğunu deneyimler, ama bu deneyimlerde takılı kalarak oyalanmak ve ondan öğrenilmesi gerekenleri öğrenmemek sorumsuz, olgunlaşmamış ve bilgelikten uzak olmak demektir. Yaşayan ve yaşamayan zamanlar vardır. Birisinin yalnızca soluk alması onun yaşıyor olduğunu göstermez. Depresyon zamanını yaşayarak geçirmemektir. Olgunlaşmak, uzun ve sağlıklı bir yaşam sürmek gerekir. Sonuç olarak, hepimiz insan olarak zamanımızdan ve bize verilen özgür irade armağanını nasıl kullandığımızdan sorumluyuz. "Değişime uğramış olanların sözlerini kullanacak olursak, sanırım onlar bundan sonsuz bir çetele olarak söz ederlerdi. Bunda kişinin kaç saniye boyunca yaşamış olduğunu gösteren bir kayıt vardır. Kayıt yaşamının kaç saniyesini birisine yardım ettiğinde hissettiğimiz gibi barış içinde, yapmamız gerekenleri yerine getirerek, 278 Sonsuzluğun Mesajı kendimizi iyi hissederek geçirdiğimizi, zevk ve kahkahalarla ya da müziğin verdiği neşeyle geçirdiğimizi gösterir. Bundan başka yüz yıldan fazla süren varlığın süresince kızgın olduğun ve kızgın kalmayı seçtiğin ya da nefret duyduğun ve bu duyguyu beslediğin zamanlar da kayıtlıdır. " Söylediğin her söz buhara karışır ve asla yeniden geri getirilemez. 'Üzgünüm,' diyebilirsin, ama bu ilk enerjiyi geri getirmez. Amaç, enerjidir. Edim enerjidir. Ama bir kimse çok gizli bir amaçla belirli bir biçimde edimde bulunabilir. Tüm insan bilinci birikerek bir araya toplanır. Şimdi, Toprak Anayı çevreleyen öylesine kalın bir katman var ki bazı yerlerdeki insanlar ortak bir kurban olma durumunun soluğunu ve düşüncelerini içlerine alarak besleniyorlar ve bunun karşılığında boşluğu bunun aynısıyla dolduruyorlar. Ayrıca, 'önce ben, başka hiçbir şey önemli değil, istenileni ne pahasına olursa olsun elde et, bir şey farketmez,' gibi inanç ve edimlerinden oluşan bir katman da var. İnsanların amaçları, yarma kalan yaşamı hatta yarın yaşamın mümkün olup olmayacağını hiç mi hiç düşünmeksizin, neyin keşfedilebileceğini, neyin kullanılabileceğini görmekti. Yeni doğan bebeklerin ve küçük çocukların ruhları o kadar harika bir biçimde olumludur ki birçoğu şimdi dünyaya geliyor ve yalnızca kısa bir süre için burada kalıyor. Onlar tüm enerjilerini olumsuz olanı dengelemede ve sonunda yok etmede harcıyorlar. "Biz yetişkinler ya her gün yaptıklarımızla bu yok edici güce yenisini ekliyoruz ya da enerjilerimizi uyumu, 279 Mario Morgan güzelliği desteklemeye ve yeryüzündeki yaşamı korumaya yönlendiriyoruz. Googana yerde yaptığı bir resmi işaret ederek, "Yaşamın, bedenin, geleceğin böyle olabilir," dedi. Sonra bir başka resmi göstererek, "ya da," dedi, "senin dünyan bu olabilir. Hangisi olacağını yalnızca sen belirleyeceksin. "İnsan yaşamı bir spiraldir, bizler Sonsuzluktan geliriz ve daha yüksek bir düzeyde oraya geri dönmeyi umarız. Zaman bir dairedir ve bizim ilişkilerimiz de birer dairedir. Bizler Aborijin çocukları olarak, yaşamın ilk yıllarında her bir
daireyi, her bir ilişkiyi kapatmanın önemini öğrendik. Eğer bir anlaşmazlık varsa biz bu çözümlenene kadar uyanık kalırız. Biz yarın ya da ileriki bir tarihte çözüm bulmayı umarak gidip uyumayız. Bu daireyi uçları kırılabilir bir halde açık bırakmak olur." Beatrice, "Ama," diye sordu, "ya eğer birinden bir şey yapmasını isterseniz? Diyelim ki birisine bunu üç dört defa söylediniz ve o bunu yapmadı. O zaman kesinlikle o kişi sizi düş kırıklığına uğratmış olur. O zaman sadece unut gitsin, demek ve daireyi sizin söylediğiniz gibi olumlu bir biçimde kapatmak pek kolay olmazdı." "Evet, bunun alternatifi o kişi için düş kırıklığı duy280 Sonsuzluğun Mesajı gusunu hissetmeyi sürdürmektir. On yıl sonra sadece onun düşüncesi ya da adının söylenmesi bile bu duyguya neden olacaktır ki, bu da kişinin bedeninde bozulmalara yol açar. Bunun pek bilgece olmadığını kabul etmelisin." Beatrice, "O zaman bu sorunla nasıl başa çıkardınız?" diye sordu. "Ne yapardınız?" "Bireysel olarak, ben diğer kişiye, 'Bil bakalım ne oldu? Senden bana bir iyilik yapmanı istediğimde ve sen de buna önem vermediğinde kendimi düş kırıklığına uğramış hissettim. Ve sana tekrar, tekrar ve tekrar sorup daha da çok düş kırıklığına uğradım,' derdim. Gülerek sözlerime şunları eklerdim, 'Ben yavaş öğrenen birisi olmalıyım. Senin verdiğin ilk tepkiden sonra bunu yapmayacağını anlamalıydım. Bu, senin yapmayı istediğin bir şey değildi. Belki de bunu senden tekrar istediğimde bunun bir hayli saçma olduğunu düşündün. Haklısın. Bu saçmaydı. Senin bununla ilgilenmediğini anlamam bu kadar uzun sürdüğü için üzgünüm.' Sonunda ikimiz de benim yaptıklarıma gülerdik ve her ikimiz de daha bil-geleşmiş olurduk. Böylece benim dairem kapanmış olurdu." "Ama ya bu, gerçekten ciddi bir işse? Örneğin, sizin bir akrabanız size kötü bir şey yapıyor ya da söylüyorsa. Bu sizi gerçekten de kızdırır. Bu kişi gerçekten de, sizlerin dediğiniz gibi, size kokusu doğru gelmeyen bir biçimde davranmaktadır. Bu ilişkideki daire için ne yapardınız?" "Bunu akrabama bir hayli kesin bir dille söyle 281 Mario Morgan söylerdim, 'Seni seviyorum, ama yaptığın hareketleri beğenmiyorum. Bunların bir hata olmadığının farkındayım. Böyle olmanın senin için doğru olduğunu biliyorum çünkü bu senin kendini ifade etmek için yaptığın bir seçim. Ama senin yaptıklarını ve dediklerini kabul etmeye çalıştım ve bunları kendim için doğru olarak kabul edemedim, onun için şimdi ilişkimizi sona erdirmeliyim. Bu ilişkiye daha fazla enerji veremem. Seni seviyorum, ama yaptıklarını beğenmiyorum, onun için sana en iyi dileklerimi sunuyorum, hoşçakal.' Beatrice, "Oh," dedi. "Yani demek istiyorsunuz ki, eğer ben ruhsal yoldaki daireyi kapatırsam, bu, ilişkinin sonu olur! Eğer diğer kişi bunu kabul ederse, daire onun için de kapanmış olur. Eğer dediklerimi kabul etmezse, bu, bir şeyi değiştirmez, çünkü uçları kırılabilir halde açık bırakılan daire kesinlikle onun dairesidir, onun ruhsal mücadelesidir. Daireyi açık tutan odur." "Kesinlikle. Herkesten hoşlanmak zorunda değilsin. Herkes hoşlanılabilecek birisi olamaz. Doğmadan önce yapmayı kabul ettiğimiz şey herkesi sevmekti. Bunu yapmak kolaydır. Tüm insanlardaki Sonsuzluğu sev ve enerjini, bilinci seninkine benzeyenlere ver. Bir başkasını etkilemenin tek yolu ona örnek olmaktır. Kimse hazır olmadıkça değişmeyecektir. Ve unutma ki bu normaldir. Sonsuzluğun düzeninde bu gerçekten bir sorun değildir." Yaşlı adam, "Sen bu dünyaya bir ruhsal farkındalık düzeyinde geldin ve buradan daha genişlemiş bir düzeyde ayrılma fırsatına sahipsin," derken sakalı, onun konuşması ve kumda yaptığı resimlerle birlikte hareket 282 r sonsuzluğun Mesajı ediyordu.
Bir an için düşündükten sonra, Beatrice, "Peki ya yıllar önce tanımış olduğum İnsanlar? Hala onlara karşı gücenme hissettiğim insanlar? Bir daha asla görmeyebileceğim birisi?" diye sordu. "Pek fazla değişen bir şey yok. Sessizce konuş ve bunu o kişi neredeyse oraya bir gökkuşağıyla gönder. Sözlerin onu bulacaktır. Eski yargını bir gözleme dönüştür. Kimseyi bağışlaman gerekmez. Yalnızca daha anlayışlı olmalıyız. Zihnindeki, duygularındaki, bütünlüğündeki yarayı iyileştir. Daireyi kapa ve ileriye yürü." Googana'nın parlayan siyah gözleri, o Beatrice'e bakıp sözlerini sürdürürken sanki bir mıknatısa benziyordu. "Enerji ne kadar latifse Birlik de kaynağına o kadar yakındır. Kolları hızla hareket ettirmek bazen uygundur ve daha fizikseldir, yavaş, yumuşak hareketlerse ruha daha yakındır. Gürültülü, hızlı müzik fizikseldir. Bir notanın uzatılarak pes bir tonla çahnmasıysa ruha daha yakındır. Yöntem ve amaca bağlı olarak, hayvanları avlamak, ruhsal yolculuğumuza daha çok ya da daha az uygun olabilir. İlişkiler, ayinler, yiyecekler, öğretiler, eğlenceler, hatta barınaklar da dahil her şeye bir bak, bu latif enerjinin ne kadar ince olduğunu göreceksin. Kısa bir süre sonra az sayıda edimle ve daha da az sözcükle 283 iuarıo morgan konuşabilir, yatıştırabilir, destekleyebilir ve sevebilir hale gelirsin. İnsan gözleriyle sevişebilir. Yakın olmak da her zaman gerekli değildir. Uzak mesafelerden çok büyük etkilerde bulunulabilir." Beatrice duyduklarını kafasına yazmış ve özellikle de ilişkilerdeki daire kavramından hoşlanmıştı. Beatrice her birinin üstünde bir adın yazılı olduğu altın baklalardan yapılmış bir kolyeyi gözlerinin önüne getirebiliyordu. Zihninde, kalbine yakın bir yerde bir cep saatinin zinciri gibi bir daireyi gözlerinde canlandırabiliyordu ve bunun üzerinde "Freda" yazılıydı. Freda'yla olan dostluğu kuskusuz Beatrice'in yaşamında şimdiye kadar deneyim-lediği en anlamlı ilişkiydi. 284 Ayın böğürtlenleri iyice olgunlaştırdığı ve insanların kuşları ve dört bacaklı yaratıkları avlamak için hızla koşuşturdukları mevsimdi. Mitamit gitmiş ve başkalarıyla paylaşacağı bir avuç dolusu meyveyle geri dönmüştü. Beatrice'e, "Gel, beni izle," dedi. "Sana bunları nasıl bulacağını göstereceğim." İkisi, bu harika mevsim yiyeceğinin bulunduğu yere vardıktan ve onlardan yedikten sonra, Beatrice Mitamit'e kendisinden söz etmesini istedi ve o da bunu kabul etti. "Benim adım, yani Ruh Rüzgarı Koşucusu, bana herkesin sahip olmadığı bir şeyi deneyimleme fırsatı verildiği için konuldu. Bir gün koşarken kendimi birdenbire bir emu gibi hissettim ve ayaklarımı ve bacaklarımı, bu kuşun koşarken yaptığı gibi yere zar zor değecek biçimde hareket ettirmeyi öğrendim. Bunun diğer hareketlerden farklı bir ritmi var. Sanırım kalbim, daha hızlı atmak yerine, aslında yavaşlıyor ve ciğerlerimdeki hava daha derin bir yerden geliyor. Rüzgarın bir parçası oluyorum. Ben çaba harcamadan, rüzgar beni alıp götürebilir ve böylece bütün bir gün boyunca koşabilirim. Bu harika bir duygu ve bana 285 verilen bu beden için minnettarım." Beatrice bedeninin kendisine verilmesini sıradan bir şey gibi kabul etmeyen, onu seven, bedenini en son kertesine kadar kullanacak kadar kendisiyle ve dünyayla uyum içinde olan birisini bulmak ne kadar da dinçleştiri-ci, diye düşündü. Bazen yuvarlak güneş kalın buluttan örtülerin arkasından çıkıyor ve dar geçitten geçen, granit taşından iki kırmızı duvarın arasında bir sıra oluşturmuş yolcuların üzerine vuruyordu. Geçit bir yerde o kadar daraldı ki herkes oradan geçebilmek için yan dönmek zorunda kaldı. Yağmur çiselemeye başlamıştı. Sıranın önünden gelen bir ses, "Çabuk olun," dedi. "Kısa bir süre sonra bu patika dağlardan aşağıya inen yağmuru taşıyan bir ırmağa dönüşecek. Bu akıntı, yoluna çıkan her şeyi ezip geçer." Yedi yolcu, adımlarını sıklaştırdılar, önce duvarların arasından yürüdüler, sonra da patikanın beş metre üstündeki küçük bir mağaranın girişinin önündeki geniş, düz bir kayalığın üstüne tırmandılar. Hepsi de o günkü uzun yürüyüş için ellerine kırılmış ağaç dalları almışlardı ve kuruması için bunları dikey olarak
birbirine tutturmuşlardı. Kutsal dinlenme yeri uzun yıllar önce, belki de yüzlerce yıl önce, kilometrelerce öteden taşınılan ve rahat bir yatacak yer yapmak için çevreye yayılan yumuşak beyaz kumlarla hazırlanmıştı. Taş zemindeki yanık işaretler ve bozulmuş bir daireden etrafa yayılan 286 taşlar, ateşin yakılacağı yeri belli ediyordu. Ateş tam bu noktada yakıldığında, mağaranın içini ısıtacak ama dumanı dışarıda kalacaktı. Mitamit, büyük hayvanların avlarını yerken oraya taşıdıkları kemik parçalarını topladı. Her birinde saç ve otlardan yapılma ağlar olan üç kadın, kumu avuç avuç elediler, istenmeyen şeyleri aldılar ve elenen kumları yeniden mağaranın duvarlarına koydular. Apalie üzerinde kalın, güçlü yapraklar olan bir çalı dalını kullanarak mağarayı süpürdü ve ateş taşlannı eski yerlerine daire biçiminde dizdi. Googana duvar resimlerine birer birer göz gezdirdi ve kafasında bu eski zamana ait ataların resimlerini onarmak ve yeniden çizmek için neler gerektiğinin listesini yaptı. Gruptakiler burada bir süre kalacaklardı. Burada yapılacak işleri vardı, civarda bolca yiyecekle su bulunuyordu. Burayı ondan fazla türde kuş ziyaret etmişti ve en az on başka hayvan türü burada sürünmüş, zıplamış ya da kayarak geçmişti. Yenilebilecek, sağaltımda ve törenlerde kullanılacak bitkiler vardı. İki saat içerisinde o günkü iş tamamlanmıştı, ateş yakılmış ve grubun tüm üyeleri, ruhu yıldızlara ve gün-batımına doğru uçmuş olan bir hayvanın etiyle besleniyordu. Hafif bir yağmur yağmaya devam ederken, Googana düz çıkıntının önünde ayağa kalktı, yüzünü göklere doğru kaldırdı ve ağzına giren yağmur suyunu yuttu. Ateşin yanına döndüğünde Beatrice'e, "Bana yağmurun tadına bakmayan insanlardan söz et. Onların tüm yaşamları boyunca böyle şanlı bir biçimde ayakta dur287 madıkları doğru mu? Onların bulutlar açıldığında koşuşturduklarını ve kafalarının üstünde bir sopanın ucundaki bezi tuttuklarını duydum. Bunu neden yapıyorlar?" diye sordu. Beatrice, Benala'ya baktı ve ikisi de güldüler. "Evet, bu doğru. Değişime uğramış olanlar çoğunlukla yağmurun altında durmazlar. Bunu yapmayı seçtiklerinden değil. Onlar çoğunlukla çok ıslandıklarında görünüşü değişen bazı elbiseler giyerler. Ayrıca kollarına içinde nem birikince paslanarak çalışmaz hale gelen saatler takarlar. Kadınlar saçlarını ıslanınca bozulan bir biçimde yaparlar. Değişime uğramış olanlar suyu evlerinin içine getirirler ki Birliğin iradesi öyle olduğunda değil, kendileri istediklerinde, onun içinde durabilsinler ya da içinde oturabilsinler." "Nasıl oldu da suyun altında ne zaman durulacağını kendilerinin daha iyi bildiğini düşünmeye başladılar?" "Bu soruyu yanıtlayabileceğimden emin değilim. Bu uzun, çok uzun zaman önce insanlar ilk olarak doğayı kontrol edebilecekleri ve yaşamı daha rahat bir hale getirebilecekleri fikrini ortaya attıklarında oldu." Googana, "Bizim gereksinimlerimiz karşılandığında," diye araya girdi, "hoşnut oluruz. Kişi bundan başka daha ne arar ki?" "Değişime uğramış olanlar rahatı, konforu ararlar. Hoşnut olmak, tatmin olmuş olmak, yeterli değildir. Onların kendilerini rahat, konforlu hissetmeye ihtiyaçları vardır ve her şey kullanışlı olmalıdır." 288 r Sonsuzluğun Mesajı "'Kullanışlı' mı? Bu sözcüğü anlamıyorum." "Bu kontrolü elinde tutmak demektir. Örneğin başka bir şey yapmayı yeğlediğin için bugünkü yiyecekleri toplama zorunda kalmamak gibi, böylece çok miktarda yiyecek depolanır, aylar boyunca depolanmış yiyecekler bulunur. Kullanışlılık yeni bir yere yürümemek demektir. Eğer değişik bir yere gitmek istersen ata ya da arabaya binersin. Önce atlara binilir di, sonra otomobiller geldi, şimdiyse uçaklar, trenler ya da gemiler var. Ama her şey sürekli olarak değişiyor, onun için gelecekte daha kullanışlı ve daha konforlu bir şey bulunacak." "Ama her şeyi yöneten Birliktir. Değişime uğramış olanlar hiçbir insanın rüzgarın dansını, yıldırımın konuşmasını, çiçeklerin açmasını ya da meyvaların
düşmesini durduramayacaklarını bilmiyorlar mı? Yarınki yiyeceği yarından önce nasıl alabilirsin? Dünyanın yarın bize neler sunacağını nasıl bilebilirsin ki?" "Değişime uğramışlar dünyanın yarın onlar için sakladığı bir şeylerin olduğuna inanmazlar. Dünyadan onlar sorumludur. Onlar insanların yeryüzünde zekaya sahip olan tek yaratık olduğuna inanırlar, onun için insanlar istedikleri her şeyi yapabilirler. Dünya onlara istedikleri gibi kullanmaları için verilmiştir." "Tek zeki yaratık insanlar mı? Peki ya yunusların ve balinaların konuşma ve düşünceleri?" Benala, "Ah, bundan başka kurtlar, papağanlar, şempanzeler de var," diye ekledi. "Dünyada son derece akıllı çeşitli hayvan ve kuşlar var, ama değişime uğramış 289 Mario Morgan olanlar bu yaratıkların evrimden geçerek bugün göründükleri hallerinin ötesinde nasıl gelişebileceklerini göremezler. Onlar hayvanların verecekleri fazla bir şey olmadığına inanırlar. Değişime uğramışlar gerçekten kendilerinin dünyayı fethetmek ve yönetmek için yaratıldığına inanırlar." Googana yanıt vermedi. Mağara sessizdi ve konuşmayı büyük bir dikkatle dinlemiş olan herkes konuşulanları kendi kalplerinde tartıyordu. Bedenlerinin içinde birikmiş olan duygulara kendilerini hissettirmeleri için zaman tanıyorlardı. Ertesi gün hayvan kürklerinden, insan saçından ve kuş tüylerinden fırçalar yapmakla geçti. Ondan sonraki gün ezilmiş tozlardan siyah ve beyaz boyalar yapıldı. "Bir zamanlar yalnızca özel olarak eğitilmiş kimselerin bu resimlere dokunmalarına izin verilirdi, ama o kabiledeki herkes buralardan gitti, onun için şimdi onlara biz bakıyoruz. Ataların ruhlarından bu isi yapmamız için izin isteyeceğiz. Amacımız son derece yüksek bir amaçtır. Ruhların rehberliği sayesinde, mağarada yaşayan bu kimselerin resimlerini bir süre için daha eski hallerine getirebiliriz." Asıl çizgilerin üzerinden birer birer, özenle, ayrıntılara dikkat edilerek geçildi. Ne bir tek çizgi eksik bırakıldı ne de fazladan bir tek çizgi eklendi. Bu, her hareketlerinde sevgi ve saygı olan insanların kendilerini adayarak, sabırla yaptıkları bir çalışmaydı. O akşam Karaween ve Apalie mağaradaki atalar da 290 ponsuzmgıın Mesajı dahil olmak üzere diğerleri için bir gösteri yapmaktan zevk duyacaklarını söylediler. Gece iki oyuncu mağaranın önündeki düz alanı sahne olarak kullanırken, beş kişilik izleyici grubu oturarak onları izledi. Ayışığı onların sahne ışıklarıydı çünkü yukarıda, mağaranın basık ağzına doğrudan doğruya vuran ışığı kapatacak hiçbir ağaç yoktu ve içerisi bu aydınlık düz alana göre çok daha karanlıktı. Bu tiyatro gösterisi iki kadının günlük rutin işleri yaparak büyürlerken sakar bir çocuktan bazı işlerde usta-laşmış biri haline nasıl geldiklerini anlatarak kendileriyle alay ettikleri bir komedi skeciydi. Bu kutsal yerin duvarlarında yürekten gelen kahkahalar yankılanmayalı bir hayli uzun zaman geçmişti. Bir, iki hayvan bile dünyanın memnuniyetle karşıladığı bu eşsiz gürültüleri dinlemek için durdular. Kuşlar sabahleyin şarkı söylemeye başladıklarında, Beatrice yan döndü ve gözlerini açtı. Karaween çoktan bir mağara duvarına yaslanarak oturmuştu, dünyanın uyanmasını dinliyordu. Beatrice, "Dün geceki gösterin için teşekkür ederim," diye fısıldadı. "Çok eğlenceliydi. Bana öyle geliyor ki senin adın Sanatçı olmalıydı. Bana kendinden söz edip neden sana Karaween denildiğini anlatır mısın?" On altı yaşındaki kız kafasını evet anlamında salladı ve dışarıyı işaret etti. İkisi sessizce dışarı çıktılar ve kayalıklı uçurumun üstüne tırmanarak tepede konuşabilecekleri rahat 291 Mario Morgan bir yer buldular. "Adımı birkaç ay önce seçtim çünkü daha yetişkince şeylerle ilgilenmem gerektiğini hissettim. Uzun bir süredir bir oyun ustasıydım. Senin bizim grubumuzun dışında durup kendini kuma bir resim çizerek tanıtman benim oyunlarımın birinden uyarlandı. Ben dairesel bir sınırın kullanıldığı düzinelerle oyun biliyorum. Bir tanesine 'Ayın Etrafında" diyorum, bu, isteyen
herkesin katılabileceği bir yarışma. Oyuna iki kişi sırtsırta durarak, bir dairenin içinde yüzleri karşıt yönlere dönük olarak başlıyor. Başlangıç işareti verildiğinde, her ikisi de kuma çizilmiş çizginin üzerinde, önce çizginin içinde sonra da dışında, tek ayakları üstünde zıplamaya başlıyorlar. İki oyuncu karşı karşıya geldiklerinde, hangisinin daha uzun mesafe katettiğine belirleniyor ve o oyuna devam ederken diğerinin yerini bir başkası alıyor. İlk oyuncu sıranın yeniden kendisine gelmesini bekliyor. Oyun böyle sürüp gidiyor, ta ki herkes gülmeye başlayana ve çok yorularak oyuna son verilene kadar. "Bir de 'Resim Çizen Kişi' adında, küçük bir dairenin içinde oynanan oyun var. Oyuncular sırayla dairenin içine bir şey çiziyorlar, ama her şeyden yalnızca bir tane çizilebiliyor ve boş yer kalmadığında oyun bitiyor. Herkes her defasında daha fazla şey çizmeye ve farklı görüşler üretmeye çalışıyor. "Bazen, toprak çok yumuşak ve kum taneleri son derece ince olduğunda, benim 'Kaybolanı Arama' dediğim oyunu oynayabiliyoruz. Her oyuncunun küçük bir sopası oluyor ve hepimiz bir kum yığınının etrafına 292 oturarak küçük bir nesneyi, örneğin akşam yemeği için pişirilmiş bir hayvanın gözündeki merceği, kuma gömüyoruz. Sırayla, herkes sopasıyla kumu karıştırarak saklanan şeyi arıyor. Bu çocukların bir işe yoğunlaşmayı öğrenmeleri için harika bir oyun, ama artık grupta hiç çocuk yok. "Çocuklar öyküler uydurmaya ve bunları resimlerle göstermeye bayılırlar. Bazen bir çocuk bir şeyin bir parçasını çizer ve bir başkası öykünün başka bir parçasını anlatır; bu ta ki sıra herkese birkaç kez gelip de öykü ilginç bir maceraya dönüşüp bitene kadar devam eder. Bir de uzun sopaların kullanıldığı bir oyun buldum. Sıcak bir odun kömürü ya da sıcak bir taş oyuncuların birinden diğerine verilir. Başkalarına ucunda ateş olan bir çubuğun nasıl alınıp defalarca çevirüeceğini ya da arkalarından ya da bacaklarının arasından nasıl geçirileceğini öğrettim. Oyunlar iyi olduğu ve o türden gülme ve eğlence için zamanımız olduğu halde, benim daha yetişkince bir sorumluluğu üstüme almam gerektiğini düşünüyorum. Şimdi çoğunlukla sazları kullanarak sepetler örmeyi öğreniyorum, çünkü en çok bulunan şey, sazlardı. Ama hayvanların parçalarını kullanarak kaplar yapmayı da öğrendim. "Ben burada doğdum ve on altı yaz boyunca hep buradaydım. Annemle babam ve başkaları bir gün bir helikopter buraya geldiğinde alınıp uzaklara götürüldüler. Helikopterin üzerinde doktorların işaretinden vardı. O zamandan beri Wurtawurta'yla birlikteyim. Senin gelip aramıza katılmandan öyle mut293 luyum ki. Yeni birilerini nadiren görebiliyoruz." İki kız, bu konuşmadan sonra etrafa bakındılar ve o gün gereken malzemeleri topladılar. Mağaraya döndüklerinde diğerleri yeni uyanmaya başlamışlardı. Açık havada uyuduklarında hepsi de çok erken kalkıyorlardı. Mağaranın karanlığındaysa daha uzun uyumak onlara doğal geliyordu. Beatrice gün boyunca sık sık on altı yaşındaki Karaween'i ve onun büyüme projesini düşündü. "Umarım içindeki yaratıcılığı ve çocuksu büyüsü devam eder. Şimdi sağlıklı zihinlerin ve sağlıklı bedenlerin ne kadar önemli olduğunu görebiliyorum." Ertesi gün hava açık ve aydınlıktı ve Beatrice'le Wurtawurta ateşte ısıtmak için küçük taşlar topladılar. Beatrice, "Wurtawurta, sen her iki dünyada da yaşadın, modern dünyada ve burada, diğerlerinden uzakta. Bu iki kültürde neler farklı olarak yapılıyor?" diye sordu. "Birçok şey. Belki de aradaki önemli bir fark sorunlara çözüm bulma yolu. Birçok kişinin bir anlaşmazlık sırasında tartıştıklarını, bağırdıklarını, hatta birbirlerine vurduklarını anımsıyorum. İnsanlar ya çılgına dönerek orayı terk ettiler ya da birbirlerinden, kendilerini kötü hissederek ayrıldılar. Şimdi bunun herkesin kabul ettiği amaç olan bir tek standartın olmadığını öğrendim. Buradaysa, biz her birimizin kendi ifade ve görüşlerimize açık olmaya hakkının olduğunu kabul ediyoruz. Biz doğayla derin bir ilişki içindeyiz ve bir ağacın eğildiği için kırılmadığını görüyoruz. Ağacın boyu uzadıkça, daha 294 fazla eğilir. İki kişi anlaşmazlığa düştüğünde, onların hangi yönden konuştuklarını tanımlamak için dururuz. Biliyorsun yedi yön vardır: kuzey, güney, doğu, batı, yukarıda gökyüzü, aşağıda yeryüzü ve içimiz. Bir
anlaşmazlıkta, birisi onların batıdan, yani geçmişten, birisinin belirli bir biçimde anladığı bir şeyden konuştuklarını söyleyebilir. Ya da doğudan konuşarak, görüşlerini gelecekteki bir işin en iyi biçimde yapılması üzerine kur-maktalardır. Belki de onlar sözlerinin kalplerinden ya da bağırlarından geldiğini savunarak içlerinden konuştuklarını söyleyecekleridir. Sonra, eğer karşılarmdakinin bakış açısını göremez ve bir anlaşmaya varamazlarsa, ikisi yerlerini değiştirirler. Evet, gerçekten hareket eder ve bir diğerinin ayak izlerinin olduğu yerde dururlar. Sonra olaya o bakış açısından bakarak konuşurlar. En az önceden olduğu kadar saldırganlıkla, en az o kadar arzuyla dolu olarak konuşurlar. Çoğunlukla, bundan sonra bir anlayışa varırlar. Eğer bunu başaramazlarsa, dururlar ve birbirlerine, 'Bundan öğrenmemiz gereken ilke nedir?' diye sorarlar. "Beatrice, binlerce yıldır ırkımız birlikte çalıştı. Herkese saygı gösterildi, herkes her işe katıldı, herkes desteklendi, ama biz bir takımız. Buna ruhsal bir anlaşması olan bir insan takımı da diyebilirsin. "Bana başta çok farklı gibi görünen ve iki kültür arasındaki önemli farklardan biri olduğunu düşündüğüm bir başka unsur da çekişme kavramı. Değişime uğramışların dünyasında yalnızca bir kişi en yukarıda olabilir, diğerleriyse, bir üçgen gibi, çoğu kişi en altta 295 olacak ve üstlerindekini destekleyecek biçimde, onun altında kalırlar. Benim için bir anne ya da babanın çocuğuna yalnızca birisinin kazanacağını ve geri kalan herkesin kaybetmek zorunda olduğunu nasıl söyleyebileceğini anlamak zor. Onlar yeterli saygınlığın, liderlik için yeterli yerin olmadığına inanıyormuş gibiler, onun için yalnızca birisi başarılı olabilir ve geri kalan herkesin daha aşağıda bir rolü olmalıdır. Bence çekişme, eksiklik ve sınırlılık inancına neden olarak ve kıskançlık ve şiddet duygularını besleyerek, insanları birbirlerinden ayırmak için başka unsurların neden olduğundan çok daha fazla soruna yol açmıştır." Beatrice, "Tabii ki," diye araya girdi, "değişime uğramış olanlar çekişmenin dünyayı bu kadar ileri götüren ve konforlu hale getiren şey olduğunu söyleyeceklerdir. İnsanların buluşlar yapmaları şöhret ve iyi şansı beraberinde getirir." "Bu doğru ama şimdi eskisinden daha mı iyi durumdayız sanki? Yeryüzü daha mı sağlıklı? Bitkiler, hayvanlar ve insanlar daha mı sağlıklı? Gelecek çekişmeler sayesinde daha parlak ve umut verici bir hale mi geldi? Olanları yargılamıyorum, çünkü tüm bunların İlahi Düzenin bir parçası olduğunu biliyorum. Ama bir gözlemci olarak, kişisel olarak bunun kokusu bana iyi gelmiyor. Yeterli olmayan ya da üstünlük kavramlarına dayalı olarak düşünenleri kutsamam ve kendi hallerine bırakmam gerekiyor. Aborijin ırkı her zaman bir üçgen yerine düz bir yap-boz bulmaca gibi çalışmıştır. Biz herkesin bu bilmecenin bir yerine uyduğunu ve her 296 birinin de onun önemli bir parçası olduğunu düşünürüz. Herhangi birisi olmaksızın biz eksik olurduk. Bulmacada doldurulmamış bir yer kalırdı. Biz, ateşin yanında oturduğumuzda, herkes kendine özgü olanı ortaya koyar. Birisi grubumuza avcılıktaki ustalığını getirir, bir başkası bir öğretmen, aşçı, sağaltıma, dinleyici ya da dansçıdır. Bizim de bir liderimiz vardır, ama bizler aynı zamanda herkesin yönetme yeteneğine sahip olduğunu ve biz o macerayı istediğimizde bunu yapmasına izin verilmesi gerektiğini biliriz. Bizim bundan başka izleme yeteneğimiz de vardır. Birisi bir başkasından daha iyi değildir. Her ikisi için de bir yer ve zaman vardır." Beatrice, kentte yaşayan Aborijinlerle buraya göç etmiş olan Avrupalıların yeni nesilleri arasındaki ırksal ayırımı düşünürken, Hangi taraf eksiklik ya da sınırlama kavramlarıyla ilgili olarak düşünüyor, yoksa her iki taraf mı, diye düşündü. Ne de olsa, hepimiz de kendi Rüya görmemizi yaşıyoruz. 297 Gün doğumu, uyanan Beatrice'e uykusundan beri devam eden bir soruyu getirdi, Ben nereye aidim? Beatrice yeni bir ad almayı düşünüyordu, ama bu aceleyle yapılacak bir iş değildi. Bu ad kulağa hoş gelen ve onun çağırıldığında yanıtlayacağı gibi hemen alışabileceği bir sözcük olmalıydı. Ad onun, yaşamının bu döneminde kim
olduğunu yansıtmalıydı, onun için Beatrice kendine yeniden şu soruyu sordu: "Kimim ben?" Ben bir Aborijinim. Arayışı olan biriyim, Algılan şimdiden bozulmuş biriyim, Arkadaşlar, öğretmenler ve Sevgiyle çevrelenmiş biriyim. Kendimi kabul edilmiş, güvende hissediyorum. Keşfetmeye ilgi duyduğum hiçbir yetenek yok, Ama kendimi yetenekle dolu hissediyorum. Geliştiğimi hissediyorum, Ama ne olacağımı kesinlikle bilmiyorum. 299 Bir hafta sonra Beatrice Wurtawurta'ya, "Benim kutlamamın yapılma zamanı geldi. Yeni bir ad almaya hazırım," dedi. Wurtawurta Beatrice'in kendisine söylediğini diğerlerine duyurdu. Herkesin yüzü gülücüklerle doluydu ve herkes kafasını sallıyordu. Tören üç gün sonra yapılacaktı. O zaman özel bir yere geleceklerdi ve hazırlıkları yapmak için zamanları olacaktı. Grup sonraki iki gün boyunca yürürken, üzerilerinde neşeli bir hava vardı. Beatrice'in hangi adı seçtiğini tahmin etmeye çalıştılar ve öğleden sonrası bir tahmin etme oyununa dönüştü. Ad töreninin yapılacağı gün öğleden sonra, grup çok büyük ve derin bir kratere vardı. Burada yüz metre kadar genişlikte daire biçimli bir yer zeminden yükselmişti, eğer burası modern dünyada spor karşılaşmalarına ayırılmış bir yer olsaydı, buraya izleyicilerin oturacağı çok sayıda sıra konulabilirdi. Dairenin dibinde bu alan boyunca kıvrılan bir yılan gibi akan sıg suyla dolu bir kanal vardı. Bu dev çıkıntıyı yerden çekip çıkaran her neyse o kadar derinlere inmişti ki bir yeraltı ırmağının üstünü dışarı çıkarmıştı. Grup kraterin merkezine doğru inmeye başladığında Benala, "Bu dairenin ortaya çıkışı üzerine birbiriyle çelişen öyküler var, dedi. "Krater bir gün burada ortaya çıktı ve daha önce burada değildi. Bu şarkı çizgisinin içinde kalan topraklardan sorumlu olan kabilenin tarihinde bu yerle ilgili bir olay geçmiyor, ama senin de görebileceğin gibi, burası gözden kaçırmak için fazla büyük. Kabile şimdi buradan gitti; hepsini götürdüler. 300 ORHAN KEMAL İL HALK KÜTÜPHANESİ sonsuzluğun Mesajı Son adam, beş yıl önce buradan gitmeye zorlandı ve bu yerden hiç söz etmedi. Krater belli ki o zamandan sonra oluştu. Bunu yaratan kesinlikle muazzam bir güç olmalı." Wurtawurta şakacı bir tavırla, "Senin de bildiğin gibi," dedi, "tüm dağlarımıza, ırmaklarımıza, vadilerimize bir ad verilmiştir. Her şey ruhlarla ve kendi öyküleriyle özdeslestirilmiştir, ama bu yer senin gibi, yeni ve kendine bir ad arıyor." Beatrice düş gücünü ne kadar zorlasa da bu dev deliğin nasıl oluştuğunu hayal edemiyordu, ama en uygun zaman olduğunu hissettiği için verdiği kararı vermiş olduğunda bu yere çok yakın olmasından memnundu. Günbatımında mor bir tabaka güneşin önünde bir çizgi oluşturdu, gruptaki herkes bunun Beatrice'in partisinin olduğu akşam için güzel bir renk olduğunu düşünüyordu. Bu gibi olaylar için taşınılan bir ağacın kabuğunun atıldığı ateşten tatlı bir koku yayılıyordu. Karaween dağıttığı et parçalarının yanına tat verici yaprakları koyuyordu. Apalie keskin kokulu bir baharatın yapraklarını gündüz güneşin altında döndürdüğü bir kese dolusu suya koyup ateşte kaynatarak bitkisel bir içecek hazırlamıştı. Yemekten sonra herkes sırayla öyküler anlattı. Daha sonra sopalarla ritm tutarak şarkılar söylediler, dans ettiler ve diğer ad alma olaylarından konuştular. Karaween ve Apalie Beatrice'i sığ suyla dolu kanala götürdüler ve ellerini kullanarak, suyla onun bedenini yıkarken ona eski yaşamının ve şimdiki adının suyla birlikte akıp gittiğini söylediler. Kız o sabah yeni 301 İTLcll 1U J.1LUL}Ş~tXll birisi olarak yeni bir adla uyanacaktı.
Beatrice ateşin yanına döndüğünde, küçük tüyler koyulaşmış hayvan kanına batırılmış ve onun alnına birer birer yapıştırılmıştı. Bu bittiğinde Beatrice'in alnındaki tüyler yumuşak, kabarık bir taç gibi duruyordu ve o kendini bir kraliçe gibi hissediyordu. Sonra herkes ateşin çevresinde oturdu ve Beatrice'in seçtiği adı birisinin kulağına fısıldamasını bekledi. Bunu diğerlerine duyurmak için seçilen kişi her kimse bunu yaratıcı bir biçimde yapacaktı. O kişi o anda bir şarkı, bir şiir ya da hareketli bir tiyatro oyunu bularak bu adı diğerlerine söyleyecekti. Kimse ne bu görevin kime verileceğini biliyordu, ne de hazırlanacak zamanları vardı. Bu yaratıcılığın tüm insanlar için her zaman akmasını sağlamak için düzenlenmişti. Beatrice ayağa kalktı ve dört kadınla iki adamın etrafında yürüdü. Kız durdu ve neredeyse Wurtawurta'yla konuşacakmış gibi eğildi ama sonra doğruldu ve yürümeye devam etti. Herkes güldü. Beatrice bu aile için gerçek bir sevinç kaynağıydı. Kız yanında olduğu kişileri ve kendini eğlendirmeyi biliyordu. Beatrice arkadaşlarının çevresinde bir çocuk gibi dolaştı, sonra neredeyse kimse bunun farkına varmadan durdu ve Mitamit'in kulağına fısıldadı. Mitamit şaşırmıştı. Beatrice'in bunu yapacağını rüyasında görse inanmazdı. Onlar arkadaşlardı, ama Mitamit bekar bir erkek ve Beatrice de bekar bir kız olduğundan, aralarındaki ilişkilerde her zaman dikkatli olmuşlardı. Mitamit yanlış anlaşılmak istemiyordu. Onun bir eş almaya niyeti yoktu. Mitamit ayağa kalktı ve şu şiiri 302 okudu: Balıkçılın boynu uzun, Penguenin ayaklan ufak. Kookaburranm sesi güçlü, Ama kartal bizim en sevdiğimiz hayvan. Nedir bunların ortak noktası? Yuvadaki yumurtalar. Ve eğer siz seçimi yapacak olsaydınız, Ona hangi ad en çok uyardı? O beyaz saydam dünyayı terk etti, O sert bir koruyucu kabuk da değil. Size Minendie'yi, yumurta sarısını takdim ediyorum. Evet, bu sana iyi uyuyor. Bundan sonra, artık kimse onu Beatrice diye çağırmayacaktı ve Mitamit'in şiiri herkesin hoşuna gitmişti. Mitamit Minendie'den yaptığı seçimi açıklamasını istediğinde, "İnanıyorum ki sen benim kalbimin içindekini gördün," diye yanıt verdi. Sonra diğerlerine dönerek, "O size benim ne hissettiklerimi aynen söyledi. Sanki sizlerin bana yol göstermek ve gelişip değişip büyümeme yardımcı olan kollarınız üzerime sarılı olarak yürüyormuş gibiyim. Kendimi büyütülmüş ve korunmuş hissediyorum. Ayrıca bu yumurta sarısının nereden geldiğini bilmiyorum ve sonunda içinden ne çıkacağı 303 Mario Morgan üzerine de hiçbir fikrim yok. Sizler hiç tanımadığım annem gibisiniz; bu kuş yuvasını her gün ısıtıyorsunuz ve yumurtadan çıkanları koşulsuz olarak kabul ediyorsunuz. Ben hiçbir zaman böyle harika bir his duymadım ve arkadaşlığınız için her zaman minnettar kalacağım," dedi. Kutlama herkes yorulup birer birer uykuya dalıncaya kadar yeni şarkılar ve danslarla devam etti. Minendie gökyüzüne baktı, Beatrice'e ait olan her şeyi bıraktı. Peder Felix'le, Peder Paul'le, Rahibe Agatha'yla ve diğerleriyle barış imzalamıştı. Yarın yeni bir gün ve o yeni doğan birisi olacaktı. 304 Bazı günler gruptakiler yürürken aralarında konuşmalar geçiyordu. Diğer günler sessizdi. Ama her akşam paylaşma zamanıydı ve çoğunlukla şarkıların eşlik ettiği müzik çalınıyordu. Grup yanlarında bir vurma sopası takımı taşıyordu. Bunlar kurutulmuş, uçları yuvarlatılmış, yaklaşık yirmi santimetre boyunda, gözenekli iki ağaç parçasıydı. Sopaların ikisi de resimlerle süslenmişti. Resimler ağaca yakılarak işlenmişti. Her gece sopaları başka birisi kullanıyor, bir tempo başlatmak için onları birbirine vuruyordu. Bazen şarkıya eşlik etmek için yerde
duran başka ağaç parçalarını, iki kayayı, hatta çırpılan ellerini kullandıkları da oluyordu. Avusturalya'da binlerce yıldan beri kullanılmakta olan bir müzik aleti de didgeridooydu. Mitamit beyaz karıncaların içini boşaltmış olduğu ölü bir ağaç bulmuştu. Mitamit yaklaşık yüz otuz santimetre uzunluğunda düz bir dalı aldı. Dalın içini kumla temizledi. Sonra taşları, kumu ve başka ağaçları sürterek dalın dudaklarını koyacağı ucunun yüzeyini düzeltti. Çeşitli ağaçların farklı dokuları yüksek ya da alçak tonlarda ses çıkarırdı, ama Mitamit 305 Mario Morgan bunların hepsinde ustalaşmıştı. Bu kamışsız üflemeli çalgıyla kuş ve hayvan seslerini taklit edebilirdi. Grup, su kenarında yetişen otların olduğu bir yere geldiğinde, Mitamit bu çalgıyla otların üzerine doğru üfleyerek eşsiz sesler çıkarabilirdi. Bir de çeşitli uzunluklarda içi boş kamışları birbirine bağlayarak, bir tür armonika yapıyorlardı. Onlar, "Herkes müziği sever," diyorlardı. "Müzik bizim dünyadaki anlaşmamızın bir parçasıdır. Eğer şarkı söyleyemeyeceğini düşündüğün için şarkı söylemezsen, bu senin içindeki şarkıcıdan bir şey eksiltmez. Sadece sahip olduğun yeteneğe saygı göstermemiş olursun." Aborijinler tarihsel olayların şarkılarını söylerlerdi. Şarkılarında dünyanın Rüya görerek yaratılmasını anlatırlardı ve her gece en az bir yeni şarkı yazarlardı. Bazı şarkılarda kadınlar saat yönünde ya da saat yönünün tersine daireler ya da çizgiler çizerek hareket ederlerdi. Bazen özgürce hareket etmeye ve kendilerini bireysel olarak ifade etmeye özendirilirlerdi. Wurtawurta koyu renk gözleri geçmişin anılarıyla dolarak sakince, "Birçok kabilede erkekler ve kadınlar asla birlikte dans etmezlerdi, ama bu uzun zaman önceydi ve o zaman bu kadar az kişi değildik. Bazen küçük şeylerin değişmesi gerekir." dedi. Her konserden sonra kullandıkları doğal malzemelere teşekkür ederlerdi ve zamanlarını böylesine eğlenceli bir biçimde geçirdikleri için minnettarlık duyarlardı. Çalgılarını söker ve toprağa geri verirlerdi. Bir akşam Minendie müziğin her zamankinden daha da canlı olduğunu hissetti, Wurtawurta ona, "Eğer bir 306 Sonsuzluğun Mesajı insan bir adada tek başına doğar ve başka hiçbir insanla ilişkisi olmazsa, o iki çok özel karakteristik geliştirir, bunlar bir kuşun yuva yapmayı bilerek doğması gibi bildiğimiz şeylerdir. Bunların ne olabileceğini biliyor musun?" dedi. Minendie kafasını hayır anlamında salladı. "Müzik ve gülmek. Yalnız bir kimse mırıldanmayı, şarkı söylemeyi öğrenmeli, hatta şarkılar yazmanın bir yolunu bulmalı. Yalnız kişi aynı zamanda kendi sesinin gülme hissini keşfetmeli. Evet, hem müzik hem de gülmek beden ve ruh için birer ilaçtır." Minendie bunu daha önce düşünmemişti, ama bu, onun için kesinlikle doğruydu; gülmek onun her zaman kendini daha iyi hissetmesine neden olurdu ve müzikle öyle güçlü bir rezonans içine girerdi ki içinden ayaklarıyla tempo tutmak, dans etmek ya da ağlamak gelirdi. Minendie ben bir adada tek başıma bırakılmadım, diye düşündü, ama çocukluğum neredeyse öyle geçmişti! Grubun yolculuk rotası gelişigüzel gezindikleri bir yol değildi. Onlar mevsimleri, hangi bitkinin ne zaman meyve vereceğini biliyorlardı. Diğer kabilelerin artık yapamadıkları ve kendilerinin üstlenmiş oldukları ülkeyi koruma görevine son derece bağlılardı. Yıllar geçtikçe topraktaki değişiklikleri de görebiliyorlardı. Yağmur yağıp yağan su kuruduğunda, taşların üzerinde sudan geriye bir artık kalıyordu. Her yaz 307 Mario Morgan sıcaklık öncekinden daha da yüksek oluyor ve her kış daha sıcak geçiyordu. Hava o kadar ısınmıştı ki bazı yılan türleri yaşadıkları yeri terk ederek kendilerine yaşayacak yeni bir yer aramaya gitmişlerdi. Tuttukları balıkların içinde bazı şişlikler vardı ve daha sonra bu hastalık kendini dışarıdan da belli eder hale geldi. Bir gün Wurtawurta bir bataklığın kenarında, Googana'ya biçimleri bozulmuş iribaşları ve küçük kurbağaları gösterdi. Bazılarının yalnızca bir tek
arka bacakları vardı, bazılarının bir yanı kısa bir yanı uzundu ve birkaçının da üç arka bacağı vardı. O zaman gruptakiler gördükleri bu şeyleri ve toprağa neler olmakta olduğunu kısa bir süre sonra yirmi Gerçek İnsanın yaşadığı yerde tartışmaya karar verdiler. Oraya yakında varacaklardı. 308 Minendie erkek ve kadınların yaşamının her zaman bu kadar güzel ve eşit olup olmadığını sordu. Burada erkeklerin üstün olduğunu gösteren hiçbir şey yoktu, ama yalnızca Googana'yla Wurtawurta'nın davranış biçimleri miydi yoksa diğer Aborijin grupları da benzeri bir biçimde davranarak mı yaşıyorlardı, Minendie bunu bilmiyordu. Beyaz dünyada, beyaz erkeklerin kesinlikle kadınlardan üstün olduklarına inanılırdı ve siyah erkekler kendilerinin siyah kadınlardan daha zeki olduklarını düşünürlerdi. Wurtawurta bir uçurumun kenarında büyüyen ağaçların gölgesinde otururlarken Minendie'ye, "Bizde erkeklerin işleri ve kadınların işleri vardır," dedi. "Biri diğerinden daha iyi ya da daha eksik değildir; ruhlarımız aynıdır, ama bedenlerimiz değildir. Kadınlar erkeklerin işlerine katılmaz ve bunlardan söz etmezler. Tam olarak ne olduğunu bilmeyiz. Kafadan kafaya, kalpten kalbe konuşmada, pek fazla gerçek sır yoktur, ama onların ne yaptıkları bizi ilgilendirmez. Her şey kopalı ve mülteciler birarada gezmeye başlayalı beri erkeklerin kabilesel 309 gelenekler arasındaki farkları nasıl uyguladıklarını bilmiyorum. Bence erkekler her zaman yeni yaşamlar vermeye yakın olmayı istediler ve bu eksik kalan gereksinim onları sözde erkekçe meselelerde bir araya getirerek birbirlerine bağlıyor. Bu onların birleşmiş bir toplumdaki ayrılığı deneyimleme yollan. "Onun için kadınlar kadınca meseleleri ortaya çıkardılar ve ben bunları biliyorum. Bizler genç kızlara bedenleri geliştikçe ne olduğunu söylemekle, bu konuda ne yapmaları gerektiğini öğretmekle ve onlara bu her ayki özel günlerin yeni bir yaşam yaratmak için ne kadar harika olduğunu açıklamakla sorumluyuz. Çocuk doğurmak kadınca bir meseledir. Bebekler dışarı çıkarak ziyaret etmeyi seçtiği yeri görmesi için tatlı dille kandırılırken erkekler orada bulunmazlar. Biz büyükannelerin bilgeliğine ve rehberliğine büyük önem veririz. Bir kadın bir büyükanne ve bir büyük büyükanne olduğunda, neyin en. iyi, neyin geçici neyinse kalıcı olduğunu öğrenmiştir. O, birçok değişik insan görmüştür ve bireylerle topluma birbirlerini daha iyi anlamada yardımcı olabilir." Wurtawurta sonra şu şiiri okudu: "Bir bebek annesine aittir. Bir çocuk topluma, Bir genç öğretmenlere, Bir gelin kocasına, Bir anne ailesine, Bir yaşlı büyükanne ise halka aittir." 310 "Kadınca meselelerin çok önemli bir bölümü de Yanıt Rehberinin Koruyucusu rolüdür. Apalie'den bunu sana göstermesini isteyeceğim." İki gün sonra Apalie diğerlerine kendisiyle Minendie'nin ayrı bir yere giderek kadınca meselelerden konuşacaklarını duyurdu. Ertesi gün geri döneceklerdi. Diğerlerinden yeteri kadar uzaklaştıktan ve kuma oturarak rahatladıktan sonra, Apalie küçük bir çanta çıkararak, "şimdi ben Yanıt Rehberinin Koruyucusuyum. Bu birisi o armağanı ifade etmeyi istediğinde elleri değiştiren bir şeydir. Elini içine sok," dedi. Minendie kendine söyleneni yaptı ve çantanın içinden madeni para boyunda hayvan derisinden bir parça çekti. Derinin her iki yüzü de düzletilmişti. Deriye yakılarak işlenmiş bir simge vardı. Minendie deri parçasının arkasını çevirdiğinde, burada da bir simge olduğunu gördü. "Rehberlik etmek için otuz iki bağlantı vardır. İşte burada, sana bunların nasıl kullanıldığını göstereceğim. Onu kesenin içine geri koy. Şimdi iyice sakinleş ve sana rehberlik edilmesini istediğin bir soru sor. Ben de iyice sakinleşeceğim. İkimiz de ellerimizi çantanın üzerine koyacağız. Soruyu zihninde ve kalbinde sorduğunda, keseden bir parça çek." İlk defasında çıkan simge Minendie'nin ikinci çektiği parçada da vardı. Apalie, "Bu görülmedik bir şey değil," diye yorumda bulundu. "Ne de olsa, dünya senin sorunu ve onun
311 yanıtını sen daha sorunu düşünmeden zaten biliyor. Ama başka rehberlikler de vardır; buradaki her parçada aynı işaret yoktur." Apalie bu yorumu yaptıktan sonra keseyi ters çevirdi ve tüm deri parçaları yere döküldü. "Senin seçtiğin simge yetişkinlik işaretiydi. Bu birisinin ya da bir şeyin en uç noktada olduğu anlamına gelir. Bu bir yere gelme uğraşısının sona erdiğini ve artık amaca ulaşma zamanının gelmiş olduğunu gösterir. Bu senin sorunla nasıl bağdaşıyor?" "Ben bizim diğer Gerçek İnsanları bulmamızla ilgili bir soru sordum ve yeryüzüyle ilgili endişelerimiz üzerine yapılacak toplantının başarılı olup olmayacağını bilmek istedim. Bence bu rehberlik benim ne zaman, nerede ve kiminle diye endişelenmemem gerektiği anlamına geliyor. Yalnızca bu konunun Birliğin ellerinde olduğunu ve uygun olan zamanda ortaya çıkacağını bilmem yeterli." Apalie diskleri kumun üzerine dizerken, "Bu simgenin çok iyi bir analizini yaptın," dedi. "Sanırım bir gün sen Koruyucu olmakla ilgileneceksin." Öğretmen birkaç saat boyunca yeni öğrenciye anlamları, bilginin nasıl uygulanacağını ve zarar gören dairelerin nasıl onarılacağını ya da yeniden yapılacağını öğretti. 312 Minendie Apalie'den diğerlerinin yanına dönmeden önce kendi öyküsünü anlatmasını istedi. "Ben şimdiye kadar yazın kışa dönüştüğünü kırk kez gördüm. Bunların sekizini bu grupla birlikte geçirdim ama, hala sık sık kendi kanımdan olan ailemi ve birlikteki son günümüzden önceki yaşamı düşünüyorum. Ben bir kampta doğdum. Sekiz yaşıma geldiğimde, asıl barınağımızı bırakarak oluklu demir levhalardan yapılmış yeni bir eve taşındık. Ev düzenli olarak başka duvarların eklendiği büyük bir duvardan ve bir de kapıdan oluşuyordu. Bölünerek ayrılmış bir aileye verilen odaların her birinde küçük bir açık pencere vardı. Belki de plan yaparken bunlara cam takılması düşünülmüştü, ama bu hiçbir zaman yapılmadı. Odanın içinde bir yatak, bir masayla sandalyeler ve giysiler için bir dolapla tabakların konacağı bir raf gibi birkaç eşya vardı. Odanın ortasında uzun bir kablonun ucunda duran bir elektrik ampulü asılıydı. Bazen prize bir radyo takardık. Mobilyalar kısa ömürlü olurdu. Babam onları ya satardı, ya bir kumar bahsinde kaybederdi ya da bir öfke krizinde kırıp döker313 di. Annem de eşyaları atıp kırmada çok iyiydi. "Büyükannemle büyükbabamın odada yaşaması düşünülmüştü ama onlar bunu asla yapmadılar. İngilizce konuşmayan halkların bir araya geldiği devletçe belirlenen arazide yaşamayı sürdürdüler ve yerel ağaç ve çalılıktan yapıları kullanarak, bazen karton kutular, çadır bezleri ve ağaçtan sandıkları ekleyerek kendi barınaklarını yaptılar. Yaşlılar yabancıların yaşama biçimlerine hiçbir zaman gerçekten uymadılar. Büyükbabam cinsel organlarını örterdi, ama asla dikilmiş bir giysi giymedi. Ve büyükannem etekle göğüslerinin etrafına sardığı doğal malzemeleri giyerdi. "Büyükbabam hiçbir zaman gülümsemeyen üzgün bir adamdı. Zamanını ağaçlıklı arazilerde yürüyerek ve bir ağaç gölgesinin altında oturarak geçirirdi. Büyükannemin ona bir kap içinde yemek ya da teneke bir bardakla çay vermesi dışında nadiren konuşurdu. Çoğu kez kendi yemeğini, yaptığı yürüyüşlerde bulduğu yiyeceklerden hazırlardı. "Erkekler çoğunlukla Perşembe günleri haftalık olarak verilen yiyecek ve tütünü almaya giderlerdi, ama bu, bizim ailemiz için geçerli değildi. Bu işi büyükannemle annem yaparlardı. Ben dört yaşımdayken, annem bir beyaz yabancının kamyonundaki yatağa ilk kez olarak gitti. Dört yıl sonra, biz odada yaşarken, annem tümüyle değişmişti. Annemle babamın ilk kez olarak tartışmalarını anımsıyorum. Babam onu kolundan tuttu ve ben onlara bakarken onu zorla dışarıya çıkardı. Onları uzaktan izledim ve babam annemi kolundan tutarak 314 beyaz bir adamın yanına götürdü. Adam annemi kolundan kavrayarak zorla eski kırmızı kamyonunun arkasına sürükledi. Babam oradan uzaklaşırken yeri tekmeledi. Elindeki dolar banknotunu katlayıp pantolonunun cebine koyuyordu. "Ondan sonra babam sık sık annemin verdiği hizmet karşılığında bir dolar alır oldu. Annem benimle oynayan ve küçük oyuncaklar yapan güzel bir kadındı, ama
babam onu annemin sevmediği adamların yanma gitmeye zorladıktan sonra bu sona erdi. Ondan sonra bana bakan, bana bir şeyler öğreten ve sorular sorduğumda dünyadan bir anlam çıkarmaya çalışan büyükannem oldu. "Büyükannem bana açık arazilerde büyüdüğünü anlattı. Bana rengarenk kuşlarla dolu harika ormanlardan, okyanusun kıyısından, güzel şelalelerden ve koyu mavi renkli göllerden söz etti. Kangurularla dolu otlarla kaplı ovalardan ve onun halkının en uygun olan zamanda ölü ajanı ateşe vererek yağmur mevsiminin tüm yeni yeşil filizleri ve yeni yaşamı vermesini nasıl sağladığından söz etti. Bana uçsuz bucaksız çölü ve oradaki güzellikle barışı anlattı. "Ben on iki yaşıma geldiğimde, çıkan bir hastalık topluluğu kırıp geçirdi. Annemle babam öldüler. Ondan sonra ben büyükannem ve büyükbabamla kaldım ve tüm yaşlılara bakarak bir daha o metal evlerde hiç otur-madım. Büyükbabam ben on altı yaşımdayken, büyükan-nemse on sekiz yaşımdayken öldü. "O zaman oradan ayrıldım. Yıllarca bir yerden başka 315 bir yere gidip durdum. Evlenmeyi ya da çocuk yapmayı hiç istemedim. Bir gün geçici olarak kente gelmiş olan bir koşucuya rastlayana kadar dünyada hiçbir anlam bulamadım. Onunla birlikte çöle gittim. Bu sekiz yıl önceydi. "Su İnsan anlamına gelen Apalie adını seçtim, çünkü artık bizimle olmayan yaşlı bir kadın bana havadaki suyu koklama, yerin altındaki suyu duyma, bedenimin içindeki suyu hissetme sanatını öğretti. Onun yaşamı uzatan bu sıvıya duyduğu derin saygı ve hürmet bana ilham verdi. Su hiçbir soru sormaz, o içine girdiği kabın biçimi neyse o biçimi alır. Su sıcak ya da soğuk, buhar ya da yağmur olabilir. Su her şeye uyar. Su bitkileri, hayvanları, balıkları ve insanları besler. Su tüm yaşama saygı gösterir ve kendisini karşılık beklemeden verir. Su zayıftır, ama bir damla su zamanla bir taşta delik açabilir. İnsanlar onu çamurlu hale getirebilirler, ama rahatsız edilmediğinde su kendi kendini temizler. Ben suyla bağlantılı olmaktan gurur duyuyorum." Minendie nerede olursa olsun her insanın anlatacak bir öyküsü vardır, diye düşündü. Dünyanın yalnızca onu dinleyecek kadar düşünceli olması yeterli. Bireyler arasındaki, ülkeler, hükümetler ve dinler arasındaki anlayışın dev bir adım atacağından eminim. 316 iV: Aborijin halkı çoğunlukla tam bir sessizlik içinde yürürlerdi çünkü onlar eski zamanda olduğu gibi, ses yerine telepatiyle konuşuyorlardı. Minendie arkasından yürümekte olan Benala'ya, "Bunu nasıl yapıyorsunuz? diye sordu. "Bunu yapmayı ben de öğrenebilir miyim?" Benala, "Tabii ki," diye yanıtladı. "Bunun değişime uğramışların dünyasında yapılmamasının tek nedeni korku tarafından bloke edilmiş olmasıdır. Değişime uğramış olanlar sır tutarlar ve her zaman doğruyu söylemezler. Onlar birisinin kendi kafalarından ve kalplerinden geçeni okumasından ve içlerinde sakladıklarının açığa çıkmasından korkarlar. Kendilerine bunun yapılamayacağını ve yapılabilse bile bunun istenmeyen, hatta kötü bir şey olacağını söylerler, çünkü doğaüstü olanla bağlantıya geçmek değişime uğramış olanların çoğu için korkutucudur. Onlar bunun insan yeteneklerinin normal sınırlarının ötesinde olduğuna inanırlar. Ama öyle değildir. Bunun için yalnızca çalışma yapmaya ve konsantrasyona gerek vardır." 317 Mario Morgan O akşam kamp ateşi yakıldığında, Benala Minendie'ye ateşe bakıp iyice konsantre olarak kafasındaki içsel konuşmayı nasıl durduracağını ve nasıl çevresindeki herhangi bir sesi duymaz, hiçbir şeyi görmez hale geleceğini öğretti. Minendie kendi kendine yoğun bir trans durumuna girdi. Sonra tüm grup ona zihinsel telepatiyle kırmızı rengi göndermek için konsantre oldu. Ona beş rengi doğru olarak alabilir hale geldiğinde, gönderici olmaya başlayabileceğini söylediler. Minendie o ilk gece biraz zorluk çekti. Buna neyin yol açtığını analiz etmeye çalıştığında, hala gizlice çıplaklık konusundan rahatsızlık duyduğunu itiraf etti. Wurtawurta ona nazik bir tavırla, "Doğru ya da yanlışın olmadığını anlamalısın," dedi. "Doğru yanıt için kimse seni alkışlamayacağı gibi çoğumuzdan farklı
düşündüğün için kimse sana kızmayacak. Dünya siyah ve beyaz değildir. Dünya bu ikisinin arasındaki tüm renklerdir. Senin için düşünmesi bile hasta edecek kadar itici olan bir şey başkaları tarafından, hatta başka bir zamanda, başka bir yerde ve başka bir durumda senin tarafından bile kutsal kabul edilebilir. Yanıt, dürüstlüktür. Yalnızca kendine karşı dürüst ol. Yaşamındaki şeyler hakkında hissettiklerini kabul et. Kendini gözlemle. Rahatsızlık duymanın hiçbir yanlış tarafı yoktur, yalnızca ne hissettiğini inkar etme ve saklama. Bizler bundan insanların farklı olabileceğini ve herkesin kendi yolunda haklı olduğunu öğrenebiliriz. Eğer kendi duygularına saygı duymazsan, bir başkasınınkilere saygı duyman olanaksızlaşır. Hiç kimsenin sen ona izin vermedikçe 318 Sonsuzluğun Mesajı senin kafanın içine girip düşüncelerini okuyamaması evrenin yasasıdır. Bu bir açık olma sanatıdır." Minendie bunları anladığında, her şeyi çok daha kolay öğrenmeye başladı. Gruptakiler işe ona renkleri zihinsel olarak almayı ve göndermeyi öğreterek başladılar. Minendie kırmızı rengi-tüm duyularını, rengin dokusunu, kokusunu kullanarak-gözünde canlandırdı. Sonra biçimlere geçtiler. Minendie daireleri, kareleri ve üçgenleri öğrenmeye başladı. Kullandıkları imgeler renkli dairelerin de eklenmesiyle gittikçe daha da karmaşıklaştı, ta ki Minendie soyut düşünceleri gönderip alabilir hale gelene kadar. Telepati onu kafasının içinde duyduğu bir ses ya da beynine yazılan sözcükler değildi, ama her nasılsa bir çeşit bilişti. Sonunda, Minendie öyle bir hale geldi ki, artık sessiz konuşmaları yapabilmek için kendisini transa sokmasına gerek kalmıyordu. Kız aynı zamanda çok uzaklardaki insan topluluklarının ortak düşünce patlamalanna da duyarlı hale geldi. Diğerleri bir yönü işaret ederek büyük bir acı ya da bir mutluluk patlaması hissettiklerini söylediklerinde, o da aktarılan bu hassas enerjiyi hissedebiliyordu. Minendie telepatinin avantajının kendisi gibi insanları kafalarında bir yere tıkıştırdıkları düşüncelerden kurtulmaya ve her şeyi açığa çıkarmaya zorlaması olduğuna karar verdi. Minendie sessizce, 'nerede olduğumu bilmekten, bulunduğum yerden mutluyum,' dedi. Toprak sıcaktı, ama her nasılsa dünya bu sıcak 319 Mario Morgan havadakilere acıyarak havada hafif bir rüzgar estiriyordu. Minendie uzun saçlarını kafasının üstüne toplayarak bağlamaya çalışırken, "Diğerlerini ne zaman bulacağız?" diye sordu. Apalie onun düğüm atabilmesi için parmağını düğümün üstüne koyarak, "Çok az kaldı," diye yanıtladı. "Daha önce birileri halkımızın görünmez hale gelebileceğinden söz etmişti. Bizi korumaya, uygarlaştırmaya ve kendimizden kurtarmaya gelen değişime uğramış olanlar bizi göremezler. Yıllar önce eskiden ırkımızın yanılsamalar yaratarak gözden kaybolabileceğini duymuştum. Söylemek istedikleri bu muydu?" Apalie Minendie'nin saçlarına bakarak, "Evet," diye yanıt verdi, kızın attığı her adımda tepesindeki bir demet saç bir horoz ibiği gibi ileri geri oynuyordu. Yeni yumurta sarısı, "Bunu nasıl yapıyorlar?" diye sordu. "Onu da öğrenebilir miyim?" "Bu bir numara değildir. Bu, savaşçılarla saldırganların bilincinden dolayı gelişen basit bir yaşam biçimidir. Eğer birisi, silahı olan birisi, sana zarar vermeye gelseydi ve sen de Gerçek İnsanlardan birisi olsaydın, ne yapabilirdin ki? Silahın yoktu. Olsaydı bile onu kullanmazdın. Kendi enerji dağılımının kontrolü senin elindeydi ve öle-meyeceğini biliyordun. Sen Sonsuzluktun. Onun için korku duygusuna kapılmazdın bile. Silahını sana doğrultmuş olan bu insanı yargılayarak onun hatalı olduğunu düşünmezdin. Onun kendisini izin verebildiği 320 Sonsuzluğun Mesajı en üst düzeyde ifade etmeke olduğunun farkına varırdın. Onun için, bu mükemmel bir seçimdi. O bir hata yapmıyordu. Onun için, o zamanda bulunulması gereken yer orasıydı. Sen olanları gözlemlerdin ama sana kokusu ve tadı hoş gelmeyen bir şeye katılmayı reddederdin. Bu nedenle kendi isteğinle enerjini değiştirir ve kendi inandıklarının her yerdeki yaşam için doğru
olduğunu düşünürdün. Eğer o anda bunu yapmak mümkünse, en iyi duruş ayakların biraz açık, ellerin belinde, avuçların açık olarak saldırgana bakacak biçimde ayakta durmaktır. Sonra parıldayan bir ışığın, ruh enerjisinin, topraktan çıkarak ayakların ve bacakların yoluyla tüm bedenini doldurduğunu gözünde canlandırırdın. Tüm hücrelerin bu mükemmellikle dolardı. Bu güzelliği dışarı gönderir, silahlı kişiye doğru bir ışın yollardın. Hiç kımıldamaz ama senin yaşamını almaya kararlı bu kişiyi kucaklar ve sarardın. Ona tam bir kabul ediş, saygı, anlayış ve sevgi gönderirdin. O kişiyle sessizce, kafadan kafaya, kalpten kalbe konuşmayla konuşurdun. Bu insana onun bir hata yapmadığını, onun hiçbir zaman hata yapmadığını sessizce açıklaman önemliydi. Hiç kimse bir hata yapamaz. Hepimiz aynı Kaynaktan gelip aynı Kaynağa geri dönüyoruz ve hepimize aynı armağan verildi. Her dairede çizginin son tamamlanan bir parçası bulunur bu bizim için de böyledir. Seni öldürmeye çalışan adam da, mükemmelliğin bir parçasıdır ve onun bu hareketi seçmesi hatalı değildir. Bu, senin onun yaptıklarına razı olman ya da ona göz yumman anlamına gelmez, ama onu yargılaman da 321 I Mario Morgan gerekmez. Sen, o insanı seversin, onun hareketlerini değil. "Sen koşulsuz olarak kabul ettiğinde ve bu insanı durum ne olursa olsun sevdiğinde, onun en derin-lerindeki farkındalık düzeyi uyanışa geçer. Onun kim olduğu gerçeğini bilen ruh bilinciyle, onun bu cinayeti işleyebileceğini sanan sınırlı yeryüzü beyin bilinci arasında bir çatışma ortaya çıkar. Bu sorun insanların üstlendikleri hayvan duygusu tarafından çözülür. Onun mutlak olarak koşulsuz sevgiye göstereceği tepki, dört bacaklı hayvanların geçici hayatta kalma duyguları olan korkudan farklı bir tür 'korku'dur. İnsanlar bu korkuya son derece karmaşık şeyler eklemişler ve korkuyu bu yeni 'korku' olgusuna dönüştürmüşlerdir. Onlar hayal ettikleri durumlardan, gelecekte karşılarına çıkabilecek olaylardan, tekrar tekrar olan şeylerden, açıklanamayan herhangi bir şeyden korkarlar ve gerçek koşulsuz kabul etmenin saflığından dehşete düşerler. Adam en çok 'korktuğu' şeyi, örneğin ölümcül bir yılanı görür. Eğer kendine değer vermeyen birisiyse ve kendinin bir hiç olduğunu düşünüyorsa, kendi varlığının kimse için bir önem taşımadığına inanıyorsa, hiçbir şey görmeyecektir. Bazı avcılar yılanlar ya da yaban domuzları görürler ve birçoğuysa bizim gözden kaybolduğumuzu söylerler. "Yanılsama onu görenin gözlerindedir. Korunma kendinin korunmaya gereksinimin olduğuna asla inanmamaktan gelir." 322 Yedi kahverengi, Güneş Ananın parlaklığını yansıtan beden, denize ve kuzey kıyısına doğru yürüdü. Bu yasalara uymayan yirmi Aborjinin kimse tarafından görülmeden birkaç gün boyunca bir araya gelebilecekleri en iyi yerdi. Kente en son giden koşucu onlara yasaların getirdiğini ilkelere tüm yerlilerin uyması gerektiği haberini getirmişti. Bu grubun hükümetin resmi yasalarından herhangi birine karşı çıkmak gibi bir niyeti yoktu. Bu ilkeler yüksek mahkeme tarafından, yüksek kanunlara göre konulmuştu. Buluşmayı planladıkları bölge açık havada değildi. Burası uzun ağaçların ve yoğun bitki örtüsünün kapattığı bir bataklıktı. Üzerinde yürünebilecek çok az yer vardı. Bir yerden bir yere gitmek için yürümek yerine, ağaç köklerinden yapılmış ve dev bir ağaç gövdesine bağlanmış kalın iplerin üstünde yürümek zorundalardı. Bataklıktaki su en az bel hizasına kadar geliyordu ve tuzlu su timsahlarının ve su yılanlarının yaşadıkları iç bölümlerde çoğunlukla bundan daha da derindi. Burası iki ayaklı insan avcılarından korunabilecekleri bir sığınaktı. Buradakiler bir uçaktan görülemezdi ve kanal323 lan araştırmada kullanılan herhangi bir motorlu tekneyi duyabilirlerdi. Burada aynı zamanda bolca yiyecek de bulunuyordu. Balık, kurbağa, yumurta, kaplumbağa, yılan, sülük ve çeşitli bitkileri bulabiliyorlardı. Yirmi Gerçek İnsanın hepsi de orada olacaktı. Minendie diğer on üç kişiyle tanışmak için büyük bir heves duyuyordu. Gerçek İnsanlar üç ayrı grup halinde
yolculuk ediyorlardı, her birinde dört kişi olan iki grup ve beş kişiden oluşan bir grup vardı. Bu üç grupla Minendie'nin grubu yılda dört kez buluşuyordu. Minendie ve diğerleri bataklığa yaklaştıkça, bitkiler taa ki onlar yoğun bir cangıla girinceye kadar arttı. Bölge sürekli olarak gölgeliydi, onun için de serin ve nemliydi. Yeşil rengin çeşitli tonlarındaki yosunlar her yeri kaplamış gibi görünüyordu. Minendie yere bastığında ayaklarının altındaki kaygan ve nemli toprağı hissediyordu. Burası onun uzun süre kalmak isteyeceği türden bir yer değildi. Parlak güneş ışığını şimdiden özlemişti. İnsanları görmeden önce onların seslerini duydular. Ağaçların altındaki mağaramsı boşlukta hafif bir fısıltı sesi bile yankılanıp duyuluyordu. Grup telepati kullanmayacaktı. Eski deneyimler onlara çok sayıda kişi aynı anda iletişimde bulunduğunda telepatinin karışıklığa neden olabileceğini göstermişti. Kendine daha kısa bir süre önce yeni bir ad seçmiş olan Minendie, diğer on üç kişinin kendilerine hangi adları seçtiklerini ve bu adları neden seçtiklerini öğrenmeyi en çok isteyen kişiydi. Onların her biriyle tanışırken 324 Sonsuzluğun Mesajı kendi adlarını açıklamalarını istemeye karar verdi. Böylelikle yüzlerin yanına birer ad koyabilecek ve onları daha iyi anımsayabilecekti. Minendie kendi kendine şakayla karışık, ne de olsa her şeyi yazıya dökmeye alışmış biriyim, dedi. Minendie'nin grubu gülümseyen ve onlara sarılan iki kadının yanına vardı. Minendie kendini tanıttı. Omuzlarında yara izlerinden süsler olan bir kadın adının Zaman Tutma olduğunu söyledi. Minendie ona neden bu adı seçtiğini sorduğunda, kadın, "Bu bir sorumluluğu betimliyor. Yüzlerce yıldır her yıl bir kez doğumlar, ölümler, bir uçağın ilk olarak görülmesi gibi tüm anlamlı olayları anımsamakla sorumlu olan birisi olmuştur. Bilgileri resme döken birisi vardır, ayrıca tarihimizi de bir mağarada bulunan duvar resimleriyle kaydederiz. Zaman tutma sorumluluğu bir kişiden bir başkasına geçen bir şeydir. Ben bu adı alırken, bu ad benim için değişik bir biçimde anlamlı hale geldi. Zamandan üç biçimde söz edilebilir. Geçmiş, dün ve geride bırakılan zaman. Düz bir çizgi gibi olan gelecek, yarın ve önümüzde uzanan zaman vardır. Sonra zaman çemberi gelir. Bizler Sonsuzluktan gelir ve ona döneriz. Bana gelince, benim zamanla olan ilişkim bir nokta tarafından betimlenir. Geçmişi değiştiremezsin. Geleceği garanti altına alamazsın. Onun için bizim sanatımız noktalarla doludur; bunların her biri zamana karşılık düşer. Önemli olan tek zaman şimdidir, her bir an, her bir noktadır. Eğer her günü elimizden gelen en iyi biçimde yaşar, her şeyi en yüksek bütünlük düzeyimizde yaparsak, bu yolculukta 325 Mario Morgan birer insan olarak başarılı oluruz," dedi. Kadın Minendie'nin onun adının anlamını sormasından son derece memnun kalmış gibi görünüyordu. Kadın sözlerini, "Kabilemize hoş geldin," diyerek bitirdi. Diğer kadının adı Atalarla Konuşan Kişi'ydi. Kadının ince uzun bir yüzü vardı ve adını açıklarken yüzünde ciddi bir ifade görülüyordu. "Bu adı seçtim çünkü yaşam ve ölümle ilgili düşüncelerimden emin değildim. Benim için, halkımıza bu kadar çok şey olurken olumlu düşünebilmek zor oldu. Eğer böyle bir dünya varsa, ruhların dünyasıyla nasıl iletişime geçebileceğimi öğrenmek istedim. Sanırım soru soranlara gerçekten rehberlik edilip edilmediğini bilmek istiyordum. Önce Atalarla Konuşmak İsteyen adını aldım, ama şimdi bunu yapabildiğimi söyleyebilirim. Her birimize, eğer biz dikkat edersek rehberlikte bulunulur. Benim için görünmeyen dünyayla ve doğmamış olanlarla konuşmadan geçirilen bir yaşamı hayal etmek zor. Bu kesinlikle benim olumlu düşünceye geri dönmeme yardımcı oldu." Üç kişilik bir grup, iki adam ve bir kadın, Minendie'ye yaklaştı. Minendie yine kendini tanıttı ve herkesin adıyla ilgili açıklamaları duyma ricasını dile getirdi. İlk adam kısa ve bodurdu ve çok mutlu görünüyordu. Adam, "Benim adım Göğüs Levhası Yapıcısı," dedi. "Bu levhaları yapmayı çok seviyorum. Sen bunlardan birini hiç gördün mü? Bunlar savaşta korunmak için değil süs olarak takılır.
Bunları yıllardır yapıyorum. Levhaları yapmak için neredeyse her şeyi kullandım: postlar, otlar, saçlar, taşlar, kemikler, tahtalar, tüyler, dişler, pençeler, 326 sonsuzluğun Mesajı yılanlar. Bu ise ilk başladığımda, bu bir erkek işiydi. Kadınlar için levha yapan bir kadın da vardı, ama bu onun işiydi, ama şimdi o kadar az kişi kaldık ki bir süre önce benden ilk kez olarak kadınlar için bir levha yapmam istendi. Şimdi her iki türde göğüs levhalarından da yapıyorum. Eğer bunlardan birini hiç görmediysen, bunların nasıl kullanıldığını bilemezsin. Biz bunları kendimizi ifade etmek için kullanırız. Bazen bunlar bizim korunmaya ihtiyacımız olduğu duygusunu, incinebilir kimseler olduğumuzu simgeler. Kentten gelen üzüntü verici konuşmalardan korunmak için bir kalkana ihtiyacımız vardır. Kalkan buna açık olmaya hazır olmayan bir kalbi temsil eder. Bunları yaratmaktan çok zevk alırım." Sonraki adam kendisine Mandanın Akrabası diyordu. Bu kuşkusuz kabiledeki en iri adamdı. "Adımı seviyorum çünkü bu hayvan aslında Avusturalya'ya ait bir hayvan değil. Bu buraya ait bir hayvan değil, anlarsın ya. Manda buraya gemilerle getirildi. Bu hayvan son derece güçlü ve dayanıklıdır ve insanların elinden kaçtığında hayatta kalabilmeyi öğrenmiştir. Bana göre, bizim durumumuz onun tersidir. Biz buraya aitiz, ama köklerimiz söküldü, bundan dolayı yaşamak için sert olmaya ve kaba kuvvete gerek vardır." Kabiledeki bir sonraki kadının kafasında neredeyse koyu renk saçlarının içinden geçiyormuş gibi görünecek biçimde boyanmış beyaz çizgiler vardı. Kadın, "Ben kendime İçteki Üç Varlık adını verdim," derken hevesli ve coşkuluydu. Sözlerine söyle devam etti: "Ben yaşlandıkça ve dünyaya bakarken, gördüğüm man327 i>ıano iuorgan zaranın bazen hala bir çocuğa ait olduğunun farkına vardım. Bunun dışındaki zamanlarda bir kadın gibi görüyor ve hissediyordum ve her geçen gün dünyayı daha da fazla içimdeki bilge yaşlının gözleriyle görmeye çalışıyordum. Bu üçünün herhangi bir parçasından vaz geçemem. Sorumlu bir yetişkin olmayı seviyorum ve bazı bilgece kararlar vermekten gurur duyuyorum, ama hala bir çocuk gibi gülmekten büyük bir zevk alıyorum. Çevremdeki dünyaya duyduğum merak azalmadı. Sanırım adım, 'Beni olduğum gibi kabul et, ben büyümeyeceğim,' mesajını veriyor." Sonraki adam kırklı yaşların ortasındaydı, uzun boylu ve ince yapılıydı. Adı Bölünmüş Yol'du. "Bu adı yalnızca kısa bir süre için kullanacağımı düşünerek seçmiştim. Hangi yeteneği geliştireceğimden emin değildim. Evlenip evlenmeyeceğimden emin değildim. Grup olarak bu kadar fazla terk edilmiş ülkeye bakma sorumluluğunu yerine getirebilip getiremeyeceğimizi bilmiyordum. Ad alma törenim yıllar önceydi." Adam gülerek ekledi, "Ama adım hala Bölünmüş Yol." Sonra bir kadın Minendie'nin yanına geldi ve kendini tanıttı. "Benim adım Ani Çiçek Açan," dedi. "Adım doğanın dünyadaki düzeni büyülü bir biçimde sağladığını görmemden geliyor. Geceleri soğuk oluyor ki küçük tohumlar sıcak güneş parladığında patlayabilmek için yeterli gücü biriktirebilsin. Doğa çiçeklerin solmuş yapraklarını, ağaçların kurumuş dallarını görür; havayı harekete geçirip canlandırır; ölü bitkileri, seçici bir biçimde, birer birer söker ve biriken parçaları yuvarlanıp 328 Sonsuzluğu» Mesajı bir koyakta toplanması için alıp götürür. Eski yapraklar korkmuş küçük kemirgenlerle sürüngenler için bir barınak olur. Her şey çok, ama çok sessiz olduğunda, kuşlar gökyüzünden gelerek saklanırlar, kanatlarını gövdelerine bastırırlar ve hareketsiz dururlar. Hava ağırlaşır, gökyüzü kararır ve sonra doğanın büyük gösterisi için hazırlanma zamanı gelir. Bir ışık parıltısıyla onun tersi yöne doğru koşan örümcek bacaklarını görürüm. Çoğu zaman bir bacak aşağıya toprağın içine doğru gider. Işık soluk verirken olduğu kadar çabuk karanlığın içine geri emilir ve vurma sopasının gürültülü sesi duyulmadan önce bir an için sessizlik olur. Bazen bu o kadar gürültülüdür ki sanki yeryüzü ikiye bölünmüş gibi gelir. Toprak gümbürtüyle sarsılır ve gürültü kumun yüzeyinden yansır. Yağmur büyük damlalarla yağar. Sudan levhalar yoluna çıkan her şeyi eğip bükerek
ufukta geçit yapar. Yerdeki ya da kayalardaki her girinti suyla dolar. Su o kadar fazladır ki toprağın yüzeyinde bir okyanus dalgası gibi yuvarlanır. Gökyüzünden gelen suyu izleyen ilk güneş ışıklarıyla birlikte, gözle görülebilen her yer bir çiçek tarlasına dönüşür. Bu benim için öylesine ilham vericidir ki. Bu benim düsturum olmuştur. Ben küçük kabilemizi çevreyle kaynasan, kimsenin dikkat etmediği o uyuyan tohumlara benzetiyorum, ama doğru an geldiğinde bizler rengarenk açarız. Ben her zaman tohumların belirli bir ölçüde endişe duyduğunu düşünürüm. Tohum verimli kalabilmek için çok büyük bir çaba gösterir ve unsurlar üzerinde hiçbir kontrolü yoktur. Tohum çevresine mükemmel derecede 329 Mario Morgan uyacak biçimde yaratılmıştır, bizler de öyleyiz. Güneşin her yükselişinde, kendimi çiçek açıyormuş gibi hissederim." Minendie bu kadını hemencecik sevivermişti. Sonra Suyun İçini Gören adındaki yüzü çok ciddi olan, daha yaşlı, ak saçlı bir kadın geldi. Minendie, "Bu ilginç bir ad," dedi. "Siz bir yüzücü müsünüz? Suyun altında bir şeyler mi ararsınız?" Yaşlı kadın yavaşça konuşarak, "Hayır," diye yanıtladı. "Benim içini gördüğüm su, gözyaşlarıdır. Ben uzaklardaki yerlerde bulunan halkımızın üzüntüsünü hisseder ve gözyaşlarını duyarım. Onları anlarım. Onlara Gökkuşağı Yılanı enerjisi gönderirim ve onlar göremediklerinde onların yerine görürüm. Her gün kendime buraya açılıp gözler önüne serilen Rüya Görmeyi anlamak için gelmediğimi anımsatırım. Benim rolüm Doğa Ananın yaşamın tümü için en iyi çözümü bulacağını bilmektir." Çok ince ve çok ciddi bir genç adam adının Beyaz Baykuş olduğunu açıkladı. "Bir çok farklı baykuş vardır, ama beyaz olanı artık çok nadir bulunur hale geldi. Baykuşlar çoğunlukla sessizdir, onların bu özelliklerini anlıyorum. Ben çoğunlukla bir şeyi yüksek sesle söylemeden önce içimden birkaç kez söylerim. Belki de kendimi ifade etmek için yeterli güvenim yok da ondan. Belki de bu sürekli olarak konuşan ve asla hiçbir şey söylemeyen insanlara her zaman hoşgörülü olmamamdandır." Yakında duran ve ayak bileğine üzerinde tohumlar olan bitki saplarından bir ip sarmış olan orta yaşlı bir kadın, "Benim adım Karıncanın Kız Kardeşi," dedi. "Bu 330 Sonsuzluğun Mesajı adı seçtim çünkü bu grubumuza sürekli olarak, zamanla küçük yaratıkların yıkıcı olmayan ve yeryüzündeki uyumu bozmayan görkemli yapılar inşa edebileceklerini anımsatıyor. Biz Gerçek İnsanlardan geriye çok az kişi kaldı, ama bizler sabırlıyız, dayanıklıyız ve yaşamlarımızı ülkemizle ve kültürümüzü korumaya adamak için bize düşeni yapmaya istekliyiz." Bir sonra konuşan kişi altmış yaşlarında, çok ağırbaşlı ve heybetli, yakışıklı bir adamdı. "Benim adım Uzaklardan Çağırılan Kişi. Yaşamımın bir dönemini Avrupalı işgalcilerin gelip biz onlara direnmeden ya da birleşip karşı koymadan halkımızı zaptetmesinden dolayı büyük bir kızgınlık duyarak geçirdim. Buraya gelip bu grupla birlikte yaşayarak bir insan olarak üzerime düşen rolü anlamam gerektiğini düşünüyorum. Bu destek sistemi benim hayatımı kurtardı. Ben de bunun karşılığında, koruyucu olmaya ve enerjimi kontrol etme sorumluluğumun farkında olmaya çalışıyorum. Kendimi Rüya Görme bilincine ve dünyasına olumsuzluk eklememek için elimden geleni yapmaya adadım." Sonra kısa, alışılmadık derecede küçük bir adam kendini tanıştırdı. "Benim adım Kayıtları Tutan. Ben mağara duvarlarındaki öykümüzü sürdürmek için Zaman Tutma'yla birlikte çalışan sanatçıyım. Bu sorumluluk yeni birisi bu önemli rolü deneyimlemeyi istediğini söylediğinde el değiştiren bir sorumluluktur. Ben resim çizmeyi ve boyamayı çok seviyorum, onun için gerçekten şu anki kimliğimden memnunum." Kabilenin Minendie'nin tanıştığı son üyesi, onun 331 Mario Morgan ömründe gördüğü en yakışıklı adamdı. Gülümsediğinde mükemmel biçimli beyaz dişleri görünüyordu. Siyah gözlerindeki bakışlar o kadar nazik ve arkadaşçaydı
ki yüzünün neredeyse her tarafını kaplamış gibi görünüyordu. Adam güçlü görünüyordu, cildi pürüzsüz ve lekesizdi. Minendie'yi bakışlarıyla yutan bu adam öne çıkarak, "Adım Bumerang Yapıcısı," dedi. "Kabilemize hoş geldin. Adım zaten ne yaptığımı açıklıyor. Ben erkek ve kız kardeşlerimizle, yaşam veren ağaçlar ailesiyle aramda derin bir bağ hissediyorum. Öyle çok değişik türden kardeşimiz var ki, bunların biri diğerine benzemez ve her birinin ruhu da bulundukları yer gibi farklıdır. Bumerang, içindeki ağaç ruhuyla bağlantıya geçmek için harika bir yardımcıdır. Bumerangların birçok farklı biçimi vardır. Bazıları spor içindir bazılarıysa asıl yapılma amaçlan için, acı vermeden ve beklenmedik bir biçimde öldürmek için kullanılır. Bu dünyada Aborijinler olduğu sürece, adı benim gibi Bumerang Yapıcısı olan birisi bulunacaktır." Gruptakiler karıştılar ve aralarında kısa bir konuşma geçti, sonra yiyecek bulma ve hazırlama işine başladılar. Yemekten sonra Minendie dev bir ağaç kökünün üstüne oturdu ve toplanmış insanlara baktı. On üç adın hepsini de anımsıyor olmaktan memnunluk duyuyordu. Minendie aynı zamanda bu insanları tanıdığını ve kısa süre içinde aralarında bir bağın oluştuğunu hissediyordu. 332 Googana Minendie'diden biraz uzakta, herkesi rahatça görebileceği bir biçimde biraz yüksekte duran bir kütüğün üstünde oturuyordu. Her nasılsa gruptakilerin hepsi ona bakacak biçimde döndüler. Googana bu toplantı için lider olarak seçilmiş gibi görünüyordu. Beyaz Baykuş Minendie'nin karşısındaydı. Minendie onun pek fazla bir şey söylemesini beklemiyordu. Suyun İçini Gören onun yanında duruyordu. Minendie yapılacak olan tartışmanın onun kalbindeki gözyaşlarına yenilerini ekleyip eklemeyeceğini düşündü. Minendie Ani Çiçek Açan'a gülümsedi ve Kayıtları Tutan'a başıyla selam verdi. Googana çevresine bakarak ve gruptakilerin her biriyle tek tek gözgöze gelerek, "Sizleri yeniden görmek çok güzel," dedi. "Daire biçiminde oturmayı ve herkesin yeryüzündeki değişiklikler üzerine gözlemlerini ve başka konulardaki yorumlarını anlatmasını öneriyorum." Herkes birer birer son aylarda ve yıllarda karşılaştıkları çok belirgin ve gizemli olaylardan söz etti. Eskisinden daha az kuş vardı ve bu kuşlar daha 333 iuarıo morgan sağlıksızdı, tüyleri daha seyrekti. Kuş yuvalarında daha az yumurta vardı ve yumurtaların kabukları daha dayanıksızdı. Bazı kuş türleri tümüyle yok olmuştu. Daha az bitkiyle daha az çiçek vardı ve bunların boyları daha küçük, renkleriyse daha solgundu. Isı önceden bilinemeyecek değişiklikler gösteriyordu. Yazın hava gittikçe daha da ısınıyor kışınsa daha sıcak oluyordu. Bir yılan türü tümüyle kaybolup gitmişti. Bir zamanlar ancak iki kişinin taşıyabildiği bir balık şimdi küçülmüştü. Wurtawurta gördüğü anormal iribaşları anlattı. Tüm bunlara neyin neden olduğunu bilmiyorlardı. Kanguru, dingo ve koalaların kitle halinde öldürülmeleri gerçeği doğrudan doğruya beyazlarla ilişkiliydi. Öküz, sığır, deve at, su mandası, tavşan, kedi, köpek, kurbağa, fare ve böcek gibi yabancı hayvanların buraya getirilmesinden oluşan doğadaki denge bozukluğu Avrupalıların varlığının doğrudan bir etkisiydi. Googana söze, "Üzerinde düşünülmesi gereken bir başka şey de, şimdi tüm yerli halk için yasa haline gelen en son ilkeler listesi," diye girdi. Googana sözlerini bu yasaları sayarak sürdürdü: Aborij inler: Bir nüfus sayımı formu doldurmak ve sayılmalıydı. Vergi kütüğüne kayıt yaptırmalıydı. Her doğumu bildirmeliydi. Her ölümü bildirmeliydi. Ölenleri gömmeli ve onları yalnızca izin verilen yerlere gömmeliydi. 334 sonsuzluğun Mesajı Tüm çocukları okula göndermeliydi. Tüm çocukları hastalıklara bağışık hale getirmeliydi. İş aletlerini kullanma izni için başvuruda bulunmalıydı. Uzaklardan Çağırılan Kişi'den, "Tüm bunları gözlemleyip de yargılamamayı nasıl başaracağız?" sorusu geldi.
Googana, "Önemli olan bunu nasıl yapacağımız değil," diye yanıtladı. "Önemli olan bunu yapmak zorunda olmamız! Burada geçerli olan ilke nedir? Bu bizim düşüncelerimizi, edimlerimizi, sözlerimizi ve tüm enerjimizi geliştiğini görmek istediğimiz şeye yöneltmem-izdir. Bize kokusu iyi gelen ve rehberlikle üzerinde yoğunlaşmamız söylenen şeye yöneltmemizdir, öyle ki yaşamın tümüyle olan uyum sürebilsin." Diğerleri de kendi düşüncelerini dile getirdiler. "Olmuş olan bir şey geri döndürülemez. Bunları yalnızca Doğa Ana'nın kendisi düzeltebilir." "Bunlar düzelmeyecek, ama bunların yerini belki de yeni ve daha güçlü bir şey alacak." "Siyah adam dünyayı kurtaramaz. Onun kendisini kurtarıp kurtaramayacağı bile belli değil." "Belki de sorun kurtarıp kurtarmamak değildir. Belki de bizler her şeyin bir zamanlar olduğu gibi kalmasına çalışıyoruz ve bunun yeryüzünü kurtaracağına inanıyoruz. Belki de dünya elden gitmiyor, yalnızca değişiyor, şiddetli bir biçimde değişiyor." 335 iMarto Morgan Googana Minendie'ye, "Sen aramızda değişime uğramış olan dünyayı ilk elden bilen en yeni kişisin. Bazıları bunların çoğundan onların sorumlu olduğunu söylüyor. Nasıl oluyor da onlar bir kuşun üzerindeki tüyleri kontrol edebiliyorlar?" diye sordu. Minendie, "Bilmiyorum," diye yanıtladı. "Sürekli olarak yeni buluşlar yapılıyor. Arada bir bulunan nesnenin ya da fabrikanın havayı ve suyu zehirlediğini protesto ederek bunlara karşı çıkanlar oluyor. Bunun doğru olup olmadığını bilmiyorum. Beyaz dünya gerçeği söylemeye hevesli değil. Onlar, 'Tabii ki, bu gerçek değil.' diyorlar. 'Kendimizi neden zehirleyelim ki?' diyorlar." Kafalar aşağıya yukarıya sallandı. Evet, bu iyi bir soruydu. Değişime uğramış olanların dünyanın koruyucusu olma rollerini hiç göz önüne almadıkları gerçek gibi görünüyordu. Onlar her yere çimento döşemekle, hayvanları spor için öldürmekle meşgullerdi, ama bunları yaparken kendilerini zehirleyecek kadar ileri gidebilirler miydi? Ve bu zehir kilometrelerce ötedeki hayvanları ve kuşları etkileyebilir miydi? Tartışma devam etti. "Kilisenin açtığı kurumlarda yaşamak bir işe yaramıyor. Orada bizim geleneklerimiz ayaklar altına alınıyor. Kente giderek bu yeni ilkelerle ilgili düşüncelerimizi bildirmek hiç bir şeye yaramaz. Başka Aborijinlerin şimdiye kadar bunu yaptıklanndan eminim. Bu ilkelere uyan Aborijinlerin olduğunu unutmayalım. Onlar beyaz adam gibi olmayı ve onun gibi yaşamayı seçiyorlar." 336 Sonsuzluğun Mesajı Konuşmaların sonunda eksiklik ve sınırlara sahip olma yanılsamasını kabul etmemeyle ilgili bir ilke üzerinde anlaşmaya varıldı. Kendilerini savunmak için silaha sarılmayacaklardı. Onlar yaşamın tümüne saygı duymaktan ve doğayla uyum içinde yaşamaktan vazgeçmeyeceklerdi. Şimdiye kadar yaptıkları gibi yaşamaya devam edeceklerdi, her grup ülkenin bir bölümünden sorumlu olacak, her biri yerlerinden alınıp götürülmüş olanların yerine kutsal yerlerin bakımını üstlenecekti. Üç ay sonra o mevsim için en iyi olan yerde yeniden buluşacaklardı. Grup bataklıkta dört gün daha kaldı. Minendie diğerlerini daha iyi tanımaya başladı. Bir akşam Benala onunla bir kaplumbağa bacağını paylaşırken ona, "Eğer önümüzdeki aylarda diğerleriyle birlikte yürümek istersen, bunu yapmakta özgürsün. Senin bizimle olmandan son derece memnunuz, ama sana kesinlikle bizimle kalmaya mecbur olmadığını söylemem gerektiğini düşünüyorum. Karaween Atalarla Konuşan Kişi'yle birlikte gidecek. Sanırım o ve Beyaz Baykuş birbirlerinden hoşlanıyorlar. Geçmişte 'ten engelleri' denilen bir sistem vardı. İnsanlar, kiminle ilişkileri olduğuna bağlı olarak, belirli kabilelerden kişilerle evlenebilir, başka kabilelerden olanlarla evlenemezlerdi. Bu iki genç arasında bir ilişki yok, onun için evlenmek isteyip istemediklerini öğrenmekte özgürler."
Minendie Ani Çiçek Açan'la konuşmaktan zevk aldığını anladı. Ani Çiçek Açan Su Mandasıyla'yla evliydi. Acaba Minendie'nin onlarla birlikte yürürmesinin onlar için bir sakıncası var mıydı? Birkaç tartışmadan 337 .Mario Morgan sonra, yeni gruplar kuruldu ve Minendie'nin yeni arkadaşlarına katılarak o grubun üçüncü kişisi olmasına karar verildi. Gruptaki dördüncü kişi Bölünmüş Yol'du. 338 Bataklıktan ayrıldıktan sonraki üçüncü gün, gündoğumundan hemen sonra, Bölünmüş Yol gruptan ayrıldı. Minendie onun uzakta kafası ve gözleri aşağıya bakar halde zikzak çizerek koştuğunu görebiliyordu. Bölünmüş Yol'un iki kolu da arkasında duruyor ve bir mızrağı tutuyordu. Öğlen, Bölünmüş Yol bir kanguru taşıyarak geri döndü. Diğerleri bir çukur kazıp ateş yaktılar. Kanguruyu sırt üstü çukura yatırdılar ve üzerini dört ayağı dışarıda kalacak biçimde toprakla örttüler. Ani Çiçek Açan kemiğin beyaza dönmesini görebilmeleri için kangurunun arka bacaklarının etlerini kesti. Kemiğin beyaza, dönmesi, ön ayaklarındaki tırnakların zamanla aşağı doğru eğilmesiyle birlikte, etin kızarmış olduğunu ve artık beklemeye gerek olmadığını gösteren bir işaretti. İki kadın bir kenara otururken, Ani Çiçek Açan, "Evlenmeyi düşündün mü?" diye sordu. Minendie iki gündür yeni bir kese yapmak için hazırlamakta olduğu tavşan derisini çıkarırken, "Hayır," diye yanıtladı. 339 Mario Morgan "Şimdiye kadar hoşlandığım birisini bulamadım. Pek romantik birisi olduğumu sanmıyorum." "Sanırım kendine bir eş bulmadan önce kendini bulman bilgece bir davranış olur. Bize yaşamınla ilgili anlattıklarına bakılırsa, henüz kendin olmaya yeni başlıyorsun." Minendie artık neredeyse görünmez hale gelmiş olan uzun çizgiyi göstererek, "Bu yara izi çocukluğumdan kalma," dedi. "Bu bedenimin bir çocuk sahibi olamayacak hale gelmesine neden oldu." Ani Çiçek Açan özür dilercesine, "Üzgünüm," dedi. "Bunu bilmiyordum. Ama sanırım her kadını doğmak isteyen bir çocuğun ruhunun ziyaret etmeyeceğini anlamakta yarar var. Sanırım ileriki yıllarda, dünyaya gelmek isteyen ruhlara dünya onlara gereksinimlerini vermek için daha hazır hale gelene kadar beklemelerini söyleyeceğiz." Birkaç saat sonra et hazırdı. Gruptaki dört kişi de avlanan kanguruyu kutsadıktan sonra sessizce yemeklerini yediler. Minendie ateşe baktı, dalgınca ve yüksek sesle, "Beni buraya getiren büyük bir yangındı!" dedi. Bölünmüş Yol elindeki büyük kemiği yere koyarken ona, "Nasıl?" diye sordu. "Ben kentte çalışıyordum. Çalıştığım ve yaşadığım yerde yangın çıktı. Bu özgür kalmak için garip bir yoldu. Sadece yürüyüp oradan uzaklaştım. Çocukken, büyüdüğüm öksüzler yuvasından sorumlu olan kişiler her zaman ateşi cehennemle bağdaştırırlardı. Onların ateşle 340 ilgili olumlu bir şey söylediklerini duyduğumu hiç sanmıyorum." Bölünmüş Yol, "Bizim halkımız kadar eski bir ateş kutsamamız vardır," dedi. "Bunu öğrenmek ister miydin?" Minendie hevesle, "Oh, evet," diye yanıtladı. "Lütfen bunu bana öğret." Bölünmüş Yol, "Peki, kutsama işte böyle," diyerek devam etti. "Ateş Kutsaması Ateş düşüncelerimizde olsun, Onları doğru, iyi ve adaletli kılsın. Ateş bizi bundan daha azını kabul etmekten korusun. Ateş gözlerimizde olsun. Ateş yaşamdaki güzellikleri paylaşmamız için gözlerimizi açsın. Ateşten bizleri haketmediğimiz şeyleri almaktan korumasını diliyoruz. Ateş dudaklarımızda olsun ki
Gerçekleri kibarlıkla söyleyebilelim, Başkalarına hizmet edip onları yüreklendirebilelim. Ateş kulaklarımızda olsun ki Derin dinlemeyle, Suyun akışını, 341 JHarıo Ve tüm yaratılışı Ve Rüya Görmeyi duyabilelim Dedikodudan ve Ailemize zarar verebilecek Ve onu bölecek olan şeylerden korunalım. Ateş kollarımızda ve ellerimizde olsun ki Hizmet edebilelim ve sevgiyle dolabilelim. Ateş tüm varlığımızda, Bacaklarımızda ve ayaklarımızda olsun ki, Yeryüzünde saygı ve dikkatle İyiliğin ve doğruluğun yolunda yürüyebilelim Ve doğru olandan uzaklaşmaktan korunalım." Minendie arkadaşlarının ışıldayan yüzlerine bakarken, "Bu çok güzel," dedi. "Halkımızın, misyonerler cehennemin ne kadar kötü bir yer olduğunu söylediklerinde ve orayı sonsuz bir ateş çukuru olarak tanımladıklarında o kadar hayret etmelerine şaşmamalı. Aynı şeyin iki ayn grup tarafından iki karşıt uç olarak görülmesi çok ilginç. Bir tarafın gözleri yalnızca olumsuz olanı görüyor ve yaşamlarını askıda elde edemeyeceklerine inandıklan şeyler için dua etmekle geçiriyorlar. Diğer grubun gözleriyse bebeklerin masum ve saf olarak doğduklarını, bizlerin Kaynak tarafından davet edilen misafirler olduğumuz verimli bir dünyayı görüyor. Çalışma için bir sözcük yok. Bunun yerine herkes kendisini ona kolay gelen ve ilgisini çeken bir biçimde ifade ediyor. 'İlkel' ve 'uygar' terimlerini kullanmak uygun düşmüyor." 342 Bundan sonraki yıllarda, kabile her üç ayda bir toplandıkça, insanlar birlikte yürüdükleri yol arkadaşlarını değiştirdiler, böylece herkes kabilenin diğer on dokuz üyesiyle birlikte yaşama deneyimini kazanmış oldu. Minendie'nin iyiliği için, yıl boyunca süren şarkı ve dans derslerini başkalarıyla paylaşma sorumluluğu, cana yakın bir tutumla kabul edildi ve bu dersler sürdü. Kabile halkı doğum günlerini kutlamazlardı. Onlar için, 'kutlama' sözcüğü özel, kişisel bir başarı anlamına geliyordu. Herkes bir yıl daha yaşlanmanın bu sınıfa sokulamayacağına katılıyordu. Ama onlar da bazı şeyleri kutluyorlardı. Aradaki fark kutlanacak olan bireyin bunun yapılacağı zamanı kendisinin belirlemesiydi. Diğerleri bu kişiyi onun bu kararını kabul ederek, onu dinleyerek ve kutlama töreninde ona dikkatlerini vererek destekliyordu. Kimse bunu hak etmedikçe, 'Beni kut-layın,' demezdi, ne kimseye meydan okunulurdu ne de kimse reddedilirdi. Minendie Yumurta Sarısı anlamına gelen adını üç yıl 343 boyunca değiştirmedi. Bir gün kız tek başına 'kuş yuvalarından, daha sonra döverek toz haline getirerek yiyecek olarak ve beden süsü yapmada kullanacağı, kırık yumurta kabuklarını topluyordu. Yüksek sesle, kendi kendine, "Yeterince uzun zamandır bir yumurta sarısı oldum," dedi. "Bütün olacak hale gelmem için yeteri kadar zaman geçti. Şimdi kim olduğumu düşünmeli ve kendime yeni bir ad almalıyım." Minendie yol arkadaşlarına onun yeni adını kutlama zamanının geldiğini bildirmeden önce, bu konuyu bir hafta boyunca düşünüp durdu. Bu kez grup eski olanı yıkayıp akıtmak için kullanılabilecek bir su kaynağının yakınında değildi. Bunun yerine, dumanı kullandılar. Bu verimli bir mevsimden sonra arta kalanları sembolik olarak yakıp kül etti. Kömürleşmiş topraktan çıkan yeni yaşam gibi, yeni bir kadın grubun çemberinde oturuyor olacaktı. Minendie seçtiği adı Karıncanın Kız Kardeşi'nin kulağına fısıldadı. Birkaç saniye içinde, onun kafasında yaratıcı sözcükler belirdi ve Karıncanın Kız Kardeşi bu adı duyurmak için ayağa kalktı.
"Sizler Yumurta Sarımızın, Minendie'nin, Bir kuşa dönüşeceğini umuyorsunuz. Onun bir başka şey olması, Biraz anlamsız olabilir. Ne de olsa, o ibikli bir kuş, Kookaburra ya da papağan olabilir. 344 Yüzlerle iki ayaklıyla olan Akrabalığını yitiremezdi. Ama Minendie beni şaşırttı. Onun adı ornitorenk, Mapiyal. İki dünyada yaşayan bu kız, Bizim için eşsiz birisi olarak kalacak." Birisi, "Neden Mapiyal?" diye sordu. "Bize kalbindekileri söylesene." "Çoğu zaman iki dünyayı, değişime uğramış olan-larınkini ve bizimkini düşünüyorum. Ornitorenk, suyla kara arasında gidip gelir. O, suda kendini daha bir evin-deymiş gibi hisseder ve yaşamını sakin, durgun sularda geçirir, ama hep suyun altında kalamaz. Karayı ziyaret etmelidir, havayı soluyabilmek için güvenliği bırakmalıdır. Bunu çok düşündüm ve benim artık Mapiyal olmamın doğru bir şey olacağına inanıyorum. Şarkı ve duyuru için sana teşekkür ederim Karıncanın Kız Kardeşi." 345 Günler ve yıllar geçti. Açık havadaki yaşam barış dolu ve doyurucuydu. Bildik arazilerde eski arkadaşlarla birlikte yürürken ve eski zaman geleneklerini sürdürürken görülecek yeni şeyler, keşfedecek yeni şeyler ve kendini ifade etmenin yeni yolları vardı. Wurtawurta 102 yaşına geldiğinde, tüm kabile üyelerinin katıldığı mevsimlik toplantıda, Kutsal Birliğe kendisinin Sonsuzluğa geri dönmesinin en iyi şey olup olmadığını sorduğunu açıkladı. Kadın olumlu bir yanıt almıştı. Mapiyal ve birkaç başka kişi ilk kez olarak ruhun bir insan bedeninden isteyerek ayrılmasına tanık oluyorlardı. Sonsuzluğa son derece büyük bir inançla inanan ve yaşam bilincinin çocuğun ana rahmine girmesinde başlamadığını bilen grup üyeleri, aynı zamanda acı verici ve belirlenmemiş olması gerekmeyen bir ölümü savunuyorlardı. Her biri bu son edime ulaşmak için gereken adımların birçoğunu öğrenmişlerdi. Onlar soğuk gecelerde bedenlerini ısıtmak ve dünya gündoğumundan 347 sonra bunaltıcı derecede sıcak olduğunda bedenlerini soğutmak için içsel zihinsel görüntüleri nasıl kullanacaklarını öğrenmişlerdi. Onlar bedende bacaklarının arasından kafalarının üstüne kadar düz çizgiler halinde uzanan güç merkezlerini öğrenmişlerdi. Gerekirse gözleri açık olarak kısa süreler için uyumayı ve bedensel işlevleri derin, gevşetici bir uykudaki hale getirmeyi biliyorlardı. Hepsi de bedenlerini terketme ve bilinçlerini başka yerlere gönderme yeteneğinde ustalaşmışlardı. Wurtawurta'nın geçişi için birkaç gün hazırlık yapıldı. O özel günde günbatımı zamanı geldiğinde, Mapiyal uzun zamandır yanıt bulamamış olduğu sorusunun, insanlar ölürken, son günlerinde uyandıklarında öleceklerini sezerler mi, sorusuna o gün yanıt bulup bulamayacağını merak ediyordu. Belki de bunun ona bu kadar derin bir rahatsızlık vermesinin ve onu bu kadar üzmesinin nedeni, onun varlığındaki enerjilerin, "Kişi ölmez, yalnızca kalbindeki bir inancı yerine getirir ve kaynağımıza geri döner. Sen buraya gelme kararını verdin, buradan ayrılma kararı da sana bırakılmıştır. Kaza diye bir şey yoktur, yalnızca bizim görebilecek kadar ilerlemediğimiz ruhsal bağlar vardır," demesiydi. Wurtawurta'ya saygı için yapılan kutlama gün boyunca sürdü. Özel bir bitkisel ilaç kaynatılmış ve yiyecek toplamak ve yemek yapmak için her zamankinden fazla dikkat harcanmıştı. Kabilenin üyelerine Wurtawurta'nın yaşamını ve onunla birlikte geçirdiği zamanları danslarla ve sözlerle anlatma fırsatı verilmişti. Onurlandırılan yaşlı kadın konuştu ve diğerleri için anlamlı olacağını 348 Sonsuzluğun Mesajı düşündüğü her şeyi söyledi. Kadın Mapiyal'a onun yıllar önce kendisine ipeğin nasıl bir şey olduğunu anlatmasından dolayı minnettar olduğunu söyledi. Wurtawurta bunu gözünde canlandırma çalışmalarında kullanmıştı ve bugün
Sonsuzluğa geri dönerken de kullanacaktı. Grup bitki ve hayvan dünyasının ruhlarını bu günü kendileriyle paylaşmaları için çağırdı. Güneş batarken herkes birer birer Wurtawurta'ya sarıldı ve aynı tümceyi tekrarladı, "Seni seviyoruz ve yolculuğunda seni destekliyoruz." Sonra yaşlı kadın bağdaş kurarak otururken oradan uzaklaştılar. Wurtawurta zihniyle tüm enerji noktalarını kapattı, bedenini soğuttu, kan dolaşımını ve kalp atışlarını yavaşlattı ve son olarak da, geleneksel bir son soluma tekniğini kullandı. Kalbi durduğunda, kafası öne düştü ve bedeni yana doğru eğildi. Kadın bedeninden çıkmış, daha önce birçok kez yaptığı ve diğerlerine öğrettiği gibi, kendisini uzaklara göndermişti, tek fark bu kez geri dönmeyecek olmasıydı. Bedeni onu kendisi için yararlı bulan canlılar tarafından yenilecekti. Gömülmeyecekti. Bir ay sonra Mapiyal'in birlikte yaşadığı beş kişilik grup küçük bir uçağın enkazına vardı. Enkaz neredeyse gizlenmişti. Uçsuz bucaksız açık arazide çok sayıda dev kaya vardı. Uçak bu kayalara bir açı yaparak çarpmış olmalıydı çünkü uçağın bazı parçaları taşların arasına girmiş ve enkazın yukarıdan görülmesini zorlaştırmıştı. Enkazda iki adamın kalıntıları vardı. Gruptakiler bu bedenleri gömdüler çünkü bu adamların inandıkları geleneklere saygı duyuyorlardı, birisi onları bulursa diye 349 Mario Morgan onları gömdükleri yeri işaretlediler. Mapiyal bu işaretin bir haç oluşturan iki sopa olmasını önerdi, çünkü değişime uğramış olanlar için bu bir mezarlığı simgeliyordu. Gruptakiler bir adamın ceketi, diğer adamın gömleği olduğu anlaşılan yırtılmış elbise parçalarıyla pilot koltuğundaki bezden bir parça alarak bunları bir törenle yaktılar. Bunlar zihinsel bir gökkuşağı aracılığıyla vefat etmiş olanlara ve bir yerlerde onlar için endişelenen ailelerine duman enerjisini gönderecekti. Mapiyal Bu insanlar belki de yukarıda uçarak bu arazide başka Aborijinin ve kendilerinden kurtarılması gereken birilerinin kalıp kalmadığını görmek için uçan kişilerdi, diye düşündü. Ama onlar yalnızca kendilerinin doğru olduğunu inandıkları şeyi yapıyorlardı. ORHAN KEMAL IL HALK KÜTÜPHANESİ 350 I Mapiyal her geçen yıl biraz daha azametli, sakin ve ağırbaşlı birisi oldu. Mapiyal yaptığı işleri değiştirdi ve topluluğun yaşamına çeşitli şeylerin eklenmesine yardımcı oldu ama adını yeniden değiştirme gereği duymadı. Birkaç yılda bir Benala kabileden ayrılarak birkaç günlüğüne en yakın kente gidiyordu. Geri döndüğünde Gerçek İnsanların ötesindeki dünyanın içinde bulunduğu koşullarla ilgili öğrendiklerini diğerlerine anlatıyordu. Benala her ayrılısında Mapiyal'a kendisiyle birlikte gelmek isteyip istemediğini sordu. Kentte olan bitenleri merak eden Mapiyal gitmek istiyordu, ama her defasında bunu yapmaması gerektiğini hissediyordu. Benala'ya gitmeyeceğini söylüyordu. Jeff Marsh olarak tanınan 80\4781 numaralı mahkum da, yaşlandığında ağırbaşlı, insanları uzlaştıran birisi olmuştu. Saçları, kırk yaşında, gri saçlarla dolmuştu. İstediği tüm kütüphane kitaplarını okuyabilmişti, böylece çeşitli sanat eserlerini ve birçok sanatçının 351 Mario Morgan yaşamlarını öğrenebilmişti. Jeff bir başka mahkuma resim dersi verdi ve yıllar geçtikçe bu onun yönettiği bir programa dönüştü. Sonunda Jeff sanat eserleri ve el işleri yapmaya ve bunları başkalarına öğretmeye başladı ve öyle çok beğeni gördü ki hapishanede mahkumların elde yaptıkları eşyalar yılda bir kez satılmaya başlandı. Onun varlığının ve yaratıcılığının bu yıllık satışlarda kabul edilmesi Jeff'in yaşamının odak noktası haline geldi. Onun hedefi her yıl daha iyisini yapmaktı. Dünyada özgür bir genç olarak yaşayan kişinin yaşadığının iki katını hapishane duvarlarının arkasında geçiren adam sonunda yerini bulmuştu. Günlük bir çalışma temposuna girdi ve içi barışla doluydu.
352 Avusturalya'daki arazilerde yaşayan insanlar yerde oturarak kadife siyahı gecenin derinliklerine bakıyorlardı. İki gece önce parlak bir ışığın gökyüzünden geçtiğini görmüşlerdi. Bunun bir yıldız mı yoksa değişime uğramış olanların dünyasından gelen yeni bir şey mi olduğunu bilmiyorlardı. Ertesi gece, bu nesne aynı yerden geçerek yeniden göründüğünde, bunun ne olduğunu iyiden iyiye merak etmişlerdi. Bunun kesinlikle tekrar gelmeyeceğini düşünüyorlardı ama, evet, yeniden gelmişti. Bu şey üstüste üç gece diğer parlak ışık ışınlarının arasında görünmüştü. İçlerinden bazıları, "Bu nedir?" diye sordular. "Bu bir işaret olabilir mi?" "Bize rehberlik edilmesini istemeliyiz. Ben bir rüya dileyeceğim." Gerçek İnsanlar normalde geceleri rüya görmezlerdi. Onlar uykunun bedenin dinlenmesi, kendini toplaması, iyileşmesi ve enerjiyle dolması için gereken bir zaman olduğuna inanıyorlardı. Eğer bilincin bir bölümü rüya 353 Mario Morgan görmekle meşgulse, bu fiziksel bir rahatsızlığa neden olurdu. Değişime uğramış olanların geceleri rüya gördüklerini biliyorlardı, ama bu tabii ki anlaşılabilir bir şeydi. Değişime uğramışların toplumunda kişinin Gerçek İnsanların yaptıkları gibi gün içinde uyanıkken rüya görmesine, hayal kurmasına izin verilmezdi. Bu gece kabilenin birkaç üyesi bir mesaj rüyası görme dileğinde bulunacaklardı. Mapiyal da diğerleriyle aynı şeyi yaptı. İçinde su olan bir deniz kabuğu alarak, suyun yarısını içti ve gökteki nesne üzerine bilgi edinmek için dilekte bulundu. Suyun diğer yarısı o uyandığında bilinçli zihninin rüyanın anısıyla bağlantı kurması için içilecekti. O zaman Mapiyal rüyasını anlam ve yön bulmak için daha iyi anımsayabilecekti. Mapiyal'in rüyasında bir kaplumbağaya binmiş küçük bir çocuk vardı. Bu bir oğlana benziyordu, ama Mapiyal bundan emin değildi. Oğlan ağlamaya başladı. Kaplumbağaya daha hızlı yürümesi için yalvardı, ama kaplumbağa aynı yavaş tempoyla yürümeye devam etti. Sabah olduğunda, gruptakiler Mapiyal'a rüyasını anlamasında yardımcı oldukları zaman, ona, "Çocukla ilgili neler hissettin?" diye sordular. "Sanki bu çocuk benim gibiydi. Onu sanki bana aitmiş gibi sevdim!" "Peki ya kaplumbağa sana nasıl bir his verdi?" "Ürkek, içine kapanık, yavaş ve sürekli olarak yol alan bir şeydi. Daha hızlı gitmeye itebileceğiniz ya da hızını 354 ouıısuzmgıın Mesajı kırbaçlayarak artırabileceğiniz bir hayvan değildi. O bizim kaplumbağalarımızdan biri değildi. Bu bir su kaplumbağası değildi. Bu karada yaşayan bir türdü." "Onunla ilgili neler hissediyorsun?" "Kaplumbağalarla olan akrabalığımdan dolayı kendimi genelde rahat hissediyorum. Açıkça söylemek gerekirse, şimdiye kadar kara kaplumbağalarını bir an için bile düşündüğümün farkına varmış değilim. Bu kesinlikle yabancı bir türdü, bana kalırsa Amerika'dandı. Ama gökyüzündeki o nesneyle bu rüyanın arasında hiçbir ilişki göremiyorum. Bu rüya benim çocuk sahibi olmaktan çok uzak olduğum anlamına geliyor olabilir. Çocuğun gelmesi bir hayli geç olmuş gibi görünüyor." Mapiyal gülerek sözlerine devam etti, "Bu kesinlikle doğru; artık elli dört yaşındayım." Kadınlardan oluşan gruptan birisi, grubun bir başka üyesine dönerek ona Mapiyal'in rüyasının anlamını sordu. Kadın bu rüyanın gruptan birinin değişime uğramışların dünyasını ziyaret ederek yanıtı ilk elden bulması gerektiğini gösterdiğini düşünüyordu. Bir başkası rüyanın tüm dünyanın değiştiğini, önce yeryüzünün değiştiğini şimdiyse gökyüzünün de değişmekte olduğunu söylediğini düşünüyordu. Mapiyal kent yaşamından uzaklaşıp kabile halkına katıklı otuz dört yıl geçmişti. Kadın bu değişiklikten asla pişman olmamış ve önceki yaşamındaki hiçbir şeyi özle-memişti. Bedenine bakarak yaşlandığını görebiliyordu, ama yüzünü görme fırsatı hiç olmamıştı. Kadının kesin 355
bir yansımayı görebileceği kadar net ya da durgun bir su birikintisine rastladığı olmamıştı. Yüzünün nasıl göründüğünü düşünmeydi o kadar uzun zaman olmuştu ki, bu düşüncenin şimdi birdenbire aklına gelmesi şaşırtıcıydı. Mapiyal nasıl göründüğünü umursamıyordu. Onun için önemli olan diğerlerinin kendisine hangi gözle baktıklarıydı ve onların ifadelerinden memnundu. Benala'nın kente gidip geldiğinde anlattıklarının arasında Aborijinlerin yaşamının eski haline getirileceğini gösteren bir şey yoktu. Belki de Mapiyal'in gitme zamanı gelmişti. Merakından değil, ama artık halkına sunabileceği bir şeylerin olduğunu hissettiği için gitmek istiyordu. Mapiyal Yanıt Rehberinin Koruyucusuna başvuracak ve sonra kararını verecekti. Kadın o gün daha sonraki saatlerde yanına Koruyucuyu alarak tek başına gruptan uzaklaştı. Diğerlerinden ayrı bir yere gittiğinde, Mapiyal zihnini dingin ve sakin hale getirdi. Elini içinde kadınlara ait olan yanıt rehberi olan kesenin içine sokarak, yedi yönden birine, kuzey, güney, doğu, batı, yukarı, aşağı ve içtekine, karşılık gelen yuvarlak bir deri disk seçti. Seçtiği parça Mapiyal'in gelmiş olduğu ve gitmekte olduğu yönleri dikkatle incelemesi gerektiğini gösteriyordu. Geçmişte, Mapiyal hangi yönde yürüdüklerinin farkındaydı, ama gidilecek herhangi bir yönü seçmede bir rol oynamamıştı. Yıllar boyunca pusulanın dört yönünde de yolculuk yapmışlardı. Mapiyal diğer üç yönü düşündü: yukarıdaki gökyüzü, aşağıdaki yeryüzü ve kişisel iç benlik. Mapiyal kendi içsel sesini duymada 356 sonsuzluğun Mesajı kendine güveniyordu ve sorunlarını yukarıdaki ruhlar dünyasıyla aşağıdaki hayvanlar dünyasına danışabiliyordu. Simge onun dört rüzgar yönünden birine dikkatle bakmasını gösteriyormuş gibiydi. Diğerleriyle birlikte yürümek ya da kente doğru yürümek kendi başına yapması gereken kişisel bir seçimdi. Mapiyal sezgilerini kullanarak gelecekte atacağı adımı hissetti. O akşam Mapiyal herkese oradan ayrılacağını bildirdi. Aborijinlerin yerleşmiş olduğunu bildikleri en yakın yere yolculuk etmesi gerekiyordu. Eğer her şey tümüyle değişmemişse, Mapiyal ona elbise, barınak, yiyecek verecek ve arkadaşlıklarını ondan esirgemeyecek yandaşlar bulabileceğinden emindi. Yüzyıllarca sürmüş olan paylaşma ve birbirine yardım etme alışkanlığı Aborijinlerin benliklerine kazınmış gibiydi. Kendilerinden olan bir yolcuya sırtlarını dönmek onların bilmedikleri bir şeydi. Ertesi sabah, güneş sanki Mapiyal'a kararını yeniden düşünmesi için ikinci bir şans tanırmışcasma ağır ağır yükseldi. Ama o kararını vermişti. Şimdi gitmesi için doğru zamandı, onun gitmesi en büyük iyiliği beraberinde getirecekti. Mapiyal herkese hoşçakal, dedi ve bir gün aralarına geri dönmek isteğini belirtti. Kabiledekiler en yakın yerli grubuna yedi ya da sekiz günlük yürüyüş mesafesi uzaklıkta olduğunu tahmin ediyorlardı. Yol Mapiyal'in dokuz gününü aldı. Oraya vardığında günbatımında 3 Bee ingilizcede arı anlamına gelmektedir. 357 IU JI1U1 g< çalılıklarla dolu bu yerde oturdu ve geldiği yeri uzaktan izledi. Burada ya yapılma ya da yıkılma aşamasındaymış izlenimi veren beş derme çatma barınak vardı. Hangisi olduğunu anlamak zordu. Üç barınağın ön kapısının önünde ağaçtan yapılma basamaklar vardı. İkisinde yoktu. Yalnızca bir evin tüm pencerelerinde cam vardı, ama bunlar ev havalansın diye açılmıştı. Birkaç kişi bu barınaklara girip çıktığı halde, çoğu kişi dışarıda oturuy-ormuş ya da duruyormuş gibiydi. Yapılar uzun yeşil ağaçların arasındaydı. Mapiyal gerdanı olan, karnı biraz öne çıkmış, kendi yaşına yakın gibi görünen yaşlı bir kadın gördü. Kadın diğerleriyle konuştu ve daha sonra bahçedeki ızgarada yemek pişirdi. Konuşulacak en iyi kişi oymuş gibi görünüyordu. Mapiyal bir fırsat bekledi. Kadının o gece ileriki saatlerde tek başına kalacağını umuyordu. Topluluktakiler erken bir saatte yatmadılar. Hala birlikte oturuyor, sabahın güneş doğmadan önceki erken saatleri olmasına rağmen hala konuşuyorlardı. Mapiyal birkaç kez uykuya dalıp uyandı ama uzun bir süre dinlenemedi. Gündoğumundan hemen önce kadın evinden çıktı ve ön kapıdaki basamaklara oturarak bir fincan çay içti. Mapiyal ayağa kalktı ve ona doğru
yürüdü. Üzerini kapatmak için yaptığı deriden örtünün üzerindeki tozları silkeledi. O yaklaşırken kadın ona doğru baktı. Orada yaşayan insanların birbirlerini nasıl selamladıklarını tümüyle unutmuş olduğundan, "Bugün," dedi. Kadın ona, "İyi günler," diye karşılık verirken koyu 358 iuesajı siyah gözlerinde şaşkınlık okunuyordu. Kadın ona, "Nereden geldin?" diye sordu. "Ben Karoon kabilesindenim. Buraya geldim çünkü sizin yardımınıza ihtiyacım var. Ben kentten ayrılalı uzun yıllar geçti. Bana giyecek bir şey ve nerede olduğumu anlamam için bir harita gerekiyor." Kadın ona kibar davrandı. Kafasını olumlu anlamda sallayarak, "Sana giyecek bir şeyler verebilirim. Benim boyumda gibi görünüyorsun ve tüm elbiselerimin beli lastikli. Ama haritam yok. Ömrümde hiç harita görmedim ben. Ama bu sorun değil, ihtiyacın olan şeyi bulabileceğimizden eminim. İçeri gel. Sana bir fincan çay yapayım." Kadın ayağa kalktı ve konuşmasına devam ederken içeri girdi. "Hala açık arazide yaşayanlar olduğunu hiç bilmiyordum. Bize herkesin gittiğini söylediler. Neler yapmak istediğini, yapacağın işlerle ilgili her şeyi duymak isterdim." Kadın önce bir fincan çay hazırladı. Çayı misafirine verdikten sonra başka bir odaya gitti ve elinde iki elbiseyle geri geldi. İkisi de kısa kolluydu, ön tarafında düğmeler ve belinde esneyen lastik bantlar vardı. Bunlar aynı kumaştandı ve elde dikilmişti. "Al, bunları deneyebilirsin. Umarım biri sana uyar. Benim adım Sally. Seninki ne?" "Adım Bea." Mapiyal bunu neden söylediğini kesinlikle bilmiyordu. Yıllardır Beatrice olmamıştı. Şimdi o dışarı çıkmıştı, onun için bu ad isini görecekti. Eğer ailesiyle birlikte olsaydı, ilgilendiği şeylerdeki bu değişim 359 kesinlikle bir ad değişimini beraberinde getirirdi, ama o ailesiyle birlikte değildi. Adı Bea olabilirdi. Mapiyal bunun "Bee"3 olduğunu, bir yerden diğerine polen toplamak için gitmekle meşgul olan ve çiçeklerin büyümesine yardım eden küçük bir yaratık olduğunu düşünecekti. Arılar kendi türlerinden toplulukların kurulmasına yardımcı olmuşlardı. Arılar bunu tatlılıkla yaparlardı, ama her zaman buna gerek olduğunda kullanabilecekleri bir iğneleri vardı. Kadın bu iğneyi asla kullanması gerekmediğini öğrenmiş olduğunu umuyordu. Sonraki birkaç saat boyunca iki kadın oturup konuştular. Bea çalıştığı yerden 1956'da ayrılmıştı; şimdiyse 1990'di ve hiçbir şey eskisi gibi değildi. Sally ona televizyondan, kablosuz telefonlardan, bilgisayarlardan, uydulardan ve uzay gemilerinden söz etti. Sally'nin lüks eşyaları yoktu, ama bu eşyaları onlara sahip olan arkadaşlarından biliyordu. Gökyüzündeki nesneyi açıklayamamıştı. Sally, "Ama Amerikalılar ve Ruslar orada etkinlikler yapıyorlar," dedi. Bea'ysa Sally'ye Gerçek İnsanların yaşamlarını anlattı; kısa bir süre sonra öğlen olmuştu. Toplulukta yaşayan herkes Sally'nin çölde yaşayan bir misafiri olduğunu öğrenmişti bile. Hepsi birer birer mutfağa geldiler, ona baktılar, kendilerini tanıttılar ve hem sorular sordular hem de Bea'nın sorularını yanıtladılar. Yemek zamanı geldiğinde Bea konserve kutusundaki fasulyeleri ve plastik ambalajdaki beyaz ekmeği çoktan unutmuş olduğunun farkına vardı. Bea grubun misafirperverliği için minnettardı, ama midesinin yeniden bu tür yemeklere hazır olup 360 iuesajı olmadığından emin olmadığı için azar azar yedi. O akşam grup ağaçların altında bir araya geldi ve Bea oturup herkesin Avustralya'daki Aborijinlere neler olduğu hakkındaki görüşlerini dinledi. Aborijinlerin yüzde doksanı işsizdi. Devletin verdiği işsizlik parası onların gereksinimlerini karşılamada yetersiz kalıyordu. Gençler iyi bir eğitim görmüyorlardı, ama yüksek öğrenime gerek de duymuyorlardı çünkü girebilecekleri bir iş yoktu. Hükümette ve gazetelerle diğer medya girişimlerinde göstermelik olarak çalışan Aborijinler vardı, ama bunların çoğunun rengi daha açıktı. Topluluktaki adamlardan biri, deri renginin kesinlikle olumsuz bir unsur olarak kaldığını düşündüğünü söyledi. Aborijinlerin
sağlık durumu kaygı verici ve önemli bir konuydu. Şeker hastalığı ve alkol bağımlılığı insanlara öyle bir darbe vuruyordu ki seksen yaşına kadar yaşamaları çok nadir rastlanan bir şeydi. Kültürlerinin sırtındaki en ağır yük mülkiyet haklarıydı. Hükümette kutsal yerlerin Aborijinler için taşıdığı önemi anlayan ya da bunları korumak için harekete geçen hiç kimse yoktu. Onlara yalnızca Aborijinlere ayrılan bir parça toprak verilmişti, ama maden şirketleri bu arazilerde bile yeryüzüne zarar verme hakkına sahipti. Kıtadaki tüm güzel yerler birer ulusal park ilan edilmişti, ama bu yerler bile madencilikten ve yapılan keşiflerden kurtulamıyordu. Gruptakiler, Aborijinlerin gururu kalmadı, dediler. Gurur duyacak hiçbir şeyleri kalmadı. Gelenekleriyle olan bağlarını yitirdiler. 361 Daha sonra Sally Bea için üçlü koltuğun üzerinde bir yatak hazırladı, ama Bea'nın uykusu çok zor geldi, çünkü yeniden yatakta uyumaya alışamadı. Sonunda dışarıya çıktı, burada birkaç kişi daha uyuyordu, Bea kalın çimenlerin üzerinde kendine rahat bir yer buldu. Bir çarşaf aldı ve yere serdi çünkü onu derinin altına girerek insanı ısıran küçük böceklere karşı uyarmışlardı. Bea gökyüzündeki gezegenlere baktığında, birbirinden bu kadar farklı iki yaşam tarzının aynı Samanyolu'nun altında, coğrafi açıdan birbirinden o kadar da uzak olmadan, var olabildiğini hayal etmenin zor olduğunu düşündü. Kadın içinden, Gökyüzündeki nesneyle ilgili bir yanıt bulup bulamayacağımı bilmiyorum, ama belki de Birlik onu beni buraya getirmek için kullanmıştır, diye geçirdi. Şimdi kendimi buraya bilgi edinip Gerçek İnsanlara geri götürmek için değil de modern dünyadakilere bilgi vermek için gelmiş gibi hissediyorum. Bir şey beni halkımıza geleneklerimizi anımsatmakta, onlara gurur ve itibarlarını yeniden kazandırmakta yardımcı olmaya itiyor. Belki de bizim değişime uğramış olanların gücü ve istekleri altında eğilip bükülmek yerine onları etkilememizin zamanı gelmiştir. Belki de Arı balının zamanıdır! Bea uyuduğu yerde yavaş yavaş hareket etmeye başlarken kuşlar cıvıldamaya, çocuklar kıkırdamaya başladılar. Sally bir komşusuyla konuşmuş ve Bea'yi topluluktan kente götürme işini ayarlamıştı. Orada 362 ouıuHi&ıugıuı mesajı Bea'nın inceleyebileceği bir harita bulacağından emin olduğu bir kütüphane ve ayrıca bir de hükümet binası vardı. Çay ve kekten oluşan kahvaltıdan sonra, Sally ona sarıldı ve gözleri yaşararak, "Umarım geri gelirsin, ama her nasılsa bana geri dönmeyecekmişsin gibi geliyor. Sana başarılar diliyorum ve az da olsa yardım etmek istiyorum. Bu senin," dedi. Kadın Bea'ya sıkıca sarılmış ve avucunun içinde tutmakta olduğu kağıt parayı verdi. Bir araba evin yakınlarında durdu, kot pantolonla t-shirt giymiş ince yapılı genç Aborijin sürücü Bea'yi bekliyordu. Bea arabaya doğru yürümeye başlar başlamaz genç çocuk sürücü koltuğuna geçti, yanında bir kadın oturuyordu, çocuk yola çıkmaya hazır görünüyordu. Hem ön koltuktaki kadın hem de arka koltuğun yarısını kaplayan adam Bea'nın daha önce tanıştığı kişilerdi. Kimsenin onları tanıştırmasına gerek yoktu. Bea arka koltuğa oturdu. Adam doktoru görmeye gidiyordu kadın da arkadaşlarını ziyaret etmeye. Yol boyunca konuştular ve Bea kendini gittikçe daha da az yabancı hissetmeye başladı. Kentteki hükümet binasında çalışan, baston kullanan yardımsever adam birkaç harita çıkardı ve onları açarak bir masanın üstüne koydu. Adam okuldaki bir öğretmen gibi ön kapıyı işaret etti ve yeni öğrencisini değişik yönlerde nelerin olduğunu açıkladı. Adam Bea'ya Aborijin işlerine bakan devlet dairelerinden ve Aborijinlerin kaldığı pansiyonlardan söz etti. Bea ona bundan iki hafta önce gökyüzünde görünen bir nesneyi sorduğunda adam bu konuda bir şey bilmediğini söyledi. 363 Bea hemen her küçük kentte Aborijin işleri için masraflarını hükümetin karşıladığı tek odalık bir büro kurulduğunu öğrendi. Bea bu bürolara gittiğinde çoğu zaman içeride kimseyi bulamıyordu, ama yakındaki birisi çoğunlukla ona yerel idareciyi bulmak için nereye gitmesi gerektiğini söylüyordu. İdarecilik prestijli bir iş olarak görülüyordu, ama maaşı çok düşüktü. Beyazların üstünlüğü
onun halkını iki yüz yıl önce baskı altına almıştı, ama onları bu konumda tutan neydi? Bea artık ortada ırkçılıktan kaynaklanan bir nefret görmüyordu. Eğer gözlemlediği bir şey varsa, o da beyazların siyahlara karşı takındığı umursamaz tavırdı. Girdiği mağazalarda tezgahtarlar onunla aynı beyaz bir müşteriyle konuştukları gibi konuşuyorlardı. Bea gittiği her kentte uyuyacak bir yer bulabiliyor, elbiselerini yıkayıp değiştirebiliyor ve karnını ekonomik yemekler yiyerek doyurabiliyordu. Otuz gün sonra Bea kendisini batı kıyısında buldu. Bir kadın onu içeri çağırdığında Bea Aborijin işleri bürosunun dışında duran bankta oturuyordu. Genç kadın gözlüklerinin üstünden ona bakarak, "Buraya oturun," dedi. "Doldurmamız gereken bazı kağıtlar var. Adınız ne?" "Bea." "Soyadınız?" Bea öylece kalakaldı. Kadının bir soyadı yoktu. Öksüzler yurdunda ona bir soyadı verilmemişti. Ne Bayan Crowley'in yanında soyadına gerek olmuştu ne de sandviççideki Mildred'in yanında, ama bunlar bundan 364 »onsuzluğun Mesajı otuz dört yıl önceydi. Şimdi bir soyadı almanın zamanı gelmiş gibi görünüyordu. Kadın yeniden, Bea'nın kısmen sağır olabileceğini düşünerek daha yüksek sesle, "Soyadınız ne?" diye sordu. Çölde acele edilmeksizin ve dikkat edilerek yapılacak olan bir şey şimdi modern yaşamın hızına ayak uyduracak biçimde yapılıyordu. Bea yaşamın neresinde olduğuyla ilgili hislerini ve bunların nasıl yansıtılabileceğini çabucak gözden geçirdi. "Biz bir ırk olarak aynı bir göldeki su gibi yükselip alçalırız." sözlerini anımsadı. Bea kadının sorusunu, "Lake,"4 diye yanıtladı. "Vergi dosya numaranız nedir?" Bea yutkundu. "Bir numaram yok." "Bir tane daha ha! Tamam, onun için de çalışamaz ve vergi ödemez diye kağıt doldurmamız gerekecek." Bea, "çalışmak mı?" diye sordu. Kadın bir küpesini çıkarıp yazmaya devam ederken acıyan kulağını ovalayarak, "Evet, siz şanslısınız canım," dedi. "Çok iyi bir aile bugün bir dadı almak için görüşme yapmaya gelecek. Bir oda, yiyecek ve maaş verecekler. Bakılacak bir çocuk var, bir.oğlan. Adresiniz ne?" "Şey, aslında bir adresim yok." "Pansiyonun adresini kullanacağım. Birkaç günlüğüne orada kalabilirsiniz. Orası sizinle bağlantı kurabilmem için iyi bir yer. Tabii, çocuk bakıcılığı yapabilirsiniz, değil 4 Lake kelimesinin Türkçe karşılığı göldür. 365 ıuarıu iuurga.li mır i?" "Şey, çocukları severim ama ben -" Sarışın kadın saatine bakarken onun sözünü, "Aman Tanrım," diyerek kesti. "Büroyu öğle yemeği için kapatmalıyım ve siz de otobüse yetişmek için koşmalısınız. Carpenter'ların evine nasıl gideceğiniz burada yazılı. Kırk dört numaralı otobüse binin, sonra on altı numaralı otobüse geçin. Ev bu duraktan yalnızca altı blok ötede. Telefon numaram burada. Görüşmeden sonra beni arayın. Pansiyonun adresiyle telefon numarasını buraya yazdım. Eğer orada kalmazsanız onlara nerede olacağınızı mutlaka söyleyin ki Bayan Carpenter sizi almaya karar verirse sizi bulabileyim. Açık konuşmak gerekirse, siz şimdiye kadar gelenler arasında en iyisi sizsiniz, ama, size iş verecek olan ben değilim tabii, değil mi?" Kadın sözlerini bitirdikten sonra ayağa kalktı, kalçalarına doğru toplanmış olan mini eteğini aşağı çekti ve uzun topuklu ayakkabılanyla odanın içinde sallanarak yürüdü. Kapıyı açarak Bea'nın dışarı çıkması gerektiğini belirtti. Her şey o kadar çabuk olmuştu ki Bea ne düşüneceğini bilemiyordu. Etrafına bakınırken büronun kapısındaki kilitin kilitlenirken çıkardığı sesi duydu. Arkasına döndüğünde camın içinde asılı, üzerinde KAPALI yazan beyaz plastikten tabelayı gördü.
Dışarıdaki bankın üzerinde iki kurumun adı vardı. İlki, "Aborijin İşleri Bürosu"ydu, onun altındaysa, 366 sonsuzluğun JVIesajı "Baker İş Bulma Kurumu" yazıyordu. Bea kafasını salladı ve Dünyanın hali gerçekten de garip, diye düşünerek kendi kendine güldü. Aborijin bürosu hala kapalıydı. Bea düşündükçe dadılık yapma fikri ona daha da çekici gelmeye başladı. Böylece modern dünyayı daha iyi tanıyabilirdi. Üstelik bu istediği zaman bırakabileceği bir işti. Bea yolun köşesine yürüdü ve oraya asılı tabelada bu bloktaki otobüs durağının kırk dört numaralı otobüsün geçtiği durak olduğunu okudu. Otobüs kısa süre sonra geldi. Bea Baker İş Bulma Kurumu temsilcisinin verdiği nottaki bilgileri okuyarak Carpenter'ların evini bulmakta hiç zorluk çekmedi. Ev zengin sınıfın oturduğu bir mahalledeydi ve yeni yapılmış gibi görünüyordu. Bea zili bir kez çaldı ve bekledi. Oymalı ve eğimli cam kapıda birinin gölgesini gördü. Kapının kolu çevrildi ve Bea karşısında Asyalı bir kadın buldu. Bea ufak tefek kadının gülümseyen yüzüne bakarak, "İyi günler," dedi. "İş bulma kurumundan geliyorum." Kadın yan taraftaki bahçeye bakan uzun pencereleri olan çok güzel büyük bir salonu göstererek, "Evet. Lütfen içeri girin. Bayan Carpenter'a geldiğinizi söyleyeceğim. Salona geçip bekleyebilirsiniz," dedi. Duvarları ve tavanı beyaz, üzerindeki halıların pastel renklerdeki mobilyaların arasına dikkatle yerleştirilmiş olduğu zeminse açık bej rengi mermerden olan oda çok aydınlıktı. Mumluklarla fotoğraf çerçevelerinde altın renkler kullanılmıştı. Lekesiz, tertemiz pencerelerden içeri giren güneş, ortadaki masada duran ve içindeki mavi renge çalan suda beyaz bir gül 367 ivıario .Morgan yüzen büyük kristal kaseden yansıyordu. Bea bir köşede duran büyük piyanonun etrafında yürüdü ve duvardaki geçit töreni yapan askerler gibi düzgünce sıralanarak asılmış fotoğraflara baktı. Bea gözlerini kırptı ve yeniden baktı. Aynı rüyasında gördüğüne benzeyen, kıvırcık saçlı küçük bir oğlan ona bakıyordu. Tek fark onun rüyasında kaplumbağaya binmiş oğlanın bir Aborijin olmasıydı. Bu çocuk beyazdı. Arkasındaki nazik ses ona, "İyi günler," diye seslendi. "Adım Natalie Carpenter. Sizin adınız ne?" Bea ilk kez olarak bu harika odayı dekore eden ve sevimli görünüşlü çocuğun annesi olan kadına bakarak, "Adım Bea," dedi. "İş bulma kurumundan gelmemi istediler. " Natalie Carpenter'ın giyim kuşamı mükemmeldi. Kadın donuk pembe renkte bir pantolon ve üzerine ona uyan bir gömlek giymişti, boynunda altın bir kolye vardı, yeni fırçalanmış açık kahverengi saçlarının altında altın ve inciden yapılma küpeler duruyordu. Bir moda defilesine çıkmaya hazır gibi görünüyordu. Kadın tatlı, neşeli birisiydi ve Bea ondan görür görmez hoşlanmıştı. Küçük çocuk, David, öğle uykusunda olmasına ragmen, kadın Bea'yi yukarı kata çıkarttı ve Bea odasında yatan çocuğa göz attı. Natalie, Bea'ya dadı için ayrılan misafir odasını gösterdi. Kapıyı açan Japon kadın Kuno'nun evin aşçısı olduğunu ve ev işlerine baktığını anlattı. Bea evden ayrılırken, Natalie ona kurumu arayarak yaptığı seçimi 368 onlara bildireceğini söyledi. Bea evrenin gücünün fazlasıyla farkındaydı ve bu kapıyı ona Kutsal Ruhun açtığını anlamıştı. Bea o geceyi pansiyonda geçirdi. Ertesi gün Carpenter'ların David'e bakıcı olarak kendisini seçtiklerini bildiren bir telefon aldı. David, dört yaşında zeki ve terbiyeli bir çocuktu. Çocuk daha ilk gün öğle yemeğinden sonra yediği bir kase dolusu dondurmayı kendisiyle birlikte yemesi için ona ısrar ettiğinde, Bea onunla iyi anlaşacaklarını hissetmişti. David Bea'ya öyküler okumaya bayılıyordu ve Bea da ona edebiyatı yeniden anımsatan bu kurstan hoşnut kalmıştı. Çocuk parka gitmeyi ve açık havada koşmayı seviyordu. Sonunda kendisi gibi dışarıda da evindeymiş gibi hisseden bir dadı bulmuştu. Bea her akşam David saat yedide yattıktan sonra serbest kalıyordu, onun için
bölgedeki Aborijin politikasıyla ilgilenmeye ve akşamki toplantılara katılmaya başladı. Bea Natalie'nin babasının akşam yemeğine geleceğini öğrendiğinde iki aydır Carpenter'larla kalıyordu. Kuno Bea'yla David'e süpermarkete gidip alış-veriş yapıp yapamayacaklarını sordu. Kadın şeref misafirinin çok sevdiği bir tatlıdan yapmak istiyordu. O akşam yemekten sonra Bea David'in yatma saatinde salona çağırıldı. Uzun boylu, heybetli, ak saçlı bir adam bahçeden içeri giriyordu. Natalie Bea'ya, "Sana babamı, Andrew Simunsen'ı tanıştırmak istiyorum," dedi. "Baba, bu bizim dadımız, Bea." Andrew, "tanıştığıma memnun oldum," dedi. 369 "Torunum sizi çok seviyor. Bunu duyduğuma seviniyorum." Bea Andrew'yu nerede görse tanıyabilirdi. Adam pek fazla değişmemişti. Hala ince ve atletik görünümlüydü, kulakları biraz büyükçeydi. Tek değişen ağaran saçlarıydı. Bea, "Sizi yeniden görmek güzel," dedi. "Aradan uzun zaman geçti." Adam elindeki boş kokteyl kadehini çevirerek ona, "Yazık sizi ki anımsayamıyorum," diye karşılık verdi. "Bayan Crowley'in yeri. Ben yangından sonra ayrılmıştım." "Oh, evet, tabii ki, Beatrice. Bu gerçekten de bir sürpriz. Sen iyi görünüyorsun. Bu kadar iyi olduğuna sevindim. Bak hele, bu bir sürpriz oldu." Bea David herkese iyi geceler diledikten sonra onu yukarıya çıkarttı. Çocuk uyuduğunda Bea dışarı çıktı ve bahçede oturdu. Kadın çölde görebildiğinin yalnızca dörtte biri kadarının göründüğü gökteki yıldızlara bakarken, bu gece hangi kapının açılmakta olduğunu merak etti. Bundan biraz sonra, Andrew ve Carpenter'lar ellerinde birer şarap kadehiyle bahçeye çıktılar. Eski tanıdığı içkisinden büyük bir yudum alarak ona, "Bea bana kendinden söz etsene," dedi. "Oh, söylenecek pek fazla bir şey yok, ama siz ilginç bir yaşam sürmüş gibi görünüyorsunuz. Sizin öykünüzü duymak isterdim." Adam, neşeyle, "Ha, ha," diye güldü. "Demek benim öyküm ha. Peki, tamam, işlerim iyi gitti. Biliyorsun, 370 Sonsuzluğun Mesajı madencilik işi. Madencilikte çok başarılı oldum. Senin halkın başlangıçta bana çok yardımcı oldular. Bir gün özel bir yerden, özel bir gücü olan bir yerden, söz eden bir adamla konuştum ve böyle bir yerin gerçekten olup olmadığını merak ettim. Eğer bu gerçektiyse, bunun nedeni neydi? Belki de burası bir mineral yatağıydı, sudaki mineral oranının yüksek olduğu bir yerdi. Onun için adamın bana bunun nerede olduğunu söylemesini sağladım. Sonra bu yeri kontrol ettim ve derhal orada madencilik yapma haklarını almak için başvuruda bulundum. Sana Aborijinlerin güç yerlerini araştırarak ne kadar çok demir, uranyum, hatta altın bulduğumu anlatamam. Tabii ki şimdi madencilik haklan için ödeme yapıyoruz. Bunu ödemeye bir hayli uzun süre önce başladık. Zaman zaman hala bazı yasal güçlükler çıkıyor, ama bu pek de önemli bir şey değil. Senin halkın uzun bir yoldan geldiler. Kendine bir baksana, Bea. Seni bu kadar iyi görmek harika bir şey." Adam kadehi kafasına dikerek içkisini bitirirken elindeki elmas yüzük ay ışığında parıldadı. O gece Bea yatağında, pencere açık olarak yatarken, kentin geceki seslerini dinledi ve içinden, Demek Andrew Simunsen bizim uzun bir yoldan geldiğimizi düşünüyor, diye geçirdi. Bana hiç de öyle görünmüyor. Hiç kimseyi haklı ya da haksız diye yargılamadan, bulunduğumuz yeri gözlemlemeli ve enerjimi herkes için en iyi olanı yapmaya yönlendirmeliyim. 371 Judy Bea'nın politik toplantılardan bazılarında karşılaştığı otuz beş yaşında bir Aborijin kadınıydı. Kadın iyi eğitimli gibi görünüyordu ve görüşlerini açıkça dile getirebilen birisiydi. Bea onun iyi bir bilgi kaynağı olabileceğini düşündü. Bir sonraki akşam hükümetteki-lerin kentin dışına, Aborijinlerin yerleştiği bir alanın yakınına eklemek istedikleri çöplerin yığılacağı bir araziyle ilgili dokuz kişinin katıldığı kısa bir toplantı vardı. Bea Judy'ye konuşmak için kalıp kalamayacağını sordu. Bea onun bir öğretmen olduğunu ve en çok kafayı bulmak için içki içen ve tiner koklayan gençler için, özellikle de
buluğ çağındakiler için endişelendiğini öğrendi. Judy Bea'ya hapishanedeki siyahların sayısından söz etti ve kendini onlar için bir şeyleri değiştirmeye adadığını anlattı. "Halkımızın aslında kötü olmadığını biliyorum; Avrupalılar bizim kıyılarımıza gelmeden önce nadiren suç işliyorduk. Aslında, onlar zincirlenerek buraya getirilen suçlulardı. Neden şimdi bizim halkımız suç oranında onları geçiyor, hapise girme yüzdeleri neden bu 373 kadar yüksek? Suçlulara bu sorulan sordum, bana para kazanmak için hırsızlık yaptıklarını çünkü hükümetin verdiği işsizlik parasının yetmediğini söylediler. Bazıları bir zamanlar iş bulmaya çalışmışlardı, ama çoğu bunu denemeyi bırakmıştı. Suçların büyük bir çoğunluğu suçlu alkolün etkisi altındayken işlenmişti. Gençler yapacak başka bir şey olmadığı için içtiklerini söylüyorlar. Bu onlar için bir macera. Kendilerini iyi hissediyorlar. İçmek onlara eğlenceli geliyor. Onlara geleceklerini sorduğumda bana, "Ne geleceği?" diyorlar. Bea, Judy'ye, "Sen geleceğin Aborijinler için nasıl olmasını isterdin?" diye sordu. "Aborijinleri kendi işlerini kurduklarını görmek isterdim. Eğer mobilya yapsaydık ve yalnızca kendi halkımızdan mobilya alsaydık, zamanla bu işi mükemmel yapar hale gelirdik ve her renkten insanlar bizim stilimizi, bizim renklerimizi, bizim cilalarımızı yeğlerdi. Belki de bunları bir gün ihraç bile edebilirdik. Bizim harika sanatçılarımız var, ama onlara eserleri için para ödenmiyor. Kendi sanat galerilerimizi açmaya ve kendi tanıtımlarımızı kendimiz yapmaya ihtiyacımız var. Elbise fabrikalarına, ayakkabı imalatına, kozmetik şirketlerine, çiçekçi dükkanlarına, manavlara ihtiyacımız var. Bildiğim bir tek Aborijin lokantası bile yok. Buraya gelen ve kendi işlerini yaparak başarılı olan yabancılara bir bak. Biz onlardan önce buradaydık. Bunu neden biz de yapamayalım? "Aynı zamanda atadan kalma geleneklerimizi ve kültürümüzün nasıl iki dünya arasında kalmış gibi 374 Sonsuzluğun Mesajı göründüğünü çok düşündüm. Vergilerimizi ödeme sorunu çektiğimiz bir gerçek. Bir işçi maaşını aldığında, bunun bir bölümünü ileride ödeyeceği vergiler için bir kenara koyması çok zor. Ayrıca, erkeklerimizin çoğu alkol bağımlısı ve ailenin geçim kaynağı olan parayı nasıl harcamaları gerektiği konusundaki yargılarına güvenmek güç. Ben küçük çaplı işletmelerin mali işlerini yürütecek profesyonel muhasebe şirketleri kurmayı ve tüm aile işletmelerini ailedeki büyükannenin yönettiği bir anonim şirket haline getirmeyi önerirdim. İşlerden büyükanneler sorumlu olurdu, maaşları o alırdı ve herkese o dağıtırdı. Bu planın işe yarayacağından eminim! "Başarılı, modern bir Aborijin toplumu kurmak mümkün. Birlik, dürüstlük, gurur üzerine kurulu bir toplum. Bu istemesek de evlerimize halı döşememiz gerektiği anlamına gelmiyor, ama ülkedeki en iyi halıları biz üretebiliriz ve bunları evlerine halı döşemek isteyenlere satabiliriz. Evlerimizi yaparken ağacın ruhuna saygılarımızı sunabiliriz ve bakım yapılabilir, onarılabilir, tamir edilebilir, ama aynı zamanda terk edildiğinde toprağa geri dönen malzemelerden oluşan evler yapmanın bir yolunu bulabiliriz. "İnsanlar 2000 yılında Olimpiyat oyunları için buraya gelecekler. Eğer organize olursak o zaman gelenler gururlu, çalışkan, üretken bir ırk görebilirler. "Ayrıca yabancı ülkelerde topluma uyum sağlayamadıkları için suç işleyerek hapise giren Aborijinler de var, ben onlar için de endişeleniyorum. Bazılarına hiçbir zaman bir şans verilmedi. Onlar çocukken yabancı bir 375 Mario Morgan ülkeye götürülmeyi isteyip istemediklerini söyleme hakkına sahip değillerdi. Bir Aborijin olmanın ne demek olduğunu bile bilmiyorlar. Bir şeyler yapmalıyız. Onlara sırtımızı çevirip yok sayamayız. Onlar bizim kardeşlerimiz. Onları bulmalı ve yurtlarına geri getirmeliyiz." Bea soluk almak için duran Judy'ye, "Çok büyük planların var," yorumunda bulundu.
"Duygularımız ve heves bize bunun için verildi. Kendi çıkarlarımız için değil herkesin iyiliğine kullanmamız için. Bana yardım edecek misiniz? Size güvenebilir miyim?" Bea, "Evet," diye yanıtladı. "Elimden gelen her şeyi yapacağım." İkisi orada kalarak bir saat daha konuştular. Bea sonunda Carpenterların evine döndüğünde, kafası hem sorular hem de olası yanıtlarla doluydu. Bea'nın ajandasındaki ilk kişi Andrew Simunsen'dı. Onun bürosuna gitmek iyi bir fikirdi. Bea bir fırsat bekledi ve bu fırsat sonraki Salı günü karşısına çıktı. Natalie ve David gezmeye gidiyorlardı, onun için Bea öğleden sonra boştu. Bea sahip olduğu en iyi giysiyi giydi ve kentin büyük şirketlerinin bulunduğu bölgesine giden otobüse bindi. Bea otobüsün kapısı açılıp otobüsten aşağı inerken, Andrew'nun kendisine yarattığı dünyayı gördü. Bina pürüzsüz çimentodan yapılmıştı, parlak gümüşi renkte sütunlar vardı ve binanın yüzde 70'inden fazlası lekesiz, 376 Sonsuzluğun Mesajı tertemiz camdan yapılmış gibi görünüyordu. Binaya dev bir cam kapıdan giriliyordu. Bea duvardaki siyah kadife tabelaya konulmuş olan beyaz plastik harflerden oluşan yazıların arasından Andrew'nun adını ve büro numarasını buldu, sonra asansöre binerek dördüncü kata çıktı. Andrew'nun bürosu tüm katı kaplıyordu. Kısa kumral saçları güzel altın tokalarla yanlara tutturulmuş genç bir kadın yarım daire biçimli danışma yerinin ortasındaki masanın arkasında oturuyordu. Kadın, "Size nasıl yardımcı olabilirim?" diye sordu. "Andrew Simunsen'ı görmek istiyorum." "Randevunuz var mı?" "Hayır, ama onun bir arkadaşıyım. Lütfen ona Bea'nın, Beatrice'in burada olduğunu söyleyin." Sekreter, "Üzgünüm," diye yanıtladı. "Ama randevu almanız gerekli. Size başka bir zaman için randevu alabilirim." "Lütfen ona burada olduğumu söyleyin." "Şu anda bunu yapamam. Kendisi toplantıda. Sizi bir başka zaman görebilir." Bea kafasını sallayarak, "Hayır," dedi. "Burada bekleyeceğim." Bea üzerinde çiçekli desenler olan, arkası ve yanları yüksek koltuklardan birine oturdu ve beklemeye başladı. Orada kalmaya kararlıydı. Bir saat sonra asansörün kapısı açıldı ve Andrew'yla bir başka adam dışarı çıktılar. 377 Andrew sol taraftaki bir kapıya doğru ilerlerken danışmadaki sekreter ona, "Bay Simunsen," diye seslendi. "Buradaki bayan sizi görmek istiyor ama randevusu yok." Bea ayağa kalktı. Andrew onu odanın diğer tarafından tanıdı. Dönüp ona doğru yürüdü. "Bea, kötü bir şey mi oldu? David'e ya da Natalie'ye bir şey mi oldu? Her şey yolunda mı?" Bea onu, "Evet, evet," diye yanıtladı. "Carpenter'ların evinde her şey yolunda. Sizinle konuşmam gereken başka bir şey var. Çok önemli bir şey!" Adam kafasını toparlamak için düşünürken, "Tabii, olur, tamam, evet," dedi. "Cindy, Beatrice'i toplantı odamıza götür ve ona bir fincan çay getir. Biraz sonra orada olacağım." Kadın Bea'ya kendisini izlemesini işaret etti ve iki adam diğer kapıdan içeri girdiler. Toplantı odası dar ama çok uzun bir yerdi, bir duvarı tümüyle camdan yapılmıştı, dışarıda siyah asfalt yüzeydeki kare boşluklardaki toprağa dikilmiş küçük ağaçlarla işaretlenmiş bir araba parkı görünüyordu. Odada uzun bir masa ve masanın her iki tarafında masaya uygun arkası yüksek deri koltuklar vardı. Kız omzunun üzerinden, "Siz oturun. Ben size çay getireceğim," dedi. Çay geldikten hemen sonra Andrew göründü. Bea'nın tam karşısındaki koltuğa oturdu. Adam oraya oturunca koskoca oda sanki birdenbire mutfak masası boyutuna inmiş gibi oldu. 378 "Neler oluyor?" Bea Andrew'ya çölde geçirdiği yıllardan ve Aborijinlerin nasıl insanlar olduklarından söz etti. Andrew'ya günümüz toplumundaki eşitsizlikler üzerine yaptığı gözlemleri anlattı. Bea Judy'nin özel işletmelerin ve Aborijinlerin
kendi kendilerine yeter hale gelmeleri için eğitilmeleri ve cesaretlendirilmeleriyle ilgili görüşlerini ve kendi ırkından olup da yabancı ülkelerde hapiste yatan tüm insanlar için duyduğu ilgiyi ona açıkladı. En son olarak, ondan yönetim işlerinde ve mali destek sağlamada yardım etmesini rica etti. Bu yardıma eskiden ona ne verdiklerini bilmeyen, ona güvenen masum insanların yaptığı yardımın bir karşılığı olarak bakmasını söyledi. Andrew rahatlamış gibi görünüyordu. Her nedense kadının kendisiyle ilgili ciddi bir konuyu açmasından korkuyordu. "Senin halkına yardım etmek mi? Evet, halkına yardım etmende sana yardım edebilirim." Bea'yla Andrew birlikte yarım saat daha kalıp konuştular. Bea oradan ayrılmadan önce Andrew Judy'yle buluşmaya karar verdi. Onunla ertesi hafta görüştüler. Bea kendisinin tüm çalışmalarla başlatılacak tüm projeler arasında en çok yabancı ülkelerdeki hapishanelerde yatan tüm Aborijinlerin geri getirilmesi için yapılacak girişimlerle ilgilendiğini fark etti. Kadın gün boyunca David'e bakmaya devam etti. Carpenter'lar ona çocuğu gezmeye daha kolay götüre370 ¦ftiarıo .nıorgan bilmesi için araba sürmeyi öğrettiler ve Bea sürücü ehliyeti idaresine giderek sınavlara geçtikten sonra bir ehliyet bile aldı. Ehliyetini elinde tutarak, "Heeey!" diye bağırdı. Bu onun bu toplumun bir parçası olduğu anlamına geliyordu. Bea artık gerçek bir insan olduğunu kanıtlamıştı. Akşamları ve hafta sonları, Bea mektuplar yazdı ve bilgiler topladı, karşılaştığı en büyük sorun birçok ülkede merkezi bir kayıt dairesinin bulunmamasıydı. Her kurum ayrı dosyalar tutuyordu ve kurumların birçoğunda Aborijin mahkumlar için bir sınıflandırma yapılmamıştı. Bea Amerika'da yalnızca Zenci, İspanyol kökenli, Asyalı, Kafkas asıllı ve Kızılderili sınıflarının olduğunu öğrendi. Onun halkından olanlar "Diğerleri" sınıfına giriyordu. Onun için aylar boyu Amerika'daki elli eyaletin her birine mektuplar yazarak bilgisayar listelerinin "Diğerleri" maddesindeki tüm erkek ve kadınları sordu ve sonunda adı ve numarası belirtilen bazı kişilere mektup yazmaya başladı. Sonra, Haziran ayında, Bea'ya Birleşik Devletler'den bir Aborijin adamla ilgili belgeler geldi. Adam şartlı tahliye hakkı olmaksızın ömür boyu hapis cezasına çarptırılmıştı. Şimdiye kadar otuz yıl hapis yatmıştı. Bea'ya Jeff Marsh'a, 804781 numaralı mahkuma doğrudan mektup yazması için izin ve gerekli bilgiler verildi. 380 iuesajı Sevgili Jeff: Kendimi tanıtmak istiyorum. Adım Bea Lake. Dünyanın çeşitli yerlerinde tutuklu olan Aborijin kardeşlerimizle iletişim kurmak için başlatılan bir projede çalışan elli altı yaşında bir Aborijin kadınıyım. Senin Avusturalya'h bir Aborijin olduğunu biliyorum. Senden haber almak, seni tanımak ve arkadaş olmak istiyorum. Yanıtın için üzerinde adresim yazılı olan bir zarf gönderiyorum. Senden yakın zamanda bir yanıt almak istiyorum. Saygılarımla, Bea Sevgili Bea: Mektubun için teşekkürler. Birisinden mektup almak pek alışmadığım bir şey. Bazen yaptığım ve yıllık hapishane kermesinde sattığım sanat eserlerini satın alan birilerinden teşekkürler mektubu alıyorum. Evet, ben bir Aborijinim. Avusturalya 'da doğdum ve ben de elli altı yaşındayım. Yedi yaşımda evlat edinilene kadar orada yaşadım. Ayrıntıların çoğunu anımsamıyorum, ama tam bir özgürlük ve endişelenecek bir şey olmadan yaşadığım zamanların 381 ¦inarıo juorgajı anılarını çok seviyorum. Oradan ayrıldıktan sonra yaşamım bir cehenneme döndü. Sana yazmak isterdim ama pul ücreti sorun olabilir. Şu anda hesabımda biraz para var çünkü her sene satılan sanat eserlerinden gelen paranın yüzde beşini ben alıyorum. Henüz bu paranın tümünü kullanmadım. Yabancı ülkelere gönderilen
mektupların ücre-tininin ne kadar olduğunu bilmiyorum, onun için eğer bu ücret pahalıysa, sana pek sık yazamayacağım demektir. Saygılarımla, Jeff Marsh Bundan sonraki iki yıl boyunca, Bea ve Jeff birbirlerinin yaşam öykülerini öğrenene kadar yazıştılar. Bea adını değiştirdiğinden söz etti ve Jeff bunu kendisinin de yaptığını açıkladı. Doğum günlerinin birbirine bu kadar yakın olmasından hayret ettiler. Resmi belgeler onların bir gün arayla doğduklarını gösteriyordu. Kayıtlarda Bea'nın doğduğu yer öksüzler yurdunun bulunduğu kent olarak, Jeff'inkiyse Sydney olarak görünüyordu. Bea ayrıca bir komite kurmak için canla başla çalıştı ve bu etkinliği uluslararası konuları içerecek biçimde genişletti. Sonunda hükümete sesini duyurmayı başardı ve bir mahkum değişme programı önerdi. Bea Avusturalya'daki Aborijin nüfusun uzun vadeli amaçlarının kendi kendilerini bir düzene sokmak olduğunu bildirdi. Aborijinler 382 sonsuzluğun Mesajı kendi kendilerine ceza verme, hapise atma, topluma kazandırma gücü onlara verildiğinde, gençleri etkileyebileceklerini ve onların suç işlemelerini önleyebileceklerini düşünüyorlardı. Sekiz ay sonra Bea bir yanıt aldı. Avusturalya hükümeti hapisteki Amerikan vatandaşı Aborijini kabul edecekti, ama üzerinde çalışılması gereken birçok sorun ve ayrıntı vardı. Adamın kendisi bu değişimin yapılması kararına ne diyordu? Eğer Aborijin halkı kendi standartlarına göre cezalandırma ve topluma kazandırmada ciddilerse, bu mahkumla ilgili ne gibi somut ayrıntılar düşünmüşlerdi? Toplumuşsu anda hüküm giymiş olan bu suçlunun başka suçlar islemesinden korumak için ne gibi önlemler alacaklardı? Bea Aborijinlere sadık kalarak kendilerine destek veren eski arkadaşı Andrew'dan yardım istedi. Ona hükümetin gönderdiği rapordan söz etti ve ne gibi bir öneride bulunacağını sordu. "Sanırım bu Jeff denilen adamı ziyaret etmen ve ona Avusturalya'ya dönme fikriyle ilgili ne düşündüğünü sorman gerekiyor. Gidip onun nasıl birisi olduğunu görmen gerekiyor. Bunun nasıl bir adam olduğuna bakmalısın. Senin çok iyimser olduğunu biliyorum, ama bu adam belki de kurtarılabile-cek biri değildir. Uçak biletini ve yol masraflarını ben karşılayacağım." 383 I Bea sarı Budget kiralık araba servisi işaretinin olduğu yerden bir araba kiraladı. Üniformalı genç görevli ona formları, arabanın otuz üç nolu park yerinde durduğunu gösteren bir etiketin iliştirilmiş olduğu anahtarı ve bölgenin bir haritasını vererek kırmızı kalemle kara yolunu ve gitmek istediği yakındaki kasabayı işaretledi. Bea kiralık arabaların bulunduğu garaja giden işaretleri izleyerek, otuz üç nolu park yerini buldu; anahtarla üzerindeki sayaçtan yalnızca yetmiş bes kilometre yol yapmış olduğu anlaşılan yeni beyaz Ford'un kapısını açtı. Direksiyonun arkasına geçtiğinde arabanın sol tarafında kendini rahatsız hissetti, arabanın düğmelerini sakarca kurcaladı ve göstergeleri görüp silecekleri çalıştıran ve pedallara daha rahat ulaşabilmek için koltuğu ayarlayan düğmeleri bulana kadar kollan çekip düğmelere basıp durdu. Son olarak farları yaktı çünkü park yeri yeraltındaki bir garajdaydı. Bea'nın ağır kokan tuna balıklı sandviçini yemekle meşgul olan görevlinin yanından soru sorulmaksızın geçip gittiği biletli çıkışa gelebilmesi için üç kat yukarı çıkması gerekti. Dışarı 385 Mario Morgan çıktığında, parlayan güneş ışığı Bea'nın gözünü aldı ve Bea ışığa alışana kadar bir an için gözlerini kıstı. Hapishaneye giden yoldaki taşra manzarası Bea'nm kendi ülkesinde yoldayken görmeye alışkın olduğu görüntülere çok benziyordu. Her iki yerde de hava yıl boyunca sıcaktı, onun için evlerde verandalar vardı, pencereler açıktı ve garajların önündeki yollarda lastik izleri görülüyordu. Belirli aralıklarla uzun süre önce terkedilmiş ya da unutulmuş olan kullanılamaz hale gelmiş, hepsi de uzun kuru otlarla kaplanmış araçlar görülüyordu. Bea radyodaki kanallara baktı, ama hoşuna giden bir şey bulamadı. Aitmiş kilometre sonra Bea uzakta boyası dökülen ve üzerindeki yazı silikleşmiş, son derece sıkı
güvenlik önlemleriyle korunan hapishaneye giden yolu işaret eden bir okun kalıntıları olan tahtadan bir tabela gördü. Bea arabayı asfalt girişten sürerek, yüksek bir gardiyan kulesinin olduğu daireye geldi ve "Ziyaretçiler" yazılı yere girdi. Arabayı park etti ve hapishane girişinin önündeki, üniformalı bir polis memurunun aşağı baktığı görülen bir başka yüksek, camla kaplı kulenin altındaki caddenin karşı tarafında küçük kalabalığın olduğu yere doğru yürüdü. Bea tam yânında duran kadına soru soracaktı ki hoparlör, "Sonraki üç kişi. Sonraki üç kişi girsin," diye bağırdı. Grupta girişe en yakın olan üç kadın diğerlerinden ayrıldılar ve asfalt caddeyi geçerek hapishanenin girişine doğru yürüdüler. Bea yerinde durdu ve çağırılmayı bekledi. Ziyaretçilerin arasında hiçbir erkek yoktu. Yalnızca kadınlar ve birkaç çocuk 386 ı>ıesajı varmış gibi görünüyordu. Kadınların çoğu zenciydi. Yaklaşık yirmi dakikalık aralıklardan sonra, yeniden "Sonraki üç kişi. Sonraki üç kişi girsin," sesi duyuluyor ve kalabalık boşalan yere doğru ilerliyordu. Sonunda sıra Bea'ya geldi. Girişte beş metre yükseklikte, üzerine dikenli tel çekilmiş heybetli bir tel örgünün ortasına konulmuş elektronik bir kapı vardı. İçerideyse gelen ziyaretçiyi bunun eşi bir kapı karşılıyordu. Tel örgüler arasındaki boşluk, çimentonun üzerine elektrik iletimini artırmak için yerleştirilmiş olduğu anlaşılan iki-üç santimetre genişlikteki su dolu çukurlarla ve parlayan jilet gibi keskin tel örgülerle bir baştan bir başa tümüyle doldurulmuştu. İlerideki bina soluk yeşil renkteydi. İçeride Bea'dan üzerinde fotoğraf olan bir kimlik istediler, kadın da onlara pasaportunu verdi. Bea ziyaretçi kütüğünü imzaladı ve görevliye postayla aldığı izin kağıdını verdi. Bea kağıdı çantasından çıkarırken kağıdın sol kenarındaki "Ölüme Mahkum" damgasının farkına vardı. Gardiyan Bea'nın pasaporttaki resmine sonra da yüzüne bakarak bunun ona ait olup olmadığına baktı. Bea gardiyana, "Bunda neden 'Ölüme Mahkum' damgası var?" diye sordu. "Çünkü cezası buydu bayan. Kaderin bir cilvesi olarak hala yaşıyor olabilir, ama aslında yaşıyor olmaması gerekiyordu." Adam aynı ciddi bakışlarla Bea'ya çantasını ona vermesini, kemerini ve ayakkabılarını çıkarmasını ve ona ayaklarının altını göstermesini söyledi. Sonra ona ceplerindeki her şeyi ve taktığı tüm metal şeyleri çıkarması gerektiğini söyledi. Terlemiş yüzünde sert bir ifade olan yüz kırk kiloluk 387 JUİU İU JT1U1 l gardiyan, Bea'nın üstünü aradı. Adam öne doğru zar zor eğitebiliyordu, onun için ancak kollarının ulaşabildiği yere kadar arama yapabildi. Adam sonra Bea'ya tüm eşyalarını bir dolaba kilitlemesi ve dolabın anahtarıyla ayakkabılarını yandaki odaya getirmesini söyledi. Bea birkaç kapıdan geçtikten sonra çıkış kapısına giden yolun yarısında bulunan tel örgüyle çevrili uzun bir koridora girdi. Buradaki metal dedektöründen geçti. Burayı geçtikten sonra ona ayakkabılarını giyebileceği söylendi. Çıkış kapısının kiliti açıldığında, Bea kendisini başka bir uzun koridorda buldu ve bir başka gardiyanı izleyerek ortasında bölme bulunan bir odaya gelene kadar birkaç kez sağ ve sola döndü. Bölmenin üst bölümü şeffaf plastikten yapılmıştı, altıysa üzerinde her iki metrede bir küçük bir raf olan yekpare metaldendi ve şeffaf plastiğin her iki tarafında birer sandalye vardı. Rafların üzerine telefonlar konulmuştu. Odaya giren herkese tüm konuşmaların yüzyüze ama telefonlar aracılığıyla yapılacağı söylendi. Gardiyan "Dört," diye mırıldandı ve Bea dördüncü sandalyeye doğru gitti. O oturduktan kısa bir süre sonra odanın diğer tarafındaki bir kapı açıldı ve Jeff Marsh el ve ayaklarından zincirlenmiş olarak içeri girdi. Oda gri renge boyanmıştı, zemin çimentodandı, duvarlar taş bloklardan örülmüştü ve kirli tavandaki lambaların tellerinin geçtiği yerlerdeki boyalar dökülmüştü. Jeff bu odayı son olarak otuz yıl önce görmüştü, birileri mahkum 804781 'le görüşmek isteyeli otuz yıl olmuştu. Kapı açıldığında Bea oturuyordu. Jeff'in ilk duygusu 388 mesajı
düş kırıklığı oldu. O, kadının ayakta duruyor olmasını bekliyordu. Jeff bir kadın görmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki bir bakışta onu tepeden tırnağa tümüyle görmek istiyordu. Kadın güçlü görünüyordu. Yüzü yuvarlaktı ve geniş basık burnu onun Jeff'in aynaya bakma fırsatı bulduğunda gördüğünden pek farklı olmayan koyu siyah gözleriyle birleşiyordu. Kadın Avusturalya'dan gelmişti, kendi ırkındandı, onun için Jeff onun kötü biri olmadığını umuyordu. Ne bekliyordu ki? Uzun bacaklı, ince, açık giyinmiş bir kapak kızı mı? Evet, Jeff aslında bunu düşlemişti. Yıllardır birinin kendisini ziyarete geleceğini düşlemişti, sonra ona Bea'nın onunla konuşmak için izin istediği söylenmişti, Jeff'in düşünceleri onun en derindeki isteklerini körüklemişti ve iki aydan fazla zamandır bu anı beklemişti. Jeff kadının mektuplarından birinde onunla aynı yaşta olduğunu yazmış olduğu gerçeğini kafasından çıkarmıştı. Genç ve güzel bir ziyaretçiyi düşünmek çok daha zevkliydi. Jeff, Bea'yi gördüğü anda, Bea gülümsedi ve ayağa kalktı. Kafasını evet, evet, der gibi sallayarak, "Merhaba," dedi. Kadının görünüşü bir mankeninki gibi değildi. Gardiyan Jeff'in ellerindeki zincirleri çıkardı ve Jeff dört numaralı sandalyeye doğru ilerledi. Telefonu kaldırarak, "Beklediğim gibi değilsin," dedi. Bea, "Niye, ne bekliyordun?" diye sordu. "Bilmiyorum. Sorun değil. Yalnızca farklı olduğunu 389 düşünmüştüm." Bea gülümsedi ve "Neden burada olduğumu biliyor musun?" diye sordu. Jeff, "Tabii," diye yanıtladı. "Birileri belki senin beni iyice yaşlanıp hücremde ölmeden önce bu cehennemden çıkarabilme şansın vardır diye boşuna ümit beslediği için!" "Birleşmiş Milletler düzeyinde, vatandaşları kendi ülkelerine geri iade etme üzerine ciddi anlaşmalar yapılıyor. Senin gibi küçükken seçme hakkı tanınmamış ve yabancılar tarafından evlat edinilmeye zorlanmış kişilere özellikle dikkat ediliyor. Eğer bu kişiye kendi halkı bakarsa yaşamın onun için çok farklı olabileceğini düşünüyorlar. Topluma geri kazandırma işlemleri tam olarak belirlenmiş değil, ama asıl istenen şey cezalandırma değil kişiyi topluma geri kazandırma. Senin kabile liderlerine geri iade edilmen için başvuruda bulunduk. Sen ilk olacaksın, onun için başarısızlığa uğramaman gerekiyor. Buradan ayrılmanın senin serbest bırakılman demek olmadığını anlaman gerekiyor. Senin içinde bulunduğun durum bizlerin bölünmüş kabileler arasındaki bağlantıyı sorgulamamıza neden oldu. Bu bizleri çok olumlu bir biçimde birleşmeye zorluyor. Bir zamanlar yüzlerce kabile varken, şimdi birleşmiş bir millet olarak ayakta durmaya çalışıyoruz. Seni sanırım sekiz-on kişilik bir grup adama teslim edecekler. Topluluğumuzda erkeklerin işlerine erkekler bakar, kadınların işlerini de kadınlar halleder. Senden onlara yaşam öykünü ve suçun işlendiği günü ve bununla ilgili 390 ayrıntıları anlatmanı isteyecekler. Ayrıca, senden burayı terk ettiğin güne kadar parmaklıklar arkasında geçen yaşamını da duymak isteyecekler. "Sana neler olacağını söyleyemem. Eski zamanlarda insanlar yanlış bir hareket yapma suçunu işlediklerinde ayrı bir yere konur, onlardan uzak durulur, hatta ceza olarak bacaklarından mızraklanırlardı. Her kabile bir devlet gibiydi. Tabii bugün bunların tümü değişti. Bizler eğer bize kendi kendimizi yönetme hakkı verilirse, belki de polis gibi güvenlik güçlerine gerek kalmaz diye düşünüyoruz. Eğer öyle olmazsa, adaletli ve ortaya çıkan her durumu açıklıkla dinleyecek bir sistem yaratmaya çalışacağız. Polislerimizin ve hükümet yöneticilerimizin dürüst ve egoları güç arzusuyla şişirilmemiş, yolsuzluk tarafından etkilenmemiş kişiler olması için çaba göstereceğiz. Daha fazla konuşmadan önce, senin Avusturalya'da hapishanede tutuklu olan bir Amerikalıyla değiştirilmeyi isteyip istemediğini bilmem gerekiyor, Jeff." Jeff, siyah telefonun ahizesinin kenarından ona bakarak, "Bea, sana şu anda bir yanıt veremem," dedi. "Bu duvarların arkasından kurtulmak bir rüyanın gerçekleşmesi olurdu ama, gerçeği söylemek gerekirse, gittiğim yerde beni beklemekte olan davranışları bilmeden buradan gitmek istemiyorum. Burada hiçbir
özgürlüğüm yok. Ne giymem, ne yemem gerektiği, ne zaman duş alacağım, ne zaman egzersiz yapacağım, hatta ne zaman konuşabileceğim bile başkalarına bağlı. Her şey kontrol ediliyor. Benim hiçbir gücüm yok. Ama kendimden 391 sorumlu olmayalı o kadar uzun zaman oldu ki, bu sınırlı yeteneklerle yaşayamayı düşünmek gerçekten de korkutucu. Hem belki de bu kabile liderlerinin aklından bana insafsızca bir ceza vermek geçiyordur. Bir Aborijin olmanın nasıl bir şey olduğunu pek bilmiyorum. Bazı kitapları okumaya çalıştım, ama benim bu kitaplarda yazılanların çoğuyla fazla bir ilgim yok. Bana yardım edebilir misin? Nereden başlamalıyım?" Bea plastik camın diğer tarafındaki adamın söylediklerini dikkatle dinledi. Onun dediklerini anlamıştı ve neler hissetiğini anladığını umuyordu. "Sana yardım edeceğim, Jeff. Senin için Gerçek İnsanlar kabilesinin felsefesini bana öğretilmiş olduğu haliyle yazıya dökeceğim. Sanırım yazdıklarımı okuduğunda yaşamının onların en çok önem verdikleri unsurlardan tümüyle uzak olmadığını göreceksin. "Birlikle olan bağımız her zaman günlük yaşamlarımızın bir parçası olmuştur. Bizler doğanın tümüyle ve tüm insanlıkla bağlantı içindeyiz. Halkımız doğumdan önceki ve ölümden sonraki yaşamdan Sonsuzluğun içinde olmak olarak söz eder. Sonsuzluktan gelen bir mesaj vardır. Aynı Hıristiyanların davranışlarında onlara yol gösterecek olan 'şunları yapmamalısın' türünden ilkeleri olduğu gibi, bizim de, bizlere yol gösteren ilkelerimiz vardır. Bea gülerek sözlerine, "Bizimki daha çok 'şunları yapmalısın' türünden bir liste," diye devam etti. "Bana çölde anlatıldığı gibi, ruhların insan olma deneyiminde yapmaları gereken şeyler herkes için, her yerde, her zaman aynıdır. Bu ne 392 kadar inanılmaz gelse de, bu burada yaşamakta olan senin için de aynıdır. İster burayı terk edip Avusturalya'ya dön, ister burada kalmayı seç, yapman gerekenler senin için aynı kalacak. "Seninle bu kadar az zaman geçirebildiğim için üzgünüm, ama buraya gelebilip seni ziyaret edebilmiş olmaktan mutluyum. Sanki seninle yalnızca birer tanıdık değilmişiz de birbiriyle gerçekten bağlı olan iki gerçek arkadaşmışız gibi hissediyorum. Umarım sen de aynısını hissediyorsundur." Jeff saçları grileşmiş olan kafasını onu anladığını belirterek aşağı yukarı salladı. Tombul yüzünde şaşırmış bir ifadeyle, "Mektuplarından birinde senin de anne ve babasız büyümüş olduğunu yazmıştın. Belki de bir bağlantımız vardır," dedi. Bea ona yanıt olarak gülümsedi. Bunu o da düşünmüştü. "Kabilemdekiler bunun önemli olmadığını söyleyeceklerdir. Karşılaştığımız herkese aynı saygıyla davranmalıyız. Daha sonra, eğer birisinin yeni bulunduğun bir akraban olduğunu anlarsan, bu senin için fazladan bir ödül olur." Jeff bu yanıtı düşünerek, "Hmm," diye mırıldandı. "Sanırım öğrenmem gereken çok şey var!" Hoparlörden, "Zaman doldu dört numara," diye bir duyuru yapıldı. Bea gitmek için ayağa kalktığında, "Seni yolculuğunda destekliyorum ve senden yeniden mektup almayı dört gözle bekliyorum," dedi. Jeff düşük omuzları öne doğru eğilerek ayağa 393 JH